Al Sana Düş, Kes, Topla, Yapıştır, Anlamlandır, Kendi Öykünü Kur
Kitap İncelemeleri

Al Sana Düş, Kes, Topla, Yapıştır, Anlamlandır, Kendi Öykünü Kur

Adalet Temürtürkan

 Havva’nın Düşü, Nefise Abalı’nın, Öteki Yayınevi etiketiyle çıkan ilk öykü kitabı.  Öykü yarışmalarında ödüller kazanan, çizgi film senaristliği yapan, çocuk kitabı gak gak’ın yazarı Nefise Abalı, sanat- edebiyat alanında çok yönlü çalışmaya, üretmeye devam eden bir akademisyen. 2022 yılında okurla buluşan Havva’nın Düşü’nde üç başlık altında toplanan on altı öykü yer alıyor. Öykülerin dili, kurgusu,  metin- cümle yapısı, kelimelere yüklediği anlamlar alışılmışın dışında farklı bir öykü evrenine taşıyor okurunu. Mizah ve dram, taşlama ve isyan, kırgınlık ve yas duygusu iç içe kullanılmış. Rüya içinde rüyaların diliyle konuşan, kapı içinde kapılar açan öykü kişileri, açılamayan kapıların arkasında beklemiyor, hiçbir yere varamayan çapraşık yola itiliverdiğinde peki, demiyor, isyan bayrağını çekiveriyor.

 

Nefise Abalı bir kelime yıkayıcısı. Özünden bağlamından koparılmış, kirletilmiş kelimeleri yıkıyor,  asıyor, kesiyor, yan yana diziyor, ters yüz ediyor, yeni anlamlar veriyor. Yıkanmış, asılmış, kesilmiş, yarım,  namuslu, namussuz, anlamsız kelimelerle farklı öyküler kuruyor. “Kokuşmuş” öyküsünde, intihar eden arkadaşın ardından söylenenlere, söylenemeyenlere isyan, hiciv ve yas anlatısı hâkim. Sığındım. İlkin kelimeleri çıkardım, yıkadım, serdim balkona. Yan yana… ah laklak elâlem sömürtük nam’us orospuşt (S:59) Kelimeler sallanıyor ipte. Mandalın ucunda.  Anlamlarından uzak, harflerden müteşekkil. Birer ceset gibi…  Kimisi ters yüz olmuş, kimisinin harfleri bozulmuş, bazıları da birbirine yapışmış yıkanırken… Kuruyanları topladım iptenlak elâle mus söm   (S:60)

 

Öykü kişileri, etek boyunda ahlak, bacak arasında namus arayanlara, ölenin, öldürülenin ardından lak lak edenlere karşı isyana, patlamaya hazır dolu fişek gibiler. Eyleme geçen de var sürüklenen de. Yazar, yas duygusunun egemen olduğu “Elma”, “Hasan Hüseyin”, “Kokuşmuş”, “Mavi Sakal” ve “Kırkıncı Oda”, “Rapunzel ve Şey” öykülerinde, dilin imkânlarını kullanarak yas duygusunu okura geçiriyor.

 

Parçalı kelimelerden,  dünden bugünden, bastırılan iç seslerden, susmayan dış seslerden,  törenin öfkesinden, namus bekçilerinden, aile şiddetinden kaçırabildiği kelimelerle yeni cümleler kuruyor. Hayat gibi karmaşık, karmakarışık öykü parçalarını yap- boz tekniği ile bütünlüyor.   İncinen çocukları,  ergenleri, gençleri,  düşlediği özgürlüğe ulaşamayan, çıkış kapısı bulamayan, gelenekle bağını koparamayan, yeter artık, diyen kadınları konuşturuyor. Yakan, yıkan, kıran ilişkilerin, hayal kırıklığı yaratan, pişmanlıkla dolu geçen gençlik hallerine dair hikâye içinde hikâyelerin öyküsünü anlatıyor.  Hatırlatıyor, geçmişiyle yüzleştiriyor, hesap sorduruyor. Yaşadıklarını, yaşatılanı sorgulayan,  kendini tanıma, ifade etme yolunu arayan, isyan edebilen karakterler öne çıkıyor öykülerinde.  Kurgusu farklı, alışılmışın dışında. Bazen çocuk, bazen yetişkin gözünden ilişkiler, incinme halleri, sevgi arayışının kederi ve küçük mutlulukların sevinci kol kola yol alıyor öykülerde.

 

“Elma” öyküsü: Kırılgan bir genç kızın, ruhunda derin yaralar açan iki kaybın arkasından tuttuğu yas öyküsü. Radyo kanalından istediği, “Bu bendeki sevda değil” şarkısını dinlerken öğreniyor, babasının da istek şarkısıymış, babası da radyo dinliyormuş. Ayrılık acısının aynı şarkıda birleştirdiği iki kuşak, baba- kız ilişkisine, ilişkisizliğine incelikli göndermelerle değinilen öyküde,  kırılgan genç kızın küçük mutluluklardan aldığı buruk sevincine,  terk ediliş ve ölüm acısına şarkıların hüznü eşlik ediyor.

 

“…sonra birden arkadaşının biri,  Duydun mu?  dedi.  Yarın arkadaşımız evleniyor. Şuracğına, onun başını koyduğu şuracığına bir şey oturdu. Hayır,  o olamaz, dedi içinden… (S: 14)  Anladı, çıktı kafeden. Yürüdü. Servise bindi. Radyoyu açtı:  ‘Sevda değil.’

 

“Bu gitmeler gitmek değil”

 

… Radyoyu aradı. Cem Karaca, Son Olsun,” dedi. “Hediye etmek istediğiniz biri var mı?” Onun adını vermek istedi, vazgeçti, kendi adını verdi. Yatağa girdi ağladı ağladı, ağladı…  Uyudu.

 

Annem gitti, çok geçmedi evlendiği haberini aldı babam, sonra o da gitti. Babaannem gitmedi, beni bekledi, büyümemi. Her gün masallar anlattı: “Şahmeran öyle sevmiş öyle sevmiş ki delikanlıyı, gitsin istememiş.”(S:15)

 

Anne –baba- çocuk ilişkilerini irdeliyor Nefise Abalı. Önce annesi, sonra babası giden çocukların zihninde, yüreğinde sürekli kanayan yaraların kabuğunu kaldırıyor. Ayrılığın, terk edilmişliğin bıraktığı izlerin bitmeyen yasını dillendiriyor öykünün satır aralarında.

 

Modern hiciv anlatı diliyle kurduğu, mizah ve dramın iç içe geçtiği öykülerde, terk eden anne babaya sitemi,  sevgiliye öfkeyi,  ölen babaanneye özlemi, kıymeti ölümünden sonra bilinen şifacı dedeye hayranlığı dile getiren, ete kemiğe bürünen öykü kişileri yas duygusuyla yüzleşiyor.

 

“Havva” Öyküsü: Gecekondu mahallesinde, tuvaleti dışarıda olan tek gözlü bir evde oğlu Ömer’le yaşar yoksul Havva. Suspus bir çocuktur Ömer. Okuldan çıkınca doğru eve gelir, annesi fabrikadan gelene kadar bakkaldakilerin göz kulak olduğu Ömer, gözlerini yerden kaldırıp kimseye bakmaz. Yapboz oynar, her gün aynı resmi yapar, bozar,  annesi gelene kadar. Tütün fabrikasında çalışan Havva’nın üstü başı tütün kokar, buzdolabı yoktur. Bozulacakları kışın pencere önüne, yazın bakkalın buzdolabına koyar.  Gecekondu mahallesinde yaşama tutunmak için bir korkuluk lazımdır Havva’nın kapısına. Hayali bir koca yaratır kendine, oğlu Ömer’e de baba. Adı Remzi, tır şoförü.   İşi çok zormuş,  ha deyince eve gelemez, günlerce kalamaz,  komşuculuk yapamaz, veli toplantısına gidemez, mahalle kahvesinde takılamaz, Havva’yı koluna takıp gezemezmiş, Ömer’e çok düşkünmüş Remzi. Ara sıra gelirmiş evine, geceleri. İhtiyaçlarını giderirmiş. Havva öyle anlatıyor komşularına. Remzi’yi gören, tanıyan yok.  Ömer’in de haberi yok, Remzi var mı, yok mu, Ömer’in babası Kim? Havva’nın ele güne karşı kurduğu hayalî bir savunma hattı mıdır Remzi? Ve bir gün meraklı bir çocuk çıkar, şak, diye dillendirir gerçeği. Ömer de o gün duyar Remzi, diye birinin adını.

 

Yıllar sonra hatırlanan çocukluk anısı gibi anlatılan “Havva” öyküsü,  hangi sosyal sınıfa dâhil olursa olsun yalnız yaşayan kadının,  mahalle merakına karşı uydurmak zorunda olduğu küçük yalanların ifşası gibi kurgulanmış mizahı ve dramı içinde saklı, hoş bir öykü.

 

“Hasan Hüseyin” öyküsü: Çocukluğunu babasıyla birlikte toprağa gömüp çabucak büyüyen, anasının evladı, ordunun askeri, sonra nalbant, koca, arkadaşları arasında efe, tarlada çiftçi, çocukları olunca baba, şehre göçünce hamal, yaşı gelince hacı, torunu olunca dede, günü gelince emekli olan Hasan ki ömrünce her şey olmuş da bir tek çocuk olamamış, onu da torunu Feride’yi büyütürken anlamış. Çocukluğunu yaşamamış bir dedenin çocukla çocuk olma hallerine tanık oluyor okur. “Feride hep inandı dedesine. Çocukluğunun tanrısıydı o. Ne zaman üzülse iki eli belirirdi başının üzerinde; onu sıkıca kucaklar, omzunun üzerine alır, göğe yükseltirdi. Tanrının elleriydi onlar; dedesini çocukluğuna götüren, Feride’yi tanrıların katına çıkaran, ikisini çocukluğun bahçesinde buluşturan.(S:23)

 

Feride, çocukluğunun bahçesinden okul bahçesine geçtiğinde tanıştığı kuralların, öğretmenin tahtaya yazdığı kelimelerin dedesinden duyduğuna benzemediğini öğreniyor. Çocuklar, Feride’nin her dediğine gülüyor. Tanrı bildiği dedesinden dinlediği masal, hikâye ve sözcüklerin aslını okulda öğrenen Feride’nin gözünde dedesi,  her şeyi bilen tanrı değildir artık.  “Dedem hiçbir şey bilmiyor, diye düşündü. Bir daha ona inanmayacak, onu dinlemeyecekti. Zaten hiçbir şey onun anlattığı gibi değildi. Keloğlan açıkgözün tekiydi, Küllü Fatma’nın gerçek adı Sindirella’ydı, Nasreddin Hoca,  dedesinin arkadaşı değildi. Hz. Ali’nin aslan olması da olanaksızdı. Dedesinin “İki adımlık,” dediği yol, üç yüz adımdan fazlaydı. Matematikten de sayılardan da anlamıyordu.” (S:23) 

 

“Hasan Hüseyin” öyküsünü okurken,  ortaokul yıllarında dilime dolanan bir şiirin aklımda kalan tek dizesini hatırlıyorum. “Sen babanı aşacaksın çocuk…”       Ne yazık k bu dizenin sonrasını ve şairin adını hatırlamıyorum.  Sınıfta okuduğum gün öğretmen azarlamıştı, çünkü şiiri çeviren şairin  “vatan haini” sayıldığı yıllardı.

 

Nefise Abalı, “Yusuf” öyküsünde, ağlanacak haline gülenlere, aç gözlü uyanıklara mizahla yükleniyor. Rüya Kafe açma hayali kuran bir üniversite öğrencisinin girişimci ruhu,  hayallerinin ötesine, zenginliğin ve şöhretin zirvesine taşıyor onu.  Açtığı Rüya Kafe’de rüyaya yatan müşteriler için rüya kartı oluşturmak, bedava rüya tabiri kampanyası yapmak, Freud üslubuyla rüya yorumlama tekniği oluşturmak ve böylece müşteri görüntü çıtasını yükseltmek için her yola başvuruyor.  İstihare hizmetini faaliyet alanına eklemek ve bu hizmet için istihare kadınları katalogu hazırlamak gibi yeni ve yenilikçi adımlar sayesinde genç yaşta Rüya Kafe zincirini büyüten girişimcimiz hizmette sınır tanımıyor. Yaratıcı rüya yorumlama kursları düzenliyor. Başarılı kursiyerlere sertifika ve iş veriyor. Rüya makinesi,  rüya yorumlama ve çözümleme programları, müşteri memnuniyet politikası vb hizmetlerde çıtayı sürekli yükselten girişimcimiz,  e- kitap sektörüne de giriyor. Bir Rüya Tabircisinin Güncesi, Yaratıcı Rüya Tabirciliği, 100 Soruda Rüya Tabiri gibi e- kitapları tıklanma rekorları kırarken, Bir Günahkâr Tabircinin İtirafları söyleşisine hazırlanıyor. “Yusuf,” tam bir keriz silkeleme öyküsü, her alanda türeyen, çoğalan atölye, kurs avcılarına küçük küçük dokunuyor.

 

Her sokağını, her köşe başını hırlı, hırsız, arsız, yolsuz, katilin tuttuğu İstanbul’da tek başına yaşama korkusunun enerjimizi tükettiğini anlatan, “Melek” öyküsü, hem trajik hem komik.  Hep güleriz biz ağlanacak halimize, dedirten öykü. Üniversiteyi İstanbul’da okuyan, sonra memlekete dönen, odasını küçük kardeşi kaptığı için, salonda, gıcırdayan kanepede yatmaktan bıkan evin kızı, İstanbul’a dönme planı yapıyor. Aradığı işi buluyor. İstanbul’a taşınacak, tek başına kendi düzenini kuracak, kolay mı?  Anne – baba razı olur mu? Üniversite döneminde yurtta kalıyordu, ortam güvenliydi. Peki şimdi, nasıl olur? Kadın, tek başına, olur mu? Sadece aile değil komşular da panik içinde. Tüm haber kanallarında ve sosyal medyada İstanbul’da yaşanan bir kadın cinayeti haberi konuşulurken olacak iş mi bu?  Öykü burada başlıyor.  Genç kızı İstanbul’a uğurlama hazırlığı yapan akraba ve komşu kadınlar ziyafet sofrası etrafında toplanıyor. Hediye paketleri açılıyor. İstanbul’da tek başına yaşayacak genç bir kızın hayatta kalmasını sağlayacak mühimmat çıkıyor açılan paketlerden. Şiddette karşı korunma dersleri veriliyor ziyafet sofrasında. Ne yok ki mühimmat çantasında: Topuğuna basılmış, sivri burunlu, bir çift erkek ayakkabısı, Nişan yüzüğü, güneşlik, su tabancası,  biber gazı, çakı. Liste uzuyor, tedbir tavsiyeleri sıralanıyor.  Külhanbeyi erkek ayakkabısı yeni evin kapı önüne konulacak, yüzük hep parmakta olacak, perdeler daima çekili olacak…  İhtimaller ve tedbirler sıralandıkça korkuyor, İstanbul’a dönme fikrinden vazgeçmek üzere genç kız. Hayatta kalmakla hayallerinin peşinden gitmek arasında kararsızlık halini, gerçekliği, mizahı, dramı birbirine eklemlenerek başarıyla anlatılıyor “Melek” öyküsünde.

 

“Mişmiş” öyküsünün girişinde Shakespea’e’in Karl Lear eserinden alıntı olarak yerini alan şu cümle, kitaptaki bütün öykülerin ruhunu yansıtıyor. “Oysa benim ruhumda savaş var. Durmadan ölüyor içimdeki insanlar.” Bir delinin hayali, düşü, gerçeğini anlatıyor Mişmiş öyküsü: “Stop! Stop! hey dursanıza! ne yapıyorsunuz! Öyle kolay mı kız vermek! Olmadı. Baştan alalım her şeyi. Ne kadar baştan? Şey, doğumundan başlatsak.  Ooo güzelimsen de amma çok şey istiyorsun ya. Bizi yorma. Hadi!  Şimdi uslu kız ol, çık sahneye. Bak, seyirciler seni bekliyor, hadi! Olmaz. Acıktım. Ya şuna bir şeyler yedirin hemen! Anlaşıldı, bugün işimiz var seninle. Besle, büyüt, sonra da… Etinden, sütünden faydalan değil mi? Yok evladım, öyle demek istemedim. Öyle demek istememiş. Miş… Miş…(S:50) Baskıdan, önyargıdan, üstüne biçilen rollerden bıkmış, kural kıskacında sıkışmış, delirme eşiğini aşmış bir kadının hatıra defteri gibi kaleme alınan öyküde, akıllı ve eğlenceli bir delinin edebi metne dönüşmüş kâbusu anlatılıyor: “Bir, sahneye çık; iki, miş gibi yap. Bir iki üç… Mişşş… Gülümseyin, çekiyorum. Oldu mu? Eh, fena sayılmaz. Baban nasıl mutlu oldu, gördün mü? Bizim için gece gündüz çalışıp didiniyor zavallı. Bu kadarcık mutluluğu çok görmeyelim ona.

 

Miş gibi yapanlara ölüm!” (S:51)“ “Uçuyorsunuz… Özgürüm… kuş gibi hafifliyorsunuz… Onlar gibi… Yere yaklaştıkça daha da hafifliyorsunuz… Her şeyi geride bırakıyorsunuz… Kendinizi bile… Artık yere konmak üzeresiniz… Kendinizi bırakıyorsunuz.”(S:52) “Evin her köşesinde beni arıyor. Oh olsun beni bulamayacaksın işte. Kapılar çarpıyor. Kulaklarımda bir uğultu… Kurtulmalıyım…” (S:53)

 

Düş ve gerçek iç içe Nefise Abalı’nın öykülerinde. Yasak ve cevapsız sorularla yüksekten düşmeler, sapı kırılan kocaman ekmek bıçağına tutunma çaresizliği içinde çırpınış, kâbus ve ucu koparılmış ekmek dilimi, çilek reçeli. Hangisi düş, hangisi gerçek, hangisi kâbus? Heyecanlı, gerilimli, öyküler, sorusu çok, mutlu sonu yok öyküler. Farklı, şaşırtıcı, sıra dışı. Kesik metinleri, düş kesiklerini, parçalanmış düşleri önümüze koyuyor Nefise Abalı. Al sana düş.  Kes yapıştır, topla yapıştır,  anlamlandır, kendi öykülerini kur, diyor.  Yeni nesil öykü mü desem, sahiden düş mü desem? Alışılmış metinler değil.  Yeter artık, diyor, isyan ediyor, “Kırmızı kurdeleye hayır,” diyor, haykırıyor Nefise Abalı’nın kadınları.