Yıkılan Şehrin Yıkılmayan Sanatçıları
6 Şubat

Yıkılan Şehrin Yıkılmayan Sanatçıları

Edip Yeşil ve Tunay Devrim

DEPREM SONRASI ANTAKYA’DA SANAT VE SANATÇILAR

İspanyol Ressam P. Picasso şöyle der: “Biz sanatçılar yıkılmayız ve sanatımızı icra etmek için her şeye gücümüz yeter; bir hapishanede, hatta bir toplama kampında, hücremin tozlu zeminine ıslak dilimle resim yapmak zorunda kalsam bile.”Bugünlerde 6 Şubat depremi sonrası yerle bir olmuş bir kentte, Antakya’da, yaşamaya, üretmeye çalışan; bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki sanatçının yaşadıkları tam da Picasso’nun sözleriyle örtüşmekte. Kimisi hatıraların, hafızaların işlendiği enkaza dönmüş duvarlardan şiir kazıyarak, kimisi de sessizliğe boğulmuş bir kentten yükselen suskun notaları arayarak sanatı yaşatmaya çalışıyor. Antakya’da deprem sonrası hayata tutunmaya çalışan, bu kenti yeniden kurmak için umuda sarılan, tanıklıklarını sanat yoluyla dile getiren sanatçılarla siz Karnaval Dergi okurları için söyleştik:

 

 

Tunay DEVRİM: Nuh Tufanından sonra yeniden kurulacak “Dünya”yı araması için gönderilen kuş, ağzında zeytin dalı ile döner gemiye. Sizin deprem sonrası gerek kentte gerekse de diğer şehirlerde çok yoğun faaliyetleriniz oldu. Antakya Sanat Derneği Başkanı olarak yeniden kurulacak kentte, kuşun zeytin dalı getirmesi için sizce neler öncelikli yapılmalı, öncelikli olmalıdır?

 

Edip YEŞİL ( Şair, yazar, Antakya Sanat Derneği Başkanı ): Öncelikle bu güzel soru için teşekkür ediyorum. Aynı olmasa da benzer bir hikâye Antakya’nın kuruluşu için rivayet edilir. Büyük İskender’in generallerinden Antiochus’un oğlu Seleukos kentin nerede kurulacağına karar veremez. Zeus’tan yardım ister. Zeus’un gönderdiğine inanılan kartal, kesilen hayvan etinden küçük bir parça alır,  bugünkü Samandağ topraklarına bırakır. Daha büyük parçayı da Silpiyus Dağı eteklerine bırakır. Limanı küçük parçayı bıraktığı yere, şehri de büyük parçayı bıraktığı Silpiyus Dağı diğer adıyla Habibi Neccar Dağı eteklerine kurar. Bu şehrin adını babasının adına izafeten Antiocheia koyar. İlginçtir ki şehri kurmadan önce bugünkü Antakya’nın yedi kilometre kuzey doğusunda yer alan Antigonia şehrini yıkar ve artık malzemesini Antakya şehrini kurarken kullanır.

 

Deprem sonrasında en çok dikkat çekmek istediğimiz şey, şehrin somut kültürü konusu ve enkaza dönen şehrin malzemesinin moloz değil, tarih olduğu gerçeğiydi.

 

Sorunuza üç başlık altında yanıt vermek isterim. Birincisi; kent halkının bu topraklardan göçünün önüne geçmek için asgari düzeyde geçici barınma ve yaşam koşullarının sağlanması. İkincisi; somut kültürün devamının sağlanması için tarihte bilinen en az sekiz defa yerle bir olan kentin, artık malzemesinin yeniden kullanılmasının sağlanılması, üçüncüsü; somut olmayan kültürün -ki bu çok önemli- devamlılığının sağlanması.

 

Kent ve insan arasındaki ilişki diyalektik bir ilişkidir. Birbirini besleyen, geliştiren ve yeniden üreten bir ilişkidir. Bunlardan birinin olmaması kent kültürünün yara alması demektir. Her ikisinin olmaması kentin bir bütün olarak, kültürüyle birlikte yok olması anlamına gelir ki bu çok tehlikeli bir durumdur. Bundan dolayı tarihten silinmiş çok sayıda kentten ve halklardan söz edebiliriz. Deprem sonrası Antakya için şunu söyleyebiliriz: Kent insanının kentiyle kurduğu bağ çok güçlüdür. Bu durum avantaj sağladığı gibi büyük göçün önünü de kesmiştir. Elbette zorunlu olarak göç de yaşandı. Ülkenin değişik yerlerinde bir diasporadan da söz edilebilir. Bunun kalıcı olmadığını düşünüyorum. Geri dönüş olduğu gibi, dönme hayalleriyle her türlü zorluğa katlananların varlığını da biliyoruz. Asıl konumuza gelecek olursak kentin ruhunu iliklerinde taşıyanlar bu kenti yeniden, hatta diyebilirim ki eskisinden çok daha iyi kurma yetisine sahiptir. Yeter ki umut elden, kalpten bırakılmasın.

 

 

D: Bu kenti parklarıyla, ırmaklarıyla, tarihi binalarıyla, taş duvarlara sinmiş anılarıyla attığınız her adımda duyumsayan, kalbinizi tamamen bu kente açmış birisiniz. Hayat varsa umut da vardır. Yarına olan, Antakya’ya olan umudunuzu bir şair olarak bize anlatır mısınız?

 

YEŞİL: Sanat, bana göre umudun en yüksek biçimidir. Umut yoksa hiçbir şey var olamaz. Şu sıralar belki de en çok üzerinde durulan ve konuşulan şeylerden biri de umuttur. Nedeni, bu kentin, bu kent insanının çok yara almasıdır.

 

İnsanlık çıkışı olmayan bir labirentin içinde dönüp dolaşıyor adeta. Sahip olunan teknolojik donanım ile bilgi, kültür, etik açıdan içinde bulunulan vaziyet bir paradoks taşıyor. Evrim geriye sarıyor gibi. Uzaya astronot gönderilmesi bir övünç kaynağı görülürken rant ve ihmaller zinciri sonucunda depremde binlerce insanın ölmesi utanç kaynağı olarak görülmüyor. Depremde kayıp ölülerini bulunca sevinir bir duruma gelmek bize çok şey anlatıyor aslında. Umudun yara almasından kastım buydu esasen.

 

İnsanlık tarihinde böylesi çöküş dönemleri olmuştur. Dibe vurmak ve çıkmak… Sanırım böylesi bir dönemden geçiyoruz. Dip neresidir? O belli değil! Yanıt çok genel oldu farkındayım ancak hiçbir olayı birbirinden bağımsız düşünemeyiz.

 

İnancım odur ki kentle birlikte yara alan umut, iyileşecek ve baharda filizlenen çiçekler gibi yeniden yeşerecek. Bir araya gelişimiz bunun göstergesidir. Sanatçı dostlarımızla birlikte depremin ilk günlerinden itibaren umudu büyütmek ve çoğaltmak adına sanatsal faaliyetlerde bulunuyoruz. Antakya Sanat Kolektifi olarak deprem temalı fotoğraf ve şiir sergisi hazırladık. İlk sergimizi 99’da yaşanan Gölcük depreminin yıl dönümü olan 17 Ağustos’ta Ankara’da açtık. Daha sonra İzmir, İstanbul, Muğla, Mersin, Adana gibi çok sayıda yerde açtık. Bu sergiyle ereğimiz tek tek kişisel kayıtların kolektif hafızaya dönüşmesine katkı sunmak, deprem gerçeğini sorgulamak ve unutturmamak diyebiliriz. Yanı sıra çok sayıda sanatsal etkinlik düzenledik.

 

Bütün bu sanatsal çalışmalarda beni daha da umutlandıran şey; kent insanının yaşamı yeniden kurma çabası, savaşı da diyebiliriz. Yıkımların tam orta yerinde, yıkık, dökük işyerlerinde hayatı yeniden inşa etme çabası tıpkı tarlaya dönüşen kentin molozları arasında açan ayçiçekleri gibi yarına olan inancımızı diri tutuyor…

 

Tunay Devrim: Müzik, toplumsal geleneklerin geçerli kılınmasında ve kültürün devamlılığında etkilidir. Bu kent çok renkliliği, çok sesliliği ile notalarınıza ezgilerinize yansıdı hep. Ancak deprem sonrası her şey gibi sesler de yitti bu kentte. Bu sessizlik bir müzisyen olarak size neler hissettiriyor?

 

Fazıl KARASU ( Kaldırım Müzik Topluluğu üyesi, müzisyen ): İşin aslı, “ses yitti” demek, çok da yerinde bir ifade değil. Zira, depremin hemen akabinde, yaşamsal ihtiyaçlarını gideren ve/veya bir şekilde bu ihtiyaçları gidermek için emek harcayan halk, çok geçmeden müziğe de ihtiyaç duydu ve bu ihtiyacı gidermenin yollarını aradı. Nitekim, ihtiyaçlar hiyerarşisi de bu doğrultudadır. Önce temel ihtiyacını bir biçimde gideren insan, sosyal ihtiyaçlara yönelir ki, müzik belki de bu ihtiyaçlar grubunun en önemlisidir. Böyle de oldu.

 

Depremzede müzisyenler ve deprem bölgesinde insanlarla dayanışmak için bölgede bulunun müzisyenler, bu boşluğu hiç vakit kaybetmeden doldurmaya çabaladı.  Öte yandan, halkta da aynı ihtiyacın talebinin olduğu açıktı. Böylece, gündüz yeme, içme, barınma, sağlık, hijyen gibi en temel ihtiyaçlar için canla başla çalışan insanlar,  gece ateşin başına geçip türkülerle, ezgilerle, ağıtlarla ve ninnilerle dertleştiler. Çoğu kez, kelimelerin, konuşmanın, cümlelerin aciz kaldığı hisleri, ezgiler anlattı. Böylece insanlar daha çok sarıldı ezgilere. Bundan sonrası için de durumun değişmeyeceği aşikar.

 

Zira, türkülerin, ezgilerin, ağıtların ve ninnilerin ortaya çıktığı durumlara bakarsanız, tam olarak bu adı geçen “sessizlik” halini görürsünüz. Savaş, kıyım, afet, yangın, deprem, zulüm, ölüm, kıyım… bütün bunların ardından dilinde sözünü yitiren insanların feryadıdır bugün söylediğimiz ezgiler.

 

“Sessizlik”, kimsenin konuşmaya, cümle kurmaya, anlatmaya takadı kalmadığı için vardı. Takadı olmayan bu insanların imdadına müzik yetişti. Murat Menteş’in “Ruh-i Mücerret” kitabında da dediği gibi “Bundan sonrasını ancak müzik anlatır.”

 

 

T.D: Tarih öncesi çağların ilkel toplumlarında müzik, “büyü” amacıyla yapılıyordu. Bu kenti yeniden ayağa kaldırmak, kurmak için müziğin sihrine ihtiyacımız var gibi görünüyor. Sizin deprem sonrası yaptığınız buna benzer sağaltma çalışmalarınız oldu mu ya da olacak mı? Ne gibi projeleriniz var?

 

F. KARASU: Şüphesiz, müziğin insan zihninde zamanın ve mekanın ötesinde uyandırdığı bir etki var. Şaman kültüründe ritmin, büyü bir tarafa, hastalıkların şifa bulmasını sağlayacak tanrısal ve mistik bir tılsıma sahip olduğunu biliyoruz. Pek çok düşünür, belli ses aralıklarının insan zihninde ve duyuşsal dünyasında mutluluk, sevinç, hüzün, keder, acı, endişe, keyif vb. etkiler yarattığı tartışagelmiştir. Bugün de bu tartışmalar müzik felsefesi başta olmak üzere müzikoloji ve etnomüzkoloji disiplini açısından itibar görmektedir. Müziğin terapik bir alan olarak görülmesi ve müzikle terapi uygulamalarının varlığı bu düşünceyi destekliyor.

 

Elbette, bizim de bölgede buna benzer pek çok çalışmamız oldu. -Yukarıda da belirtmiştik- pek çok ihtiyaç gibi müzik de bir ihtiyaç olarak kendini var ettiği andan itibaren sahada müzik aracılığı ile dayanışmaya çabaladık. Üstelik, müzikle dayanışmanın, pek çoğunun -özellikle de siyasal erkin- tavrının aksine, hafife alınmayacak türden bir iyileştirici etkisi olduğunu gördük, görüyoruz.

 

Yeri geliyor, saatlerce dil döküp mutlu edemeyeceğiniz bir insanı, bir ezgi ile mutlu edebiliyorsunuz. Yeri geliyor, acısından bir roman yazsa yine de eksik kalacakmış gibi gelen insanlar, bir türkü ile, bir ağıt ile acısını ne bir eksik ne bir fazla ifade ederken kendini bulabiliyor.

 

Müziğin, iddia edildiği gibi mistik ve büyüsel bir iyileştiriciliği var mı konusunu tartışılmak üzere müzik düşünürlerine bırakalım ama, bizim gördüğümüz şu ki, müzik hafızamız eşsiz ve ucu sınırı olmayan bir kütüphane gibi. Bu kütüphanede her sorunun cevabı var, her cevabın da sorusu. Eğer bir büyü varsa, o da budur. Biz sadece, bu külliyatın, bu hafızanın bir biçimde açılıp hatırlanması gerektiğini düşünüyoruz aslında. Daha iyi anlamak, daha doğru anlatmak, hiç değilse “sessizliğe” boğulmamak için.

 

D : Yazar çağının tanığıdır; onun görevi, çağı anlamak ve açıklamaktır. Ugarit’te Son/Bahar adlı romanınızda anlattığınız Ugarit kent devletinde bilinen ilk şarkının ( Hurrian Hymn ) notalarının bulunduğunu biliyoruz. Deprem sonrası Antakya’nın Son/Bahar’ını yaşadığını düşünüyor musunuz? Antakya’nın bu halini bir tanık olarak sanatın dilinden yorumlar mısınız?

 

Yaser BEREKETOĞLU ( Şair, yazar ): Yaşadığı çağın tanığı olan yazar, öngörüleriyle olayları durumları, gördüklerini eyleme dökmek zorundadır. Yaşadığı çağdan rahatsız olan yazar, dürtülerinin kölesi olarak “yazma” eylemini gerçekleştirir. Aydın olmanın kaçınılmaz zorunluluğudur yazmak.

 

Ugarit’te Son/Bahar adlı romanımda M.Ö.  1200 yıllarında kurulmuş bir kent devletinin olağanüstü gelişmiş uygarlığını anlattım. İnsanlık tarihinde birçok “ilk” e imza atmış bu kent devleti, Lazkiye’den Antakya’ya kadar uzanan bir coğrafyada yer alıyordu. Son iki yüz yılını Hitit krallığının egemenliğinde geçiren Ugarit devleti oldukça trajik bir şekilde siliniyor tarihten. Ne yazık ki küllerinden doğamıyor bir daha. Ardından gelen uygarlıkların da merkezi olma konumunu yitiriyor. Bu nedenle Ugarit’te Son/Bahar olarak koydum kitabın adını.

 

Antakya’ya gelince; kent binlerce yıllık kadim tarihinde onlarca uygarlığa ev sahipliği yapmış ve Ugarit’in tarihindeki gibi ilklere imza atarak günümüze dek korumuş mirasını. Antakya, kadim tarihinde çok yıkıcı yedi depremle yerle bir olmuş bir şehir. Her depremden sonra toparlanmış ve yine birçok uygarlığın gözde merkezi olmuştur. 6 Şubat depremiyle sekizinci büyük felaketini yaşadı ne yazık ki. Yaşadığı depremlerin en büyüğü buydu diye düşünüyorum. Bana göre bu deprem Antakya’nın “Son/Baharı”ydı.

 

Yirmi birinci yüz yılda olmaması gereken bir yıkımı, bir çöküşü yaşadık. Tanımlamakta dahi zorluk çektiğimiz bir yok oluş dersek bu deprem için yerinde olur sanırım. Bunca yazma dürtüsüne rağmen bu yıkımı on bir ay sonra bir öyküyle kaleme alabildim ancak.

 

Depremde göçük altında iki gün kaldıktan sonra kurtarılan bir yakınımın öyküsünü yazdım. Öykü kahramanımın gözüyle anlattım benim de yaşadığım depremi. Antakya’nın kadim tarihini anlatan birkaç paragraflık pencereler açtım öykümde.  Kısa kısa birkaç paragrafı alıntılayıp Antakya ve depremle ilgili düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

 

“Uygarlıkların, dinlerin, dillerin, mezheplerin kesiştiği, can bulduğu ve bu uygarlıkların sosyal hayatta esas kıldığı katlanma kültürünü günümüze dek sürdürüp bıraktığı mirasıyla, kadim kentimdeki her ölüm bir değer kaybıydı.

 

Bir şehrin insanları ölünce şehir de ölmüş sayılır mıydı? Evet sayılırdı. Şehre hayat veren, içinde yaşayan insanlardır. Binlerce yıllık uygarlığın mirasını şehre nakşeden o şehrin insanlarıdır. İnsanından hayat bulmuş bir şehir mozaiklerle donanır. Katlanılır kılar kendini.

 

Tedavim üç ay sürdü. Antakya’ya döndüğümde şehrin cesediyle karşılaştım. Çok zor olacaktı; ama bir gerçeği kabul etmek zorunda kaldım. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Antakya, kadim tarihinden kalan mirasını yitirmişti bu depremle. On binlerce insanla birlikte ölmüştü o koku, ölmüştü o doku…”

 

 

D : Edebiyat, toplumları etkileyen büyük olayların yanında unutulanların, atlananların, kimi zaman önemsenmeyen, kimi zaman kulak arkası edilen durumların da izdüşümlerinden oluşuyor. Sizce bu durumların izdüşümleri üretimlerinizi nasıl etkileyecek?

 

BEREKETOĞLU: Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, üretilen her şeyin sakız gibi çiğnenip atıldığına tanık oluyoruz. Müzikten tutun sanatın tüm kollarına kadar popülist tüketim kültürünün cenderesinden geçiyoruz. Yeni bir hayat modeli pompalanıyor insanlara. Gelişen teknolojinin, özellikle görsel kanadını kullanarak sözde çağa uygun insan modeli sunuyorlar topluma. Tüm dünya için geçerli bir sunum bu. Sorumluluk üstlenmeyen, çıkarcı, bencil bireylerden oluşan toplum oluşturuluyor hızla. Sorunuzda bahsettiğiniz edebiyatın izdüşümleri olacak üretimler, maddi ya da manevi güce tapınan insanların umurunda olmayacaktır. Eskiden de böyleydi diyebilirsiniz. Fakat bu denli çok değillerdi.

 

Edebiyat her şeye rağmen her zaman olduğu gibi yolunu doğru bir rotayla belirleyecektir. Yaşanılan her ne var ise; insanın vicdanına dokunarak yazılmaya devam edilecektir. Cehennem gibi yanan bir coğrafyanın ortasında yaşıyoruz. Ölümlerin, cinayetlerin, zorunlu göçlerin hesabı tutulamıyor artık. Çağın tanığı olan yazarlar, aydınlar yazdıkları romanlarla, öykülerle, makalelerle belge sunacaklar insanlığa. Edebiyatın öfkeyi örgütleme gibi bir misyonu da vardır. Öfkeyi örgütlemenin amacı barışa hizmet etmektir. Sanatın yok sayıldığı dönemlerde dahi, insanlığın evrensel bahçesine katkı sunanlar vardı. Şimdi de var olacaklardır. Yazarlarıyla, aydınlarıyla sanatçılarıyla…

 

Şairlerin yurdu “dilidir” der bir şair. Siz afet sonrası başka şehirlerde yaşamak zorunda kaldınız. Ama bu ayrılık kısa sürdü. Bir şairin doğduğu toprakları, şiirlerine can suyu bulduğu kentinden zorunlu göçmesi, ardından yeniden dönmesi nasıl bir duygu?

 

Önder KARATAŞ ( Şair, yazar): Defne’de yaşayan bir yurttaş olarak barınma, beslenme koşullarımızın ortadan kalkması, mesleki zorunluluklarla da birleşince deprem sonrası 5 aylık bir zorunlu göç sürecini tükettik diyebilirim. Tabii bu süreçte siyasal bağlarımız üzerinden şehrimize dönük dayanışma hattının örülmesi önemliydi.

 

“Bir akşamüstü geldik Eskişehir’e. Epey zorlu bir yolculuktu. Zira Toros dağlarını aşıp İç Anadolu düzlüklerinde yol almak, alışılamamış kuş türleriyle buluşmak bir başlangıç gibi görünse de; Nazım Hikmet’in, Enver Gökçe’nin sürgün yılları ömürden ömre uzamış, bizi de içine almış gibiydi”

 

Bu satırlar “Eskişehir’in Sesi” adlı gazetede yayınlanan bir köşe yazımın giriş kısmıdır. Göç kavramı (sürgün de öyle) akla iyiyi getirmiyor hiçbir zaman. Savaş, salgın, açlık, susuzluk, doğal yıkım gibi nedenler insan akışını acıyla birleştiren koşullar olageldi. Antakya gibi göçe meyilli olamayan, köklü bir şehrin bu deneyime zorlanması epey ağır sonuçlar yarattı. Üstelik ne zaman dönüleceği de bilinmeyen bir süreç bu. Uzun zamandır kapitalist görkem satıcılarına emanet edilmiş şehir imarının sonuçlarını Antakya halkları en ağır şekilde yaşadı. Yaşamaya da devam ediyor. Zira henüz tamamlanmış bir süreç, kapanmış bir hesap yok ortada. Sosyal, kültürel, ekonomik açıdan depremi de aşan bir yıkımla karşı karşıyayız. 1999 yılından beri “deprem vergisi” toplayan devletin, biriken bu devasa bütçenin tek kuruşunu depreme harcamadığını biliyoruz. Hal böyle olunca bu yıkımı sadece 7,7 veya 6,4 şiddeti ile ölçmemek gerekiyor. Sosyal, ekonomik, kültürel alanı içine alan faylar, bölgemiz için en yıkıcı yanını sürdürüyor diyebiliriz.

 

Antakya’ya dönmek, kaldığımız yerden yaşamaya devam etmek anlamına gelmiyor. Bizi geniş ve derinlikli bir mücadele zorunluluğu ve dayanışma sorumluluğu karşılıyor. Yaşamın kısmen sürdüğü bölgelerde dahi temiz su, ulaşım, sağlık vb. asgari talepler karşılanamıyor. Merkezi iktidarı bir yana bırakalım, yerel yönetimler de bu alanı terk etmiş görünüyor. Dolayısıyla yeni hayat, neredeyse bir yıldır yeni sorunlar ve önceliklerle tüm zorluğuyla (bekliyor demiyorum) yaşanıyor.

 

D : Afet sonrasında birçok sanatçı her şeyini kaybetti ve sizin gibi başka şehirlere gitmek zorunda kaldı. Bir bakıma kent dışında bir Antakya Diaspora Sanatı gelişti diyebiliriz. Bazı dergilerde sizin de şiirlerinizi okuduk. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

 

Ö. KARATAŞ: Deprem sonrasında, zorunlu göçe bağlı olarak belirli ölçek ve alanlarda görünür hale gelen çalışmalar görüldü. Benim açımdan deprem sonrasında oluşan olağan olmayan tarihsel deneyimlerin etkisiyle bir süre şiirden uzak durup, yaşananları yazı alanında anlatmaya çalıştım. Öncelikle ne şiir, ne de başka bir alan yaşanan ve yaşatılanların sonrasında olağan biçim ve yöntemlerle kaldığı yerden devam edemezdi. Bu bir biçim ve içerik arayışı değil, yaşanan gerçekliğe bağlılık tutumunu belirleme süreciydi. Bu süreç şiir çalışmalarım açısından devam ediyor. Şiir, depremin şiddetini tarihsel bir belgeye, bir anıta çevirmeli. Bunu söylerken salt bir yakınını kaybeden insan ağlayışından değil, tarihsel bilgi ve siyasal kavrayış olanaklarından beslenmelidir.

 

T. D : Bir doktor olarak kentte ayakta kalan nerdeyse tek sağlık kuruluşunda görevliydiniz. O dehşet günlerin en yakın şahidisiniz. Deprem sonrası travmalar uzun süre hatta nesiller boyu aktarılacağa benziyor. Sizce bu travmaların atlatılmasında sanatın rolü ne derece etkilidir?

 

 

Behçet EŞKİLİ (Doktor, yazar) : Deprem sonrasında kimilerini yitirdik. Kimileri yakınlarını evini binasını kendisine ait ne varsa ne yazık ki kaybetti. Ayrıca deprem sonrasında eğitim, sağlık, barınma alt yapı vb birçok hizmet sekteye uğruyor. Bütün bu olumsuzluklar ciddi bir psikolojik travmaya depresyona neden oluyor. İşte tam da bu süreçte esas rahatlatmayı hem psikolojik hem fiziksel ve insan vücudunun metabolizması açısından sanat sağlayabilir diyebilirim. Sanat, yaşanan bu acıları kabullenmeye içselleştirmeyle beraber insanda yarattığı psikolojik basınç ve travmayı şiir, müzik, resim vb etkinlikle azaltır hatta yok etmeye çalışır. Depremzedelerin gördükleri tıbbi tedavi kadar güçlü bir tedavidir  sanat…

 

D : Türk Tabipleri Birliği depremin ilk gününden beri sahada elinden gelen her şeyi yaptı. Sizlerin aynı zamanda bir kültür-sanat kolunuz da var. Bize TTB Ali Özyurt Kültür-Sanat Kolunun çalışmaları hakkında bilgi verebilir misiniz?

 

EŞKİLİ: Öncelikle meslektaşım TTB üyeleri arasındaki birçok şair, yazar, araştırmacı ve fotoğrafçı hekim, halkın ekonomik demokratik mücadelesinin yanında sanat, kültür alanında da ciddi faaliyetler yürütmektedirler. Bu değerli hekim arkadaşlarımızdan birini, Ali Özyurt’u ne yazık ki bir sağlık sorunundan dolayı geçtiğimiz yıllarda kaybettik. Ali Özyurt, yaktığı edebiyat kültür sanatı meşalesi şu anda TTB kültür sanat kolu olarak devam etmektedir. Depremden dolayı evini her şeyini kaybeden insanımıza hem tıbbi anlamda ilk yetişen hem de sahada kültür, sanat kolu olarak da faaliyetlerini sürdürmüştür TTB. Özellikle Antakya Sanat Derneği ile ortaklaşa yürüttüğümüz birçok sanatsal çalışma oldu. Bir edebiyat matinesinin yanında, kurulan birçok dayanışma koordinasyon merkezine beraber ziyaretlerde bulunduk. Yine kısa aralıklarla kente gelen, izlenimlerini farklı sanat mecralarında aktaran üyelerimiz bulunmakta. Bu isimler arasında başta Ali İhsan Ökten, Ayşegül Tözeren ve Demet Parlar’ı sayabiliriz.

 

Bir kente bir ömür ne kadar sığarsa o kadar vakittir Antakyadasınız. Her köşe başında sizden bir iz taşıyan bu kent deprem öncesi ve sonrasında şiirlerinizde nasıl yer buldu ve bulacak?

 

Bedran CABİROĞLU (Şair): 6 Şubat depremini üçüncü atom bombasından daha yıkıcı bir şekilde yaşadık. Her tarafta ölü ve yaralı insanlar. Taş üstünde taş kalmamış. Gece gündüz fark etmeksizin o anları yaşıyorum. Okurken de yazarken de depremi hâlâ yaşıyorum. Yazdığım şiirlerde imgeler patlıyor. Ağlıyor, sızlıyorum. İlgililere, sorumlulara ateş fışkırıyor imgelerimden. Söndüremiyorum. Şiirlerimi saklıyorum. Sorumluları hançerler, öldürür diye. Sakinleşmek için Asi Nehri’ne gidiyorum. Asi Nehri ile sohbet ediyorum.

 

D : Birçok depremzede gibi siz de konteynerde veya çadırkentte kaldınız. Şairin sonsuz ufku ile 20 metrekare hücre benzeri bir yerde kalmak gibi uç noktalardasınız. Bu hücre yerleşkeler sanatçıya ne hissettiriyor?

 

CABİROĞLU: Yaşam alanımız, ufkumuz daraldı. Çadırda soğuktan tir tir donduk. Elektrik ve su gibi yaşamsal kaynaklarımızdan yoksunduk. İnsanın duyduğu en büyük özlem eve duyduğu hasretmiş. Onu öğrendik. Çadır içinde susuzluktan çadır dışında asbestli molozlar yüzünden kanserden ölecek hale geldik. Ama yine de yitirmiyoruz umudumuzu. Bu kenti yeniden kurmaya olan inancımızla bütün hücreleri, sıkışmışlığımızı yırtıyoruz. Yazıyor, üretiyoruz. Sorunuza deprem sonrası yazdığım şu dizelerle yanıt vermek isterim:

***

Asi Nehri

Yaya köprüsünden geçtim

Ayakları kırılmış

Suya düştüm

Su,

Can akıyor…

***