Adalet Ağaoğlu’ndan Murathan Mungan’a Gerçeğin Edebiyatı
Yazılar

Adalet Ağaoğlu’ndan Murathan Mungan’a Gerçeğin Edebiyatı

İbrahim Dizman

Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı’da şöyle der: “Roman sanatının insanları yargılarken değil, anlarken en büyük, en parlak sonuçlarını verdiğini hiç unutmayalım.” Roman türüne ilişkin  çoğu kez gözden kaçırılan, önemsenmeyen bir noktaya dikkat çekiyor Pamuk. Peki, romanı, kahramanlarını, karakterlerini ve olayları yargılamaktan uzaklaşıp anlamaya çalışırken ölçütler nedir? Başka bir deyişle romana nasıl bir büyüteç tutmalıyız ki önyargılardan uzak, sadece anlamaya ve dolayısıyla hayatımızı zenginleştirmeye neden olsun?

 

Sorular, roman türünün iki ana eksenini gözden geçirmemizi, irdelememizi gerekli görür. Biri yazardır. Onun hayatı algılayışı, gözlemleri, birikimi, anlatım gücü ve elbette dilsel yetkinliği; diğeri ise tam bunlara karşılık gelen okurun gözlem, birikim ve anlama, değerlendirme becerisi. Bu  iki ana eksen buluşmadığı sürece, yani okurun da olayların içine girmediği durumlarda roman yazarının hayal ettiği (bazen belki de hiç umrunda olmadığı) sonuçları da elde etmiş olmayız.

 

Yazarlar için romanda varlığını hissettirme,  kendini ele verme bazen bir tuzağa dönüşebilir.  Bu, kimi zaman onu kışkırtır, bile bile, bir siluet halinde kendini gösterme dürtüsü güçlenir; kimi zaman da ürkek, tedirgin bir tutumla puslu bölgelere çekilip kaybolmayı ister. Bu iki tutum yazarın yukarıda değindiğim hayal ettiği sonuçla ilgilidir. Okuruna bir şey demek istiyorsa, kendini romanda gösterme dürtüsü güç kazanır. Örneğin, Sefiller’in Jean Valjean’ında Victor Hugo’yu sezmemek, onu bir siluet olarak kahramanın kimi diyaloglarında görmemek mümkün mü? Kürk Mantolu Madonna’da, Almanya’nın karanlık coğrafyasında Raif Efendi’nin bir gölgesi gibi, bir hayal gibi gezinen Sabahattin Ali’yi görmez miyiz? Bunun tam tersi ise postmodern diye tanımlayabileceğimiz ama geniş bir türsel yelpaze içeren romanlarda kendini gösterir. Metnin, anlatımın öne çıktığı, kahramanların ve olayların silikleştiği okurun dilsel ve anlama yeteneğine yaslanıldığı yapıtlarda yazar kendini geriye çekebilir, kelimelerin zengin anlam ve çağrışım gücünün egemenliğine bırakabilir metni.

 

Metni dil ve anlatımın egemenlik olarak gören romanlar ayrı bir tartışma konusu, yazarın bir şey söylemek ve Orhan Pamuk’un belirttiği gibi “parlak sonuçlar” elde etmek istediği romanlarda ise okur farklı bir iz sürme durumundadır. Bir anlamda, romanlar okur için, kendini hayatı ve düşünce dünyası için bir turnusol görevi de görür. Bu tür yapıtlar iz de bırakır hem edebiyat tarihinde hem de okurda. Bunun parlak örneklerinden biri Adalet Ağaoğlu’nın “Dar Zamanlar” üçlemesidir. Özelikle de ilk iki kitap olan Ölmeye Yatmak ve Bir Düğün Gecesi.

 

Üçlemenin ana karakteri Aysel, 1960’lardan bugüne süregelen aydınların başat sorunsalının; aydının toplumla yüzleşmesinin ve bu yüzleşmeden her zaman yenilgi ile çıkmasının da simgesi olarak belirir romanda. Öğretim üyesi Aysel, bir otel odasında ölmeye yattığında, sorguladığının kendisi olduğunu bilmektedir; kendi yaşamına son vermektedir çünkü. Ancak bu ülkenin aydınlarının çoğu gibi, roman boyunca, ölmeye yatmasına neden olanın kendinden çok başkaları, toplum, bu ülkenin yaşadıkları olduğunu düşünmektedir. Bu düşünüş ve suçlama, bir bakıma kendini haklı görme çabasıdır da. Aysel, 1970’lerde ülkede yükselen sol dalgaya denk düşen bir kahramandır. Sol, ülkenin hâl-i pür melalini irdelerken rejimi, yani cumhuriyeti de katar sorgulamanın içine.  Halkın aydınlanmadan, uygarlıktan uzak duruşunu anlayamayan, kabullenemeyen cumhuriyetçilere  satır aralarında göndermeler yaparken gelinen durumu cumhuriyetin başarısızlığı olarak görmekten de çekinmez. Cumhuriyetçiler, en başta da öğretmenlerdir. Dündar Öğretmen’dir örneğin. Köy Enstitüsüne gönderdiği kardeşini anlayamamaktadır. Köy Enstitüleri neyin temsilcisidir, oradaki öğrencileri eğitenler cumhuriyetin gelecek öngörüsünü kurgulayanlar değil midir, türünden sorular bir açmaz olarak durur romanda. Aysel’i ve onun kuşağını sarsan ve derin bir kafa karışıklığına sürükleyen sorunsal, 12 Martta Sisifos Efsanesine dönüşürken, ağabey İlhan, Bir Düğün Gecesi’nde berraklaşacak olan devlet ve milliyetçilerin müteahhitlik temelinde işbirliğini simgeler. Bu, 21. yüzyılda “derin devlet”tir artık! Bir yanında da Ertürk’ün simgelediği ordu olur ve üçlemeyi okudukça  Orhan Pamuk’un işaret ettiği “parlak sonuçlar” okurun belleğinde billurlaşır.

 

Murathan Mungan’ın 995 KM’sini okurken de aynı parlak sonuçlara varmak mümkün, hem yazar hem okur açısından. Mungan, geçtiğimiz aylarda yayımlanan son romanında 1990’ların karanlık Türkiyesi’ne ışıldak tutuyor. Devlet-Hizbullah-PKK Güneydoğu’da nasıl bir iç içelik halinde karanlığı koyulaştırıyordu; kim, kiminle hangi dolapları çeviriyordu, devlet içindeki itiş kakışlar, vatanseverlik örtüsü altındaki çıkar ilişkileri nelerdi? Bu soruların yanıtları peşinde soluk soluğa kalıyor okur. Hele de o dönemi bilen, yaşayan bir okursa…

 

Kürt aydını Saim Baran’ı öldüren karakter üzerinden ilerleyen romanda iç içe geçmişlik, dönemi bilenler için hiç şaşırtıcı değil. Saim Baran, Musa Anter’i çağrıştırıyor hemen. İslamcı  örgütün devlet içine yerleştirdiği casus, devletin de tetikçisidir aynı zamanda. Yazarın, romanda ağır ağır açtığı pandora kutusundan Hizbullah’ın iç yapısı, devletin istihbarat örgütlerinin durumu, PKK’nın bu noktadaki konumu, bölgedeki olayları araştıran genç gazeteciler ve nihayet çok gerilerde her şeyden habersiz hayatını sürdürmeye çalışan sade insanlar çıkıyor. Mungan, romanını tanımlarken, gazeteduvar’daki söyleşisinde “Bu, belgesel değil, belgesel bir roman değil. Çok belgeden yararlandım, çok okuma yaptım. Dönem gazetelerini taradım. Özellikle adı geçen İslami tarikatlar üstüne okumalar yaptım. Kitabı yazarken Diyarbakır’dan başlayarak kitabın bütün geçtiği yerlerde iki kez yolculuk ettim. Kitabın ana kişisi olan katilin gezdiği yerleri gezdim. Bazı söyleşiler yaptım. Mesela okuyacağınız gar sahneleri, otobüs sahneleri için o dönemin otobüs şoförlerinden bilgiler topladım. Benim bilemeyeceğim detayları onlardan dinledim.” diyor. Mungan, aynı söyleşide romana nasıl yaklaşmamız gerektiğine de işaret ediyor, bir yazar olarak kendine geriye çekmeden, romanın temasını olaylar içinde çatarken kendini unutturmadan:“Diyarbakır’da başlayan bir hikayeyi anlatıyor ama kitabın teması ‘90’ların ikliminin çok da değişmediğini, hâlâ sürdüğünü gösteriyor. Yani ben Musa Anter cinayetini anlatıyorum demiş olabilirim. Ama siz isterseniz Tahir Elçi cinayeti diye de okuyabilirsiniz. Çünkü bu süre uzun bir zaman dilimini kapsayan kayıplar, ölümler, cinayetler zinciridir.”

 

Yazının başında sorduğum soruyu anımsamakta yarar var:“Peki, romanı, kahramanlarını, karakterlerini ve olayları yargılamaktan uzaklaşıp anlamaya çalışırken elimizdeki veriler nedir?” Bu sorunun yanıtı yazara göre değişebilir ama Adalet Ağaoğlu, Murathan Mungan gibi yazarların tercihi okuru da temanın, olayların, romandaki akışın içine çekmek, romanı birlikte ilerletmek ve sonra sayfada okuru hayatın gerçekliğiyle baş başa bırakmaktır. Bu tercihin bir yazınsal damar olduğunu belirtmek gerekir. Bir başka açıdan somutlarsak, Ağaoğlu’nun 1970’lerde işaret ettiği devlet içi karmaşık ilişki ağını Mungan alıp 1990’lara taşıyor ve okuru konuyla baş başa bırakıyor.

 

Geçmişten başka bir örnekse Halide Edip Adıvar. Kafasındaki sorunsalı romanın sonunda okuruna bırakıp çekilirdi o da köşesine. Kemal Tahir de öyle. İşte bu ana damardır ki metin yoluyla hayatımızı zenginleştirirken bambaşka parlak sonuçlara yol açar: düşünmek, irdelemek ve anlamak. Tıpkı Fernando Pessoa’nın “Edebiyat, hayatı mümkün olduğu kadar gerçek kılmak için çaba sarf etmenin bir adıdır” dediği gibi.