Roman Kahramanları’ndan Çağrı
- 06 Eylül 2024
Anlamak zulümdür demiştim bir zamanlar sık sık, halâ da derim. İlk ben mi söyledim bunu, bir yerlerde mi okudum hiç bilemedim. Cümle alem nerdeyse ışık hızıyla düşmüşken anlamanın anlaşılmanın peşine, nedense pek bir yadırganırdım dostlar arasında. Uzun konuşmak istemezdim aslında. İki sözcükle özetlediğim halin nasıl olup da farkına varamadıklarını, açıklamaya ihtiyaç duyduklarını aklım almazdı.
Bitmeyen bıdı bıdı bıdılarıyla canınıza okur bir arkadaşınız, anlarsınız, kocası densizin tekidir, naapsındır, sizden başka tahammül edeni yoktur, anlarsınız. Patronunuz bekler; daha çok iş, daha uzun mesai, ücretinizde daha azla yetinmenizi bekler. Hayat zordur anlarsınız. Sevdiğiniz daha çok ilgi, daha çok sevgi kesmez jilet gibi ütülenmiş gömlekler ister, anlarsınız. Çocuklarınızın bir türlü kesilmeyen göbek bağları, hala yaşıyorsa annenizin sizi adam etme çabaları bitmez. Sizden çok sevdikleri biri mi vardır ki anlarsınız. Ne yapsınlardır.
Bunlar en yakınımızdan, en sıradan, en masum örnekler elbet. Dünya bize şurup şerbet yüklü bir tepsi sunmadı öyle ya.
Anlamak eylemi lâyıkıyla yer aldığında içinizde, artık tepkileriniz cebinizde kalakalır. Öfkeniz, başkaldırı fikriniz, karşı koyma isteğiniz, yol yöntem aramalarınız, kendinizi koruma çabalarınız, hatta intikam duygunuz.
Bir ülkeyi, dünyayı, tabiatı, coğrafyayı, tarihi, çağı, kültürü, geleneği, gelişimi, zihniyeti, felsefeyi, davayı, sistemi, yapıtı, savaşları anlamak kolay mı, mümkün mü, imkânsız mı yoksa.
Hele bir insanı, ya da toplamda insanı…
İşte tam da orda yedeğimize insanı anlatacak insan icadı loji’ler gerekecek.
Başta psikoloji, sonra antropoloji, etimoloji, sosyoloji, biyoloji, etnoloji. Geldik geleli çalışıp biriktirdiğimiz onca; dünyayı, insanı anlama çabası.
Nerden geldik, nereye gidiyoruz kafası.
Başımıza neler geldi daha neler olacak korkusu.
Adını zaten kendimizin koyduğu zaman ustayla başa çıkabilme isteği.
Var olmanın bitmek tükenmek bilmez uğultusu.
İyi olmak, kötü olmak. Makul, üretken, sinsi, çıkarcı, sevecen, yaratıcı, baş belası, açıkgöz, içten pazarlıklı, saygısız, vefalı, vicdansız, merhametsiz, aylak, bişey bişey olmak. Zalim ya da mazlum olmak. İnsan olmak kısacası. Anlamanın ve anlaşılmanın peşinde kendini paralayan yaratık.
Burada keskin bir viraj alıp tek paragrafla can dostlarımızdan laf açacak olursam, canlı olmalarına rağmen yazıda bile onları kişileştirmeyle konuşturduğumuzdan konu dışında kalıyorlar, üzgünüm. Oysa konumuzun en tatlı özneleri olabilirlerdi ki inanın tadından yenmezdi.
Anlamanın tuhaf çarkında dönüp durdukça meramımız dönüp dolaşıp anlaşılmaya gelir mi acep. Öyle ya, iki ucu da batan, acıtan bir ok var elimizde sonuçta. Anlayan yandım Allah, zulüm bu diye bağırırken, anlaşıldığını düşünen zil takıp iki tur dönüp oynar mı bilinmez.
Kendi adıma bu ikilemi yere göğe konulmayıp cepte taşınan empati kavramıyla da bağdaştırırım nedense. Hani o halde de hoşgörünün yanına biraz küçümseme efekti sıkıştırırız ya. Kendimi senin yerine koyuyorum, böylelikle de yaptığını, yaşadığını (o her neyse) kabulleniyor hatta kesmiyor, bağışlıyorum havaları. Dalgalı denizde egoların rüzgarıyla yelkenleri şişmiş teknenin yanında kulaç atmasına izin verilen yüzücü misali. Dostlarımın pek çoğu bu konuda da pek katılmazlar bana, itirazlar anında yükselir, yine bir nedense gerekiyor bu cümleye de. Çoğunun itirazı fikre yanlış yaklaştığım yönündedir. Yanlış yorumladığım. Hatta yanlış anladığım. Ha bir de bu “yanlış” etiketini yapıştıracağız anlamaya, anlaşılmaya ister istemez. Hem de sıkça. Neyse bunu bir başka paragrafa, cümleye sığdıracağız mecburen.
Geçende LBGT üyesi bir arkadaşımla konuşuyordum. Bana genç kızlığındaki bir nişanlanma olayından söz etti. Kimliğini bulma aşamasındayken başından geçen bir hadise. Aile, çevre baskısından, etkisinden. Dert bile yanmıyordu aslında. Uzun süredir tanışıyoruz onunla. Dinledim. Birlikte güldük, hüzünlendik, sustuk.
Sonrasında uzun uzun düşündüm. Yıllardır neler bölüştük, birlikte koştuk, düştük, kalktık. Onun yaşamdaki cinsel tercihi sıradan bir başkalıktı benim için. Sorgulamadan kabul etmek. En doğal haliyle. Anlamak, anlaşılmak ve kabul arasındaki ilişki ne kadar karmaşık, o an kafama dank etti desem yeridir. Bakış açımıza, donanımıza, bizden beklenene, benliğimizden beklediğimize göre şekillenen kabul etmeler, anlamış addetmeler, karşıdakine tepside sunulmuş, seni anlıyorum kartvizitleri. Tüm bunlar hikayelerin ölümüne mi sebep oluyor. Oysa bana bile ancak yıllar yıllar sonra anlatmaya cesaret ettiği hikayeleri vardı arkadaşımın. Ben her ne kadar onu anladığımı düşünsem, ona bunu hissettirdiğimi düşünsem de belki daha iyi anlaşılmak için bir hikayesini vermişti bana.
Başkalarını daha iyi anlamak, onların hikayelerinden üçünü beşini elde etmek demek belki.
Anlaşılmak isteği bile isteye hikayelerimizi teker teker dağıtıp, teker teker öldürmek.
Belki de daha iyi anlaşılabilmek adına büyük bir cesaretle soyunuyoruz hikayelerimizden uluorta, pervasızca, utanmadan hem de.
Peki bir de metinde anlaşılmaktan konuşalım mı? Adı öykü. şiir, roman, deneme olsun bu metnin. Şimdi biz yeni yazanlara şunu söyleriz. Eksiltmeler yapın, boşluklar bırakın. Okurunuzu aptal yerine koymayın. Çok anlatmayın. Bak, anlamadınız, bir daha bir daha anlatayım demeyin. Önemlidir.
Şöyle bir örnek vardır, severim. Kız, Güzin ablaya yazar. Ablacım, benim bir erkek arkadaşım var. Beni ailesiyle tanıştırmak isteyip evine davet etti. Gittiğimizde ev boştu, gelirler az sonra dedi. Bize iki bardakta kola ikram etti. Kolayı içince uyuyup kaldı. Ben bu çocukla evlenirsem mutsuz olur muyum? Kızım seni anan kadir gecesi doğurmuş der, Güzin abla. Bunun açıklamaya ihtiyacı elbette yoktur.
Ama eksiltmeyi ya da boşluğu beceremezseniz anlaşılmazsınız.
Öyle ya her okurunuz dilde uzun atlamacı değildir.
Amma, kendinizi önemsetmek adına akademik dilin tüm sözcüklerini ard arda dizerseniz, şiirde anlamı, diyalektiği, günceli yitirip uçup uçup kaçarsanız, söylenmemişin peşine takılıp abidik kubidik dizelerle derdinizi var etmeye çalışırsanız o zaman ben de size şu soruyu soruveririm.
Anlaşılmak ayıp mı ki kardeşim, bunu yapıyorsun.
Ha, absürdü ayrı severim. O başka. Ritmi pek bi başkadır.
Babayiğit harcıdır.
Eksiltmeyi, boşluk bırakmayı, absürt yaklaşmayı hepsini ama hepsini beceren yapsın.
Emin olun mevzu buysa, anlaşılmak hiç de ayıp değildir.
Az geri dönersek, anlaşılanın halinden memnun olup olmadığını sorgulamıştık ya, işte tam da oraya. Anlaşıldığını düşünen zil takıp oynar mı acep diye komikliği kendinden menkul bir cümle atmıştık orta yere. Yetinmesek, akıl fikir gezdirirken akılda başta, anlaşılmak ayıp mıdır diye bir garip, bir tuhaf soru sorulduğunu tahayyül etsek. Gülsek önce. Şaşsak. Daha neler desek mesela. Bütün dünya, tüm insanlık bu erişilmesi zor mertebeye ulaşmak için dekatlon yarışlarında dizlerini dirseklerini telef etmiş acemi atletlere dönmüşken hem de.
Anlaşılmak ayıp mıdır sahi? Hadi bu belki de hiç aklımıza gelmemiş garip sorunun etrafında döndürelim biraz zihnimizi. O zaman ilk önce ayıp kavramına dikeceğiz gözümüzü.
TDK’ye göre ayıp: toplumun ahlak kurallarına aykırı olan, utanç verici durum ya da davranış.
TDD’ye bakmadım bile yıllardır dil üzerinde olumlu (ayrımcı sözcüklerle, kötü kullanımlarla ilgili) pek bir adım atıldığını görmediğimden.
Fazla dağıtmadan çakılıp kaldığımız soruya geri dönersek, anlaşılmanın ahlak ya da töre kurallarına aykırı nasıl bir cürmü olduğunu algılamakta zorlanacağız. Bu açık. Ayıp bir yerimizi, uluorta bir yerde açmak mesela, ayıp. Ayıp ve yerimiz sözcükleri yanyana geldiğinde, bu da toplumun ahlak ya da töreleriyle ilişkili madem, başka bir toplumun uluorta yerinde ayıp olmayabiliyor. Burada Afrika’nın yerlilerini hatırlayalım, yeterli örnek.
Belki birileri tarafından anlaşılabilecek sığ bir yapımızın olduğu fikrine kapılıp ayıplayacağız, kimi, kendimizi elbet. Karakterimizin zayıflığından, sıradanlığından dem vuracak içimiz, kendimizi şikâyet edeceğiz, kime, kendimize elbet. Aaa ne ayıp diyeceğiz çok ayıp ne de kolay çözdüler güzelim varoluşumuzu, anladılar, anlayıverdiler şıpın işi. Oysa çok da karmaşık, pek de derindik biz. Kendimizi yapabilmek için taş taş tuğla tuğla merak, heves, bilgi, an, anı taşıdık da yükselttik duvarlarımızı. En çok sevdiklerimize, ailemize, yakın çevremize sakladık sırladık toplamımızı. Şimdi de anlaşılıverdik öyle mi, aaa ne ayıp.
Mübalağa bunlar boş verin. Kibir âdem oğlunun-kızının has dertlerinden biri olsa da dilerseniz geçelim bunları bence. Kendimizi ayıplama katsayımız öyle hesaplanamayacak zirvelere tırmanmaz pek. Bu tür sıkı becerilere koyduğumuz farklı adlar var sonuçta. Suçluluk duygusu, vicdan azabı, psikosomatik hastalıklar vesaire vesaire…
Yine de içimizdeki başkalarınca kabul görmeyen duyguların; kıskançlık gibi, inat, bencillik, tutarsızlık, hasetlik, fesatlık, kin tutma, küs kalabilme hallerinin yine başkalarınca anlaşılıvermesi, açığa çıkması bizi utandırır, burası açık seçik kabulümüz. Eh burada da az önce tanımda andığımız noktaya taşınıyoruz. Utandığımız durum ya da davranışlara ayıp deniyor. Yine de var olunca değil, anlaşılınca.
Ama tam da şimdi birlikte görüyoruz ki kavramların sözlüklerdeki anlamlarından çok dilin zamanla genişleyen doğurgan karnına yaslayacağız başımızı. Ayıpla kastedilen, çıplaklık olmasın sakın. Bedenimizin çıplaklığından söz etmeyeceğiz büyük ihtimalle şu an. İçimizden söz edeceğiz. Beynimizin içinde dönenip duranlardan. Ruhumuzun çıplaklığından.
Tutun ki anlaşıldık. Tutun ki içimiz dışımızda. Sergilenmişiz orta yerde, Görülmüşüz ki lime tiftik.
Anlar, anılar, düşler, hayaller, fikirler, travmalar, korkular, unutmak istediğimiz tüm acılar, sevdiklerimizin nefret ettiklerimizin hatıraları, öç planlarımız, sevdalarımız, unuttuklarımız, unutmak istediklerimiz, hayatla ilgili tüm planlarımız, beklentilerimiz, vazgeçtiklerimiz, vazgeçemediklerimiz, özlediklerimiz, adını duymak istemediklerimiz, hepsi, bizi biz yapan ne varsa yerlere saçılmış.
Ve biri gelmiş seni anlamış.
Anlaşılmak, öğrenilmendir aynı zamanda. Bilinmendir. Deşilmen, dağıtılmandır. Çıplaklığındır.
Anlaşılman, çıplaklığının teşhiridir, öyle ya. O vakit ayıptan söz edebiliriz belki de, pek inanmasak da biz bu kavrama.
Belki de vakti gelmiştir.