Her ocak ayında Utah’ın Park City kasabası, karlı dağların gölgesinde sinema dünyasının kalbine dönüşür. Bugün bildiğimiz adıyla Sundance Film Festivali, aslında 1978’de Utah/US Film Festival olarak doğdu. O ilk yıllarda amaç, Amerikan sinemasının unutulmuş köşelerini hatırlatmak, bağımsız seslere küçük de olsa bir alan açmaktı.
Fakat asıl kırılma, 1980’lerin başında Robert Redford’un devreye girmesiyle oldu. Ünlü aktörün 1981’de kurduğu Sundance Enstitüsü, genç sinemacılara atölyeler, yaz kampları ve yaratıcı destek sunmaya başladı. Ardından festival, 1984–85 yıllarında Redford’un vizyonuyla yeniden şekillendi ve bugünkü kimliğini kazandı: Dünyada bağımsız sinemanın en önemli vitrini.
Bağımsız Ruhun Doğuşu
Sundance, başından beri büyük stüdyolara karşı bir meydan okumaydı. Quentin Tarantino’nun Reservoir Dogs’u, Steven Soderbergh’in Sex, Lies, and Videotape’i, Chloe Zhao’nun ilk filmleri, Ryan Coogler’ın çıkışı… Hepsi bu karlı dağlarda keşfedildi. Festival, sinemanın yalnızca gişe rakamlarından ibaret olmadığını hatırlattı.
Karlar Üzerinde Sinema
Burada kırmızı halı yoktur; yıldızlar kar botlarıyla yürür, yönetmenler seyirciyle aynı kafede kahve içer. Gösterimlerden sonra salonlarda uzun tartışmalar yapılır. Susan Sontag’ın dediği gibi: “Sanat, dünyayı yeniden algılamamız için bir davettir.” Sundance tam da bu davetin gerçekleştiği alandır.
Küresel İlham
Bugün Berlin’den İstanbul’a, Busan’dan Saraybosna’ya birçok festival, Sundance’in açtığı yolu takip ediyor. Çünkü Sundance yalnızca bir Amerikan fenomeni değil; tüm dünyaya ilham veren bir üretim modeli olmuştur: düşük bütçeyle, özgün hikâyelerle, cesur bakışlarla sinema yapılabileceğini kanıtlayan bir platform.
Redford’un Mirası
Redford, kendi yıldızlığını gölgede bırakıp başkalarının parlaması için alan açtı. Bu, bir aktörün değil, bir yurttaşın ve kültürel bir vizyonerin tavrıydı. Walter Benjamin’in sözünü hatırlatır: “Her miras, onu devralanların ellerinde yeniden yazılır.” Sundance de her yıl yeniden yazılıyor.
Okura Davet
Sundance, 1978’de başlayan ama 1980’lerde Redford’un nefesiyle yeniden doğan bir rüyadır. Küçük bir kısa filmde geleceğin yönetmenini, belgeselde dünyanın bilinmeyen yüzünü, kurmacada kalbinize dokunacak küçük bir hikâyeyi keşfetme ihtimalidir.
Ve bizler için, sinemanın hâlâ hayallerden, cesur seslerden ve özgür ruhlardan beslendiğini hatırlatan bir festivaldir.