Eksik Paragraf: Mehmet Fırat Pürselim’in Öykü Evreni
Söyleşi

Eksik Paragraf: Mehmet Fırat Pürselim’in Öykü Evreni

İlay Bilgili

Yazarların metinleriyle, kitaplarıyla ilişkisini merak ettiğim Eksik Paragraf’ın bu haftaki konuğu ilk öykü kitabı Hayat Apartımanı ile 2012 Naim Tirali Öykü Ödülü ve Akılsız Sokrates isimli ikinci öykü kitabı ile 2017 Orhan Kemal Öykü Ödülü ve 2017 Türkan Saylan Sanat Ödülü’ne layık görülen sevgili Mehmet Fırat Pürselim.

 

2020 yılında yeni öykü seçkisi Sakarmeke ve 2023 yılında yayımlanan Kumsalda: Korku Hikâyeleri ile okurlarını yeniden sevindiren Pürselim’i öyküleri ile baş başa bıraktım.

 

Keyifli okumalar.

 

‘Bir çocuğumuzun olacağını bilmek, seni mutlu eder, beni gene eskisi gibi seversin sanmıştım. Yanılmışım… Çocuğumuzun fotoğrafının üzerinde sigara söndürecek kadar benden nefret ettiğini bilmiyordum. Öğrendim. Merak etme, başına dert olmayacağız. Önce doktora sonra avukata gidiyorum. Not: Kendine kötü bak. Allah belanı versin.’
Çöpün içinde, ultrason fotoğrafını buldum. Parçaları birleştirerek hastanenin adını öğrendim. Evden fırlayarak çıktım, ‘Koş Sokrates koş!’ diye Kordon’da bağırarak fuleli bir koşu tutturdum.” Akılsız Sokrates, tanıtım bülteninden.

1.Kitaplarınızı yazarken sizi en çok zorlayan öykü hangisiydi ve neden?

Farklı sebeplerle zorlayan öyküler olsa da, Serçe, Akılsız Sokrates ve Artık Büyüdüm’ün yerleri ayrıdır.

 

Serçe’de evlatlık bir çocuğun annesini bulma öyküsü anlatılıyordu. Kafamda kurduklarımı okura anlatabilmek için bilinçakışı, bilinçüstü, bilinçaltı, hayal, rüya, iç monolog, iç diyalog, sayıklama, sanrı… çeşitli metotları aynı metnin içinde kullandım. Donmuş bir göl üzerinde yürür gibi adımlarımı dikkatli atmaya çalıştım, sağlam olmayan bir yerden düşersem bir daha toparlayamayacağımı bildiğimden dönüp dönüp üzerinden geçtim.

 

Akılsız Sokrates çok asiydi, kahraman olarak yazarını dinlemeyen, sürekli alıp başını gitmeye çalışan bir karakteri vardı. Onunla ne yapacağımı bilemez halde senelerce cebelleştim. En sonunda biraz ben ona boyun eğdim, birazcık o beni kabullendi, ortak bir kitapta buluşabildik. Akılsız Sokrates’i başta roman olarak düşünmüştüm. Epeyce de yazdıktan sonra bir noktada benimle konuşmayı bıraktı. Novella’ya çevirmeye çalıştım ama orada da suskunluğunu sürdürdü. En sonunda metnin içindeki kimi kısımları kaldırıp attım, kiminden farklı öyküler çıkarttım, kalanını da Akılsız Sokrates ve Tek Taş olarak ikiye bölerek kitabın farklı yerlerine bağımsız biçimde yerleştirdim.

 

Artık Büyüdüm, bir ses olarak geldi ve neredeyse hiç yazmadığım biçimde aynı gün karalamasını tamamladım. Ama çocuğun cinsel istismarı gibi oldukça ağır bir konuyu işlediğinden hayatın çıplak gerçekliğinden kopartarak edebiyatın tül perdesinin gerisinden göstermeye çalıştım. Gene de metnin üzerinden her geçtiğimde sarsılmaktan kaçamadım.

 

2.Öykülerinizde sessizliğin, anlatılmayanın ya da boşlukların yeri nedir? Okura bıraktığınız kısım için neler söylemek istersiniz?

Edebiyat, sinemadan farklı olarak her şeyi hazır sunmaz, okurun iş birliğine ve hayal gücüne ihtiyaç duyar. Aslında bu nefis bir şeydir. Bir sinema filminden çıkan herkes ana karakteri aynı biçimde tanımlarken aynı romanı okuyanların kafalarında kahraman farklı biçimlerde konumlanabilir. Başlarda daha geveze bir yazardım. Okura düşünecek daha az şey bırakıyordum. Ama zamanla -belki de yaşlandıkça- öykünün sahibi olmadığımı benden çıktıktan sonra okurun olduğunu öğrendim. Geveze biçimde anlatmak yerine kimi yerlerde susmanın ve hissettirmenin daha anlamlı olduğunu fark ettim. Hatta kimi metinlerimde okurun boşlukları benim kafamda kurguladığımdan daha güzel biçimde tamamladığına şahit oldum. Kimi öyküler bittiği halde kahramanları yaşamaya devam eder ve evhamlı bir baba gibi yollarını çizmeye çalışmaktansa özgür bırakmak gerekir. Herkesin metindeki boşlukları doldurmaya hakkı vardır, yazarın, kahramanın ve de okurun.

 

3.Kitaplarınızın bir yazar olarak size öğrettiği en önemli şey nedir?

Yaşanan onca acının, dramın, sıkıntının ve de neşenin, kahkahanın yanında yazmak hiçbir şeydir. Ama başkalarının üzüntülerine ve mutluluklarına aldırmadan yaşayan milyonlar varken okumak ve yazmak (tabii ki sanatın diğer dalları da) her şeye rağmen insan kalabilmek demektir. Kitaplar başkasına dokunabilmenin en güzel yolu bence, bu yolda okurluğu yazarlıktan ayıramam.

 

4.Yazma ritüeliniz metninizi ne şekilde etkiliyor?

Sessizlik dışında pek bir ritüelim olduğunu söyleyemeyeceğim. Kalabalık ortamlarda yazamam arkada çalan fon müziği bile kafamı dağıttığından istemem. Evde masamın üzerinde günün -genellikle- erken saatlerinde yazarım. Bunun metnime bir etkisi olduğunu zannetmiyorum ama faal olarak avukatlık yaptığım için ancak işimden artırabildiğim zamanlarda yazabiliyorum. Bu yüzden yazmak istediklerimin pek azını hayata geçirebiliyorum.

5.Bir öykü karakterinizle bir gün geçirme şansınız olsaydı, bu hangi karakter olurdu ve o gün neler yapmak isterdiniz?

Okaliptusun Ruhu öyküsünde Yunan şair Kostas Karyotakis’in son gününü anlatmıştım. İntihar etmeye giderken cebindeki notta geleceğe dair planlar yapması beni çok etkilemişti. Öyküyü yazmadan önce yazdıklarını okuyup fotoğraflarına bakmıştım, günlerce Kostas’ın ne düşündüğünü hissetmeye çalışmıştım. Hatta öyküyü yazıp bitirdikten sonra bile bir süre Kostas benimle yaşamaya devam etmişti. Onunla Atina’da sokak arasındaki bir meyhanede içmek isterdim. O sevgilisi Maria için yazdığı şiirleri okurdu, ben ona eşime ithaf ettiğim kitapta bir öykü kahramanı olduğunu söylerdim. O bana iktidardakilerden nefretini kusardı ben ona erkin nasıl bir demir kafes gibi tüm hayatımızı içine aldığını anlatırdım. Uzun uzun konuştuktan sonra uzun uzun susardık ama en çok susarken birbirimizi anlardık. Öyle güzel susardık ki, bu dünyanın en güzel muhabbeti olurdu.

 

6.Hangi öykünüz ipleri kendi eline aldı ve sizin planınızdan saparak bambaşka bir yere evrildi?

Cemil Kavukçu’nun, “Öykü kedi gibidir, siz onu sevmek istediğinizde değil o kendini sevdirmek istediğinde gelir” sözünü kendime şiar edindiğimden bir konu aklıma geldiği gibi yazdığım çok az olmuştur. Bir öyküyü yazmadan önce senelerce kafamda gezdirdiğimden yazmak için oturduğumda pek çok şey tamamlanmış olur. Tabii ki, yazının başına oturduğunuzda kahramanın yazardan kopup başını alıp gitmeleri de olur. Bu gidiş sizin planladığınızdan daha iyi bir yerlereyse müdahale etmeden ben de peşinden giderim ama çıkmaz sokaksa bir yerde engelleyerek benimle yürümeye zorlarım. Az önce bahsettiğim gibi Akılsız Sokrates, en asi karakterimdi.

 

7.Okurlarınızdan biri kitabınızı kapattıktan sonra bir cümle ile sizi hatırlayacak olsa, o cümle ne olsun isterdiniz?

“Bazen öyle kötü yenilirsin ki, daha fazla oynamak istemezsin. Bu bazenler öyle fazla olur ki, artık bazen demezsin.”

 

8.Sizin için yazmak neyin eksikliğini gideriyor ya da hangi boşluğu dolduruyor?

Aslında bir eksikliği gidermek gibi bir bilinçle yazmıyorum. Yazıyorum çünkü bunu biliyorum, bu benim dünyayla mücadele etme ve başa çıkma yöntemim. Yaşadığımız dünyada içimi acıtan çok şey var ve buna karşı tek başıma elimden bir şey gelmiyor. Ama bir yandan da yalnız olmadığımı ve içi yaralı pek çok insan olduğunu biliyorum. Yazı bizi bu insanlarla buluşturuyor. Çok düşünüyorum, “Yazmak bir işe yaramalı mı?” diye. “Evet, yaramalı,” diye cevaplıyorum. Ama, “Bir işe yarıyor mu?” sorusuna gözüm kapalı “Evet,” diyemiyorum. İşte, en çok, “Evet yarıyor”u bulmak için yazıyorum ve de okuyorum belki de.

9.Yazarken kendinize mi daha çok yaklaşıyorsunuz yoksa kendinizden uzaklaşıp bambaşka birine mi dönüşüyorsunuz?

Kahramanlarım ben değilim ama benden -bazen benim bile sonradan fark ettiğim- parçalar taşıyorlar. Yazdıklarım da benzer şekilde hayatımın -hayatımla alakası olmayan- parçaları. “Madame Bovary benim,” diyen Gustave Flaubert gibi bence yazar da aslında ne anlatsa bir yerde kendini anlatır. Bu sebeple yazarken daha çok kendime yaklaşıyorum.

 

10.Kendi yazınınızdan bir alıntı yapın ya da bir cümlenizin altını çizin desem bu hangi cümleniz olurdu?

“Birine inanmak dünyanın en güzel şeyiydi. Yalan söylediğini bildiğin halde inanmak aşktı.”