Amin Maalouf’un ‘Labirent’i
Edebiyatın İzinde

Amin Maalouf’un ‘Labirent’i

İbrahim Berksoy

  1. Sarmal

Daha çok tarihsel romanlarıyla tanıdığımız Amin Maalouf, son yapıtı Labirent’te “Batı’nın hasımları” olarak konumlandırdığı İmparatorluk Japonyası, Sovyet Rusya ve Çin ile bunlara karşı “Batı’nın kalesi” konumundaki ABD’deki toplumsal ve siyasal dönüşümlerden hareketle son iki yüz yılda dünyanın içinde bulunduğu “sarmal”ı ele alıyor. Yazar, “milenyum”un başlarında, o günlerdeki “kaotik dünya” üzerine geleceğe dair kaygılarını “uygarlıklarımız tükendiğinde” alt başlığıyla Çivisi Çıkmış Dünya (2009) adlı kitabında dile getirmişti. Aradan yaklaşık on beş yıl geçtikten sonra yayımlanan Labirent, bir anlamda Çivisi Çıkmış Dünya’daki düşüncelerin yer yer tekrarı, yer yer de “güncellenmesi” anlamına geliyor. Yazarın geçmişten bugüne uygarlıkların rolü ve günümüz dünyasına olan etkisi üzerine düşüncelerindeki “süreklilik” ve “kesintiler”in izini sürebilmek bakımından bu iki kitabı birlikte okumakta yarar var.

 

Labirent’te, ele alınan coğrafyalara dair genel bir tarihsel perspektif sunabilmek, siyasal ve toplumsal çerçeve oluşturabilmek adına uzak geçmişteki kimi tarihsel dönemlere ve aktörlere de kısaca değinilmekle birlikte kitabın odaklandığı asıl zaman dilimi, çoğumuzun bir bölümüne tanıklık ettiği, savaşlar ve çalkantılarla geçen o “uzun” 20. yüzyıl ve bir de içinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreği.

 

Amin Maalouf kitabının önsözünde günümüz dünyasındaki başlıca gelişmeler ve daha çok da geleceğin dünyası üzerine ortaya kimi sorular atıp kitap boyunca bu sorulara kendi perspektifinden tutarlı yanıtlar arıyor. Örneğin “Batı’nın geleceği” üzerine şu soruyu soruyor: “Bugün gözlerimizin önünde yaşanan acaba gerçekten Batı’nın gerilemesi midir?” Sömürge imparatorlukları dönemindeki Avrupa’nın konumuna göre bugünkü Avrupa’yı “küme düşmüş” olarak nitelendiriyor yazar. İhtişamlı dönemlerinde Avrupa devletlerinin (Batı’nın) gücünü günümüzde diğer bir Batı’lı güç olan Amerika Birleşik Devletleri’nin temsil ettiğini ileri sürüyor. Bu görüşüne dayanak olarak da ABD’nin son yüz yıldır “Batı’nın hasımları” olarak nitelendirdiği güçlerin yolunu kestiğini, ilerlemelerini önlediğini, hasımlarına karşı yaşlı kıta Avrupa’nın koruyucu kalkanı olduğunu, “askeri gücüyle, bilimsel ve endüstriyel kapasiteleriyle olduğu kadar gezegenimizdeki siyasal, kültürel ve medyatik nüfuzuyla” (sf. 10) ABD’nin bu üstünlüğünü koruduğunu yazıyor. Yazar bir yandan bu satırları yazarken öte yandan da şu soruyu sormadan edemiyor: “Acaba bugün ABD de kaidesinden devrilmek üzere mi? Acaba bir bütün olarak Batı’nın küme düşmesine ve başka uygarlıkların, başka hâkim güçlerin yükselişine mi tanıklık ediyoruz?” (sf. 10)

 

Amin Maalouf, kendi hesabına, Batı’nın gerilediğini, bir ölçüde tam bir siyasi ve ahlaki iflasın eşiğine geldiğini teslim etmekle birlikte, Batı karşıtı güçlerin de ağır bir iflasın içerisinde olduğunu ileri sürüyor. Kitaba da adını veren “labirent” tam da burada başlıyor. Belki de birbirine hasım bu iki “zıt” dünyayı terazinin iki kefesine koyarken şu yargıda bulunuyor: “Ben, ne Batılıların ne de onların çok sayıdaki hasmının bugün insanlığı içine girdiği labirentten çıkarabilecekleri kanısındayım.” (sf. 10) Bu cümlelerden gezegenimizin giderek daha karmaşık, daha kaotik, daha kuralsız bir yaşam alanına dönüşeceğini çıkarabiliriz. Gezegenimiz deyince işin içine yalnızca insan, yalnızca devletler, yalnızca tarih, yalnızca coğrafya değil, tüm canlı ve cansız dünya, tüm yaşam alanları giriyor.

 

  1. Labirent

Anadolu’da bir “ışık ülkesi” olan Likya’yı gezenler bilir: Orada, Fethiye’de, kayalara oyulmuş anıt mezarlar vardır.  Bu anıt mezarları yapan mimar, heykeltraş Daidalos ile oğlu avcı İkaros işte bu ışık ülkesinde yaşardı. Bir gün Girit kralı Minos mimar Daidalos’tan içinden kimsenin çıkamayacağı karmakarışık bir hapishane kale yapmasını ister. Daidalos, “labyrenthos” adını verdiği olağanüstü bir kale yapar; o günden beri karmakarışık yapılara “labirent” denilmektedir. Kral Minos, “labyrenthos”tan kimse çıkamasın, “çıkış yolu”nu kimseler bilemesin diye baba ile oğulu labirente hapseder. Umarsız baba, çareyi, uçan kuşların kopan kanatlarını biriktirip kendilerine birer kuş kanadı yapmakta, sonra da bu kanatları balmumuyla kollarına ve omuzlarına yapıştırıp uçmakta bulur. Baba-oğul kanatlanıp uçarak labirentten çıkacaklardır. Ancak oğul İkaros kanatlarıyla o kadar gurur duyar, uçmaktan öylesine hoşlanır ki babası gibi denizin üzerinden süzülüp ülkesine sağ salim ulaşmak yerine yükseklere, daha yükseklere uçmak ister. Uçmak tutkusu onu güneşe daha çok yaklaştırır, güneşe yaklaştıkça da kanatlarını kollarına, omuzlarına yapıştıran bal mumu erimeye başlar. İkaros, daha fazla uçamayıp Sisam adasını çevreleyen denize düşüp boğulur. Bugün o denize “İkaros Denizi” denilmektedir. Uçmaya meraklı pek çok tutkulu insan geçmişten bugüne İkaros gibi uçmak istemiş, bu uğurda akla hayâle gelmedik denemeler yapmıştır.  “Havacılık tarihi” kitaplarının en heyecan verici sayfaları uçmak tutkusunun ürünü serüvenlerin anlatıldığı sayfalar olsa gerek… “Güneşe uçanların anısına” bugün kimi havayolu şirketleri, futbol kulüpleri, şirketler amblemlerinde, logolarında İkaros figürüne yer vermektedir.

 

Amin Maalouf kitabında bizi işte böylesine çetrefilli, karmakarışık bir labirentin içinde dolaştırmakta. Yazar, içinden çıkmakta zorlandığımız bu çetin labirentin sorumluluğunu daha çok tarih boyunca insanlığa derin acılar yaşatmış mutlak güç sahiplerine ve kendi dönemlerindeki özgürlükten uzak, katı, baskıcı uygulamalara yüklemekte. İnsanlığın en büyük trajedisi, yüzyıllar boyunca başında mutlaka bir hegemonik gücün bulunması gerektiğini düşünmesi ve bu gücün de “kötünün iyisi” olmasını dilemesidir. Atatürk’ün meşhur sözüdür: “Ehveni şer (kötünün iyisi), şerlerin en kötüsüdür.”  Gazi Mustafa Kemal Paşa bu tarihi sözü Sivas Kongresi’nde İngiliz Himayesi ile Amerikan Mandası arasında “bocalayan”, “acaba hangisi “ehven” (daha katlanılabilir, daha tercih edilebilir) diye düşünüp tercih yapmakta “zorlananlara” karşı söylemiştir. Yıl 1919. En halim selim olanı bile eline mutlak bir güç geçtiğinde ülkesinde, dahası bölgesinde kolayca bir zorbaya dönüşebiliyor. “Tarihin bize verdiği büyük ders budur” diyor Amin Maalouf kitabında.

 

  1. Tarihi yapan kitlelerdir

Toplumsal olaylarda, siyasal dönüm noktalarında, devrimlerde her ne kadar dönemin aktörlerinin, siyasal parti ya da örgütlerin rolü belirleyici olsa da daha geniş bir perspektiften bakıldığında bu tür büyük dönüşüm anlarının geleceğe taşınmasında, sürdürülebilirliğinde ve zaman içerisinde kalıcı olabilmesinde belirleyici olan kitlelerdir, halktır. Meşhur bir sözdür: Tarihi yapan kitlelerdir. Amin Maalouf kitabında yüz-iki yüz yıllık tarihsel dönemeçleri, savaşları ve devrim anlarını ele alırken olaylara daha çok dönemin aktörleri, partileri ve örgütleri açısından bakıyor. Örneğin Japon yakın tarihinden söz ederken başlangıç olarak 1853 yılında Amerikalı donanma subayı Komodor Matthew Perry’nin Japon Takımadası kıyılarında belirişine atıf yapıyor. Sonra da yaklaşık bir yüzyıl sonra bambaşka koşullar altında 1945’te Amerikalı General MacArthur’un gelişi… Öncesinde 1868’de başlayan ve İmparator Meiji’ye atfen adına “Meiji Restorasyonu” denilen yenilikçi dönem, sonrasında 1905 Japon-Rus savaşı, o savaşta elde edilen büyük zafer ve sonrasında özgüveni yüksek yayılmacı dönem… “Yıllar boyunca, Doğu halklarının sinesinden çıkan her reformcu veya devrimci hareket, Meiji dönemini referans aldı.” (sf. 43) diye yazıyor Amin Maalouf kitabının Japonya ile ilgili bölümünde. Meiji Restorasyonu’nun Osmanlı’daki etkilerine değinirken şu bilgiyi veriyor yazar: “1908’de patlak veren “Jön Türk” devrimiyle Sultan Abdülhamid’in önce yetkileri kısıtlanıp sonra da resmen hal edilince, hareketin başını çekenler Japon modelini açıkça sahiplendiler ve onun bir benzerini ortaya koyacaklarını ifade ettiler. Sonraki yıllarda Mikado’nun [Japonya’da İmparatorlara verilen san, İ.B.] ileri görüşlülüğünü, uyruklarının vatanseverliğini, öğrenim konusundaki özenlerini, üstlendikleri görevlere adanmışlıklarını, askeri ustalıklarını, ahlak konusundaki ödünsüzlüklerini öven birçok eser yayımlandı. Bu eserlerden 1911 yılında yayımlanan birinin başlığı adeta bir program niteliğindeydi: Rus-Japon Harbi’nden Alınan Maddî ve Manevî Dersler ve Japonların Esbab-ı Muzafferiyeti. Kitabın yazarı Miralay Pertev Bey, savaşın safhalarını yakından izlesin ve gereken dersleri çıkarsın diye bizzat sultan tarafından Uzakdoğu’ya yollanmış bir Osmanlı zabitiydi. Döndüğünde Meiji Restorasyonu’na derin bir hayranlık besliyor ve kendi ülkesinde de benzeri bir dönüşüm yaşanmasını arzuluyordu.” (sf. 42-43)

 

Benzer şekilde Rusya ve Çin’deki son iki yüzyıllık dönüşümler de sürüp giden savaşlar ile dönemin aktörleri, partileri, örgütleri üzerinden anlatılır. Rusya için 19. yüzyıl boyunca sürekli güç kazanmış Romanovlar dönemi, o dönemde serpilip gelişen yeni düşünceler ve zengin kültür sanat hayatı. Puşkin, Gogol, Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Turgenyev gibi yazarlar, Çaykovski, Rimski-Korsakov gibi kompozitörler, Mendeleyev, Pavlov gibi bilim insanları hep bu dönemin ürünleridir. Sonrasında beceriksizlikleriyle ünlü son Çar II. Nikola ve ardından gelen bir dizi karışıklıklar, savaşlar (1905 Japon-Rus savaşı, ardından, 1. Dünya Savaşı) ve 1917’de Lenin’in önderliğinde gerçekleşen Ekim Devrimi. Amin Maalouf’un “Leninist iradecilik” ürünü olarak nitelendirdiği Ekim Devrimi ve sonrasına dair değerlendirmesi şöyle: “Kararlı, öğretiyi özümsemiş, iyi örgütlenmiş küçük bir eylemci grubun herhangi bir ülkede iktidarı ele geçirebileceği fikri, hareketin hızla tüm dünyaya yayılmasını sağladı. Ancak bu bakış her yerde, emekçiler adına ama onların fikrini sormadan yöneten ve sürekli bürokratik keyfilikle baskıya kayan otoriter rejimlerin ortaya çıkmasını kolaylaştırdı. Sovyet iktidarının doğuşunda içkin olan bu sakatlık asla aşılamadı ve sonunda rejimin yıkılmasına yol açtı.” Devrim sonrasında yine dönemin aktörlerinin etrafında şekillenen bir koca 70 yıl… Lenin sonrası uzun Stalin dönemi, muhaliflerin yargılanması, sürgünler, 2. Dünya savaşı, soğuk savaş, Kruşçev, Brejnev ve nihayet Gorbaçov…

 

Doğu’nun tarihi pek çok yönden birbirine benzer. Çin tarihi de öyle. Batı’nın Çin’e olan ilgisi bir bakıma Venedikli Marco Polo’nun 13. yüzyılda çıktığı Doğu seyahati dönüşünde yazdığı “Dünya’nın Tasviri” adlı kitabıyla başlar. Bu seyahat sonrasında pek çok seyyah Uzakdoğu’da “merkez ülke” ya da “orta imparatorluk” olarak bilinen Çin’e gitti. Sonra tüccarlar, afyon tacirleri Çin’i neredeyse mesken tuttular. Sonra İngilizlerle savaş, Japonlarla savaş, bu böyle hep sürüp gitti. Çin’in “son imparator”u Pou-Yi’den sonra 1912’de Dr. Sun Yat-Sen’in liderliğinde cumhuriyet dönemi, karmaşa içerisinde geçen yıllar, Çan Kay-Şek dönemi, Japon saldırganlığı karşısında komünistlerle Çan Kay-Şek arasındaki iş birliği dönemi, ardından uzun ve sabırlı bir gerilla savaşı sonrasında Mao’nun önderliğinde gerçekleştirilen 1949 Çin devrimi. Devrimin lideri Mao ile Komünist Çin’in diplomatik dünyadaki yüzü Çu Enlay. Devrimin hemen sonrasında 1950-53 arası Kore savaşı. Leninist iradeciliğin bir benzeri olarak “İleriye Doğru Büyük Sıçrayış” teorisi ve ardında bıraktığı yokluk, sefalet ve felaket yılları… Sonrasında Kültür Devrimi… Mao, Kültür Devrimi’ni başlatmadan hemen önce karısına yazdığı bir mektupta şöyle der: “Göğün altında büyük bir altüst oluş yaşanacak. Sonra her şey yeniden düzene girecek.” 1966-76 arası o on yıllık dönemde “devrimci fikirleri bütün Çin’e yaymak” amacıyla milyonlarca kentli genç Çinli yerlerinden yurtlarından edilip kırlara gönderildi. Mao’dan sonra 1978’den itibaren bu uçsuz bucaksız ülkede yeniden denge ve istikrar arayışları Çin’in sabırlı ve bilge lideri Deng Xiaoping eliyle yürütülmeye başlandı. Gelişen ve değişen iç ve dış dünyanın gereksinmelerine göre sürekli güncellenen denge ve istikrarlı büyüme stratejisi o günlerden bugüne modern Çin yöneticilerine kılavuzluk etmeye devam ediyor…

 

Amin Maalouf’un “Batı’nın kalesi” olarak nitelendirdiği ABD’nin tarihi de karşısına “hasım” olarak koyduğu Japonya, Rusya ve Çin’in tarihinden pek farklı değil. Bu “cephe”de de liderler, savaşlar, sömürü, refah ve bolluk ile iç içe geçmiş ekonomik krizler… 4 Temmuz 1776’da imzalanan Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, ABD tarihinin başlangıç noktası olarak kabul edilir. Britanya’dan bağımsızlığın ilan edildiği o bildiriyi imzalayanlara (56 imzacı) daha sonra “kurucu babalar” denildi. Bildiriyi Thomas Jefferson kaleme aldı. Zengin yeraltı ve yerüstü kaynağı ile birlikte dinamik işgücü sayesinde 19. yüzyıl boyunca hızlı büyüme ve sanayileşme dönemi. Kölelik ve ırk ayrımı yılları. 1861-65 arası Kuzey-Güney iç savaşı. Kuzey’in zaferiyle yeniden toparlanma ve büyüme. 1. Dünya savaşı sonrası Batı’nın liderliğini İngiltere’den devralma. 2. Dünya Savaşı sonrasında ve soğuk savaş yıllarında hasımlarına karşı “Batı’nın kalesi” olma… ABD’nin tarihi biraz da Amerikan başkanlarının tarihidir. ABD’de birey ve bireysel girişimcilik, star sistemi hep geçerli olmuştur.

 

  1. Amin Maalouf’un Batı yanlısı bakış açısı ya da “Batı ve hasımları”

Amin Maalouf, kimi dengeleri gözetmekle birlikte “olaylara” esas olarak Batı yanlısı bir bakış açısıyla bakıyor. Kitabın sonuna eklediği kaynakçada da yazar beslendiği Batılı ana düşünsel damarı zaten ortaya koyuyor. Yazar, kendi yetişme ortamından örnekle Batı yanlısı tutumunu şöyle açıklıyor: “ABD’ye, onun üniversite kampüslerine, sonuç alıcılığına, yaratıcılığına, kabul ve entegre etme kapasitesine, aynı zamanda başarısının temel unsurlarından biri olan o çok ustaca kurulmuş, dengeli politik sistemine büyük saygı gösterilen bir aile ortamında yetiştim. Bu hayranlık duygusunu paylaşmaya devam ediyorum ve bugün bile, ikinci vatanım Avrupa, Victor Hugo, Stefan Zweig ve daha pek çoklarının dileğine uyup, Amerika modeline göre federe edilmiş kendi “Birleşik Devletler”ini kurmaya nihayet karar verse dünyanın en mutlu insanı olurum (sf. 251).”

 

Yazar, bu kitabı yazma gerekçesini, bir anlamda “meram”ını bir bütünlük içerisinde anlatabilmek için kitabın sonuna kendi içinde dört bölümden oluşan, “yeniden inşa edilecek bir dünya” başlıklı bir “sonsöz” eklemiş. Yazar bu “sonsöz”de esas olarak geleceğe dair kimi derin kaygılarını dile getiriyor.

 

Kitapta 16. yüzyıldan 19. yüzyıla değin Avrupa merkezli Batı’nın üstünlük dönemine dair getirilen eleştiriler daha çok “sömürgecilik” dönemi ve o dönemden kalan “kötü” hatıralarla (yerli halkları topraklarından sürme, köle ticareti, katliamlar vb.)  sınırlı kalıyor. Oysa Batı’nın üstünlüğüyle geçen sömürgecilik dönemi ve sonrasında yaşanan o koskoca 400 yıl boyunca dünya halkları derin ve sistematik bir yoksulluğun girdabına sürüklendi. Öte yandan ise “coğrafi genişleme”yle birlikte siyasal ve toplumsal düzenler bakımından dünyanın yeni bir döneme evrildiği, Avrupa’da başlayan Sanayi Devrimi’nin etkisiyle 18. yüzyıldan itibaren bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, yeni fikirlerin hızla yayıldığı, yalnızca Batı’yı değil Doğu’yu da değiştirdiği vurgulandı hep. Amin Maalouf da bu görüşte. Kitabın esas ilgi alanı olan 20. yüzyıldan günümüze kadarki baş döndürücü “gelişmeler” daha çok “Batı’nın kalesi” konumundaki ABD’nin oynadığı “rol” üzerinden ele alınıyor. 1929’daki Büyük Buhran, 2. Dünya Savaşı, Japonya’ya atılan atom bombaları, termonükleer dehşet, savaş sonrasında Batı Avrupa’ya kol kanat geren Marshall Planı, “soğuk savaş”, nükleer savaş” tehlikesi (Küba krizi), Vietnam Savaşı, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Sovyetler Birliği’nin çöküşü, bölgesel savaşlar, Irak’ın işgali ve nihayet ABD’nin trajik bir biçimde Afganistan’dan çekilişi vb. dönemin başlıca ayırt edici “olayları” arasında sayılmış. 1. Dünya Savaşı’na ortam hazırlayan 1800’lü yılların son çeyreğinden 1. Dünya Savaşı’na, sonrasında bütün bir 20. yüzyıla damgasını vuran “emperyalizm” olgusunu kapitalizm ile komünizm arasındaki bir yarış olarak yorumluyor (sf. 276) ve yarışı kapitalizmin kazandığını ileri sürüyor Amin Maalouf. Lenin, 1. Dünya Savaşı yıllarında Zürih’te sürgündeyken 1916’da yazdığı Emperyalizm adlı o ünlü kitabında emperyalizmi, “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak nitelendirmişti. Kitabı Türkçeye ünlü şairimiz Cemal Süreya çevirmişti: Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (Sol Yayınları, 1979).  Benzer bir perspektifle, halen devam eden Rusya-Ukrayna savaşına da “hasımları” karşısında Batı’nın koruması altındaki Ukrayna penceresinden bakıyor. Berlin Duvarı yıkılır yıkılmaz Avrupa ve ABD’nin inisiyatifi ele alıp tüm insanlığın dâhil olacağı bir uluslararası sistemi inşa etmekte geç kalmasını eleştirirken yine de çatışmaları önleyici, ferahı artırıcı, temel hak ve özgürlükleri koruyup kollayıcı, hukukun üstünlüğünün bütün kıtalara yayıldığı “yeni dünya”yı kurma görevini Batı’ya vermeyi ihmal etmiyor (sf. 281) … Böyle bir dünyayı kurarsa yine Batı kurar demeye getiriyor.

 

Yirminci yüzyılda yalnızca yirmi beş yıl arayla iki büyük paylaşım savaşına sahne oldu Avrupa. Avrupa’yla birlikte Uzak Doğu’dan Asya’ya, Afrika’ya, Orta Doğu’ya kadar uzanan geniş bir sömürge alanı da bu savaşların birer parçası oldu ister istemez. O toz duman dağıldıktan, soğuk savaş sona erdikten, Sovyetler Birliği çöktükten, “Batı’nın hasımları” birer birer yenildikten sonra dünya artık huzur bulur, NATO’ya filan gerek kalmaz, ABD’nin liderliğinde “tek kutuplu dünya”da barış ve huzur içinde, refah ve bolluk içinde gül gibi yaşarız diye umuldu ama öyle olmadı. Yeni “dertler” açıldı başımıza. Geçmişte nükleer felaketten korkuyorduk şimdi “iklim değişikliği”nden ve onun yıkıcı etkilerinden korkuyoruz. “Felaketin eşiğindeyiz” diyenler var. Artık kontrol edilemez hale gelen insan kaynaklı “tüketim”in yol açtığı sorunlarla boğuşuyoruz. Ormansızlaştırma diz boyu, “gezegenin akciğerleri yolunuyor” diye feryat ediyoruz. Bu gidişle nefes alacak temiz hava bulamayacağız, pet şişelerde içtiğimiz su gibi omzumuza asılı temiz hava tüpleriyle nefes alıp vereceğiz. Ekosistemimiz, faunamız, floramız, buzullarımız tehdit altında. “Dijital dünya” neredeyse tüm alışkanlıklarımızı hızla değiştirdi. Bir tür mutasyona uğruyoruz. Gündelik hayatımız, yaşam tarzımız, toplumsal yapımız, kentlerimiz, sağlığımız, yememiz, içmemiz hep değişti. Güvenlikli sitelerde oldukça güvensiz, oldukça kırılgan bir hayat yaşıyoruz. Covid-19 salgını ve sonrasında bambaşka hayat tarzları edindik kendimize. Ekranlara, programlara, teknolojik araç gereçlere bağımlı “uzaktan kumandalı” bir hayat yaşıyoruz artık. Çocuklarımızın gelecekteki yaşamının neye benzeyeceğini düşündükçe derin bir kaygıya kapılıyoruz. Onlar adına iyimser duygular besleyemiyoruz ne yazık ki. Artık hiçbir şey bizim denetimimizde değil, artık hiçbir şeye karar veremiyor ve artık hiçbir kötülüğü engelleyemiyoruz…

 

Bugünden çok geleceğimizi tehdit eden bu kaotik ortamda yazarın “arzu”su “uzlaşmış bir dünya” … Aslında bunun bir “hayal” olduğunu yazar da biliyor ama yine de şu satırları yazmaktan kendini alamıyor: “Uzlaşmış bir dünyanın, kimsenin dışlanmadığı, paylaşılan bir evrenselliğin hayalini kuruyorum. Artık yetişkinliğe geçmiş, farklı bileşenleri hiç kimseyi aşağılamadan ve kimse tarafından aşağılanmadan verme ve alma, başkalarını etkileme ve onlardan etkilenme arzusu duyan bir insanlık düşü kuruyorum. Elbette bu noktadan çok uzağız, yol uzun ama yürürken bir yandan da ufka bakmakta bir sakınca yok.” (sf. 273)

 

İçinde bulunduğumuz kaotik ortamda her gün yeni yeni sorunlarla boğuşurken Amin Maalouf kitabını yine de şu “iyimser” cümlelerle bitirmiş: “Çok geç değil. Bu “labirent”ten çıkma olanaklarına sahibiz. Yeter ki önce yolumuzu yitirdiğimizi kabul edelim…”

 

Geleceğimizi tehdit eden bu içinden çıkılmaz kaotik ortamın köklerini biraz da bütün bir 20. yüzyıla hükmetmiş “ilerlemeci” ve aynı zaman da “yıkıcı” “emperyalizm çağı”nda aramak gerekmez mi?

———————–

LabirentBatı ve Hasımları, Amin Maalouf, Çev.: Ali Berktay, Deneme, 288 s., Yapı Kredi Yayınları, 2024