Avlular
Öykü

Avlular

Zafer Doruk

Sokakta bir gürültü koptu. Bir şeyler devriliyor, birileri bağırıyor, birileri heyecanlı heyecanlı konuşuyordu. “Sonunda belasını buldu!” dedi biri.

 

“Ölmüş mü?”

“Ölmüş, ölmüş!”

“N’olmuş?”

“Zeus saldırmış!”

“Anneee, Zeliş ölüye bakmaya gidiyor!”

“Gir kız çabuk içeri!”

Egzozu patlak bir motosiklet geçiyor sesleri boğarak.

“Yolu açın, yolu açın!”

 

Penceremin önünden koşarak geçtiler. Biraz uzaklaşınca sesler yavaş yavaş dindi ama bu sefer de ortalığa sokağın bu vakitlerde alışık olmadığı bir sessizlik çöktü. Bir tuhaflık var. Pencerenin dibinde uzandığım çekyattan parmaklıklara tutunarak doğrulup dışarı baktım. Rüzgârın turunç bahçelerinden uçurup sokakta topladığı yapraklar, durup durup soluklanan tıknefes ihtiyarları anımsatıyordu. Kediler az önceki kargaşa sırasında devrilen çöp tenekelerini karıştırıyor, gökyüzünde döne döne uçan kuşlar görünmüyor, yağmur bulutları yükünü almış, kuzeyden güneye doğru siyah gemiler gibi ağır ağır ilerliyordu. Sokakta hiç çocuk yoktu. Oysa ikindi vakti gürültüleri eksik olmaz.

 

Üç gündür dışarı çıkmadım, Canan’ı bekliyorum, dönecek, biliyorum, onun küslüğü saman alevi gibidir. Şaşı Ömer’e göre, dönseymiş şimdiye dönermiş. Hem niye dönecekmiş ki? Kadın çalışıyor, ben boş boş oturuyormuşum. O yetmiyor, eften püften şeylere sinirlenip evin huzurunu bozuyormuşum. Hem kelmişim hem fodul. Dua etmeliymişim ki iyi bir kadına düşmüşüm. Kıymetini bilmeliymişim. Şu dolmuşu bir an önce adam edip işimin başına dönmeliymişim. Tamirhanenin önünde aylardır yatıp duruyormuş. Kendimi onunla kıyaslamamalıymışım. O emekli, dul bir adammış. Köpekçi Adnan’ın yanına da pek takılmamalıymışım, Canan bundan da hoşlanmıyormuş.

 

Dolmuşun adam olması için dünya kadar para lazım. O kadar parayı ben nereden bulurum? “Bankadan kredi çekelim, araba tamirden çıksın, çalışır öderiz,” dedim, Canan küplere bindi. “Sana ve o külüstür dolmuşa güvenip de onca borcun altına giremem,” dedi. “Banka bu. İki ay geciktir, gözünün yaşına bakmaz, iyi kötü başımızı sokacak bir evimiz var, ondan da oluruz. Git başka bir iş bul. Sen bir iş bulana kadar ben babamın evine gidiyorum.”

 

Mantosunu giydi, çıkıp gitti. Bugüne kadar hayatımı şoförlükle kazandım. Dolmuşçu arkadaşlara haber bıraktım, iş olursa arayacaklar. Dönünce Canan’ı bulamayacağımı bilerek evden dışarı çıkmak, birileriyle konuşmak içimden gelmiyor. İki sokak ötedeki markete gitmek bile gözümde büyüyor.

 

Pakette kalan iki sigaradan birini yakıp avluya çıktım. Tahta perdenin gerisinde durup sokağı dinledim.

“Yılmaaaaz!”

Şaşı Ömer başını bizim avluya bakan pencereden uzatmış.

“Ne var?”

“Duydun mu?”

“Neyi!”

“Bizim avluya gelsene biraz!”

Evin arkasından dolanıp Ömerlerin avluya çıktım, tahta merdivenlerden inip beni karşıladı.

“Köpekçi Adnan’dan haberin yok mu?”

“Yok!”

“Zeus saldırmış.”

“Yapma ya! Gene mi? Peki n’olmuş?

“Ölmüş.”

 

Köpekçi Adnan’ın avlusuna geçtik. Avlunun içiyle sokak kapısının önü ana baba günü. Köpekçi Adnan’ı eski bir somyaya yatırmışlar. Gırtlağı parçalanmış. Gözbebekleri çürümüş iki üzüm tanesi gibi. Daha fazla yaklaşmadım. Şaşı Ömer bu konuda benden iyidir, yüreği kaldırır, yanına gidip gözkapaklarını indirirken elinin titrediğini gördüm. Zeus, canıyla birlikte Adnan’ın yüzündeki kötülüğü de alıp götürmüş, yerine bir bebek yüzünün masumiyetini bırakmış. Komşu kadınlardan biri bir battaniye getirip üzerini örttü. Battaniyenin üzerinde bir av sahnesi var. Avcının biri tüfeğini havadaki yabanördeğine doğrultmuş, öbür avcı ise köpeğine parmağıyla karşıdaki ormanı gösteriyor. Köpekçi Adnan yaz geceleri avluda uyurken üzerine bu battaniyeyi örterdi.

 

Güvercinlerin dirliği bozulmuş, huzursuzlar, uçup uçup anten direklerine, asmalı çardaklara, ağaçlara konuyor, sonra tekrar Adnan’ın damına yan yana dizilip sahiplerinin acı sonunu izliyorlar. Bunca yılın Köpekçi Adnan’ı bu sefer gafil avlanmış.

 

Mahalleli avluya doluşmuş, gözleri birleşip kocaman bir göz olmuş.

 

Zeus yavru bir köpek kadar neşeli, afacan, mutlu görünüyor. Zincirini çekiştirmiyor, suyun keyfini çıkarıyor. Oysa bu su muhtemelen az öncesine kadar onun için ağır bir işkence aracıydı.

 

Adnan köpeklerini satmadan önce onları ışıksız ve karanlık bir odada uzun süre kapalı tutar, sonra da bahçedeki gece gündüz açık bıraktığı musluğa zincirlerdi. Suyun yosun tutmuş betona düşüp üzerine sıçrayışı, pençelerinin arasından akıp gidişi, saatler süren bu eziyet hayvanın dengesini bozar, onu sahibine bile saldıracak hale getirirdi. Biz avluya girer girmez zincirini çekiştirerek yekindi, kanlı gözlerini üzerimizden ayırmıyordu. Ne zaman onunla göz göze gelsem insan olduğumdan utanır, “Çöz şu köpeği artık Adnan, yazıktır, bak sonu kötü olacak,” der, dinletemezdim. Sadık bir dost, bir yoldaş yerine kapısında vahşi bir bekçi isteyen insan bozuntularının arzusunu yerine getiriyordu. Zeus’un içinden bir canavar çıkaran Adnan, güvercinlerinin üstüne bir baba gibi titrer, zamanının çoğunu evinin damında onlarla geçirirdi. Geceleri uluma sesinden uyuyamayan sokak sakinleri Adnan’a bulaşmak istemedikleri için susarlardı.

 

Pis yaşıyordu Adnan. Önümüze sigara yanıklarıyla kaplı tahta sehpayı koyar, üzerine otunu, kâğıdını atar, Şaşı Ömer çarşafı hazırlarken o mutfakta çayı demler, yiyecek bir şeyler hazırlardı. Birbirimize ondan tiksindiğimizi söyler, pisliğinden yakınır, sıkılınca yine de onun yanına gelirdik. Gövdesiyle orantısız küçücük kafası, mavi kılcal damarların harita gibi yayıldığı pembe yüzü, kanca burnu ve yelken kulaklarıyla filmlerdeki uzaylı yaratıkları çağrıştırırdı.

 

Şaşı Ömer’in sardığı cıgaradan iki duman alınca bilincim dağılır, Zeus’un zincirinden boşalıp üzerimize doğru koştuğunu görür, oturduğum yerde sıçrar, kolumu yüzüme siper ederek kendimi korumaya çalışırdım. “Ömer, hadi kalk gidelim,” dediğimde Adnan bana bakıp pis pis güler, “Demli bir çay içsin açılır,” derdi. Çayı içince daha beter olurdum. Zeus dişlerini göstererek hırlar, bir sağımda bir solumda biter, musluk suyu sel olup üzerime doğru gelir, güvercinler kartal kanatlarıyla, çengel gagalarıyla damın ucuna sıralanıp bizi izlerdi.

 

Zeus ilk uyarısını daha önce yapmış, zincirini çözdüğü bir gün baldırından küçük bir parça kopararak, Adnan’a yarattığı eserin gücünü göstermek istemişti. “Hastaneden çıkınca kafasına bir kurşun sıkmazsam namerdim,” diyen Adnan, güvercinlerine ve evinin arkasındaki bahçede yetiştirdiği kenevirlere dadanan hırsızın kolunu kaptığı için onu bağışlamıştı.

 

Siren sesleri duyuldu. Araçlardan inen görevliler kalabalığı dağıtarak avluya girdi. Adnan’ın cenazesini ambulansa, iğneyle öldürdükleri Zeus’u belediye aracına koydular. Güvercinler barındıkları damın üzerinde bir süre döndükten sonra ikişerli üçerli postalar halinde uçup mahalleyi terk etti. Bulutlar deviniyor, gökyüzü çatırdıyor, kalabalık dağılıp evlere doğru kaçışırken yağmur hızlanıyor, çocuklar, “Yağ yağ yağmur, tarlada çamur, teknede hamur, ver Allahım ver sicim gibi yağmur!” diye bağrışarak koşuyor, aylar sonra yağan yağmurun tadını çıkarıyorlardı.

 

Hazır çıkmışken durağa uğrayıp arkadaşlara iş konusunu hatırlatayım dedim. Bakıyorlarmış, iş olursa haber vereceklermiş. Sigaramı, ekmeğimi alıp eve dönüyorum şimdi. İçimden bir ses, Canan dönecek, diyor. Arkadaşlar iş için arayacaklar. Her şey yine eskisi gibi olacak.