Ay ve Şenlik Ateşleri: Geçmişin Acıları/Geleceğin Umudu
Kitap İncelemeleri

Ay ve Şenlik Ateşleri: Geçmişin Acıları/Geleceğin Umudu

Toprak Aras

İnsanın barındığı, karnını doyurduğu, korunduğu, sevildiği, acı çektiği eğlendiği yerdir doğduğu toprağı/köyü/yurdu. O yüzden yuvadır. Damlanın okyanusla buluştuğu yerdir bir bakıma.  Tanımaya, merak etmeye, sorgulamaya, yargılamaya yuvadan başlanır. Çevreyle ilişki-merak etme-hep yuva üstünden yapılır. Merakla-bazen şartların dayatmasıyla-başlayan uzakları görme arzusu gitgide kıyaslamaya yol açar ve sonunda insan doğduğu toprakları/yuvasını bırakıp bir bilinmeze yol alır. Acaba uzaklar nasıldır? Güneşi başka, toprağı başka, havası başka, suyu başka, insanı başka mıdır? Dahası uzaklarda refah, huzur var mıdır?

 

Uzakların yolcusu düşlediğini/umduğunu bulamayabilir çoğu zaman. Sonucu hayal kırıklığı, yıkılmışlık, pişmanlık olabilir yolculuğun. Ama ya umulan, aranan bulunursa? Karınlar doyuyor ve insanlar mutluysa uzaklarda? O zaman doğduğu topraklara evim/yuvam demeye devam edecek midir uzakların yolcusu? Dahası damlanın okyanusla buluştuğu o yeri özleyecek, geri dönme isteği duyacak mıdır?

 

Cesare Pavese’nin Ay ve Şenlik Ateşleri romanı sanki bu sorulara cevap olsun diye yazılmış. Bu köye dönmüş olmamın bir nedeni var…  Aslında… gezdim dünyayı ama işte zaten bundan yoruluyor insan ve bir yere kök salmaya, burası toprağımdır, köyümdür demeye ihtiyaç duyuyor… (A ve Ş A, s.5) Çekip gitmek uğruna bile olsa bir köyü olsun ister insan. Köy demek yalnız olmamak demektir, insanında, bitkisinde, toprağında sana ait olan, sen yokken de orada kalıp seni bekleyen bir şeyler olduğunu bilmektir. (A ve Ş A, s.8)

 

Yılan Balığı(Ana karakterin bir adı yok romanda. Amerikalı, Moralı ya da Yılan Balığı lakapları kullanılıyor.) Birinci Dünya Savaşı sonrası sefaletin, açlığın, acımasızlığın hüküm sürdüğü Gaminella’da büyür. Daha bebekken bir katedralin merdivenine terk edilmiştir. Kendi ifadesiyle bir piçtir. Aileler öyle yoksuldur ki çocukları olmasına rağmen hastanenin verdiği bir gümüş lira için terk edilmiş piçlerin bakımını üstlenirler. Piçler sadece para için alınmaz. Büyüdükleri zaman ailenin geçimine, işlerin büyümesine yardım edeceklerdir. Kimi sonradan hem hizmetçilik yapsın hem de kolay başa çıkarım diye kız alırmış ama Virgilia zaten iki kızı olduğundan beni istemiş, biraz büyüdüğüm zaman evi büyük bir çiftliğe dönüştürüp hep birlikte çalışır rahat ederiz diye düşünmüş.(A ve Ş A, s.6)

 

Yılan Balığı(Yılan Balığı lakabını Mora’da çalıştığı çiftlikte alır. Öncesinde Gaminella’dayken anlatıcımızın/ana karakterimizin bir ismi bile yoktur.)  böyle sefalet dolu bir ortamda, bir gümüş lira için de olsa kendisini kabul edip büyüten Virgilia’ya ve Padrino’ya minnet duyar. Dokuz yaşındayken Virgilia anne ölür. Yılan Balığı tesadüfen kızlarla kardeş olmadığını öğrenir. Büyük kız Angiolina’nın yükü annesinin ölümünden sonra artar. Daha on yaşında bir çocuk olmasına rağmen oyun oynamayı bırakmak zorunda kalır. Eve o bakar, ekmeği peyniri o yapar. Hatta Yılan Balığı’nın parasını almaya belediyeye de o gider.

 

Sefaletin ve yoksulluğun bu denli çok olmasının birçok nedeni var elbette. Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkımın devam etmesi, ikincisinin ayak seslerinin duyulması, ardından savaşın başlaması, faşist Mussolini’nin iktidarda olması, bunca savaş yetmezmiş gibi bir de partizanlarla faşistler arasında iç savaşın çıkması, coğrafyanın zorluğu, insanların karınlarını doyuracak kadar toprağa sahip olmaması, yeterince ürünün yetişmemesi… Ama Yılan Balığı’nın arkadaşı Nuto’ya göre sefilliğin bir nedeni de rahipler ve zengin ailelerdir. “Hayır hayır”, dedi Nuto, “kazanan rahip oluyor. Işıkları, kestane fişeklerini, rahipleri ve müziği kim ödüyor? Bayramın ertesinde kimin yüzü gülüyor? Aptalların üç karış tarla için canları çıkıyor sonra da parayı rahip topluyor.”

 

“En büyük masrafı hırslı aileler yapmıyor mu sence?”

 

“Hırslı aileler nereden kazanıyor parayı? Hizmetçiyi, kadını, çiftçiyi çalıştırıyorlar. Ya toprağı nasıl elde ettiler? Neden kiminde çok kiminde az toprak olmalı ki?” (A ve Ş A, s.23) 

 

Yılan Balığı on üç yaşındayken Padrino kulübesini satar, kızlarını da alıp Cossano’ya taşınır. Yılan Balığı da büyüdüğü köyü bırakıp Mora’ya gider, zengin bir ailenin çiftliğinde yanaşma olarak çalışır. Yıllar sonra köye tekrar dönen Yılan Balığı bir yandan çocukluk günlerinin geçtiği yerlerde dolaşıp o zorlu günleri buruk bir özlemle anarken, bir yandan da köyden ayrılıp Mora’ya oradan da Amerika’ya gittiğine sevinir. Çünkü yuva olarak gördüğü Padrino’nun kulübesini zengin bir hanım almıştır ve şimdi o kulübede, karısını bir çiftlikte, oğlunu savaşta kaybetmiş; baldızı, yaşlı bir kadın ve Cinto adında bacağı sakat on yaşında bir çocukla-çocuk da piçtir-Valino yaşıyordur. Padrino Cossano’ya taşındığı zaman tesadüfen on üç yaşında buradan çıkmış olmasam şimdi ben de Valino ya da Cinto’nun hayatını sürdürüyor olacaktım. (A ve Ş A, s.31)

 

Aradan yıllar geçmesine rağmen köyde şartlar daha da ağırlaşmıştır. Çocukluk günlerini hatırlamaya devam eden Yılan Balığı, o zamanlar Virgilia’nın ne yapıp edip çocuklarının karnını doyurduğunu, ama şimdi hasadın yarısını mülk sahibi hanıma vermek zorunda kalan Valino’nun bunu yapamadığını görür.  Ama şimdi çalışan, hep çalışan ve gene de hasadını bölüşmek zorunda olan Valino’nun yüzünün neden asık olduğunu anlıyordum. (A ve Ş A, s.31)

 

Açlığa, sefilliğe dayanmayan Valino hırsını evdeki kadınlardan ve Cinto’dan çıkarır. Nuto bana Valino’nun kemerini belinden çıkardığı zaman kadınları hayvan gibi dövdüğünü-Cinto’yu da kırbaçlıyordu-çığlıkların ovaya kadar indiğini söyledi, bunun nedeni şarap değildi, açlıktı, sefillikti, rahat yüzü göremedikleri hayata öfkeydi. (A ve Ş A, s.52)

 

Hayata duyulan öfke günbegün büyür. Valino kimseyle konuşmuyordu. Çapalıyordu, buduyordu, bağlıyordu, tükürüyordu, onarıyordu, öküzün yüzüne tekme atıyordu, lapasını çiğniyordu, gözlerini avluya kaydırıyordu, bakışlarıyla emirler veriyordu. Kadınlar koşuyordu, Cinto kaçıyordu. Sonra uyuma saati gelince-Cinto akşam yemeğini kıyıda onu bunu kemirerek yiyordu-Valino onu yakalıyor, kadını yakalıyor, elinin altına kim gelirse onu yakalıyor, eşikte, samanlığın merdiveninde, kemeriyle dövüyordu onları. (A ve Ş A, s.81)

 

Kıstırılmışlığın/çaresizliğin pençesinde kıvranan Valino, bununla da yetinmez, yem verilmediği için kapıda sürekli, özellikle akşamları havlayan köpeğini de döver.  Öyle ki açlığın/sefilliğin yol açtığı şiddet Valino için bir kusma biçimi, dolayısıyla bir rahatlama vesiledir. Ne ki yokluğun/sefilliğin dayattığı kıstırılmışlığa/çaresizliğe derman olmaz bu kusma hali. Bilakis şiddet şiddeti daha da büyütür ve kaçınılmaz son bir gün gelir. Kadınların fasulyeleri toplamadıkları bir gün evin hanımı gelir, kendilerinin hakkı olan patates ve fasulyeleri de alıp götürür. Valino buna çok öfkelenir. Hanıma bir şey yapamaz, ama ya evdekilere?

 

Önce söylediklerine inanamadık. Babasının evi yaktığını söyledi…

 

“Lambayı devirmiş olmalılar,” dedim.

 

“Hayır hayır,” diye bağırdı Cinto. “Rosina ve nineyi öldürdü. Beni de öldürmek istedi ama izin vermedim… Sonra samanları tutuşturdu ve benim peşime düştü ama benim bıçağım vardı ve sonra kendini bağda astı. (A ve Ş A, s.132-133)

 

Cinnet, çalışıp da karınlarını bile doyuramayanlar için kaçınılmazdır. Yılan Balığı benzer bir sonun Padrino ve ailesinin de başına geldiğini öğrenir. İki kız kardeş(büyüğü Angiolina,  küçüğü Giulia)Madonna della Rovere’deki iki erkek kardeşle evlenmiştir. Ormanların arkasındaki çiftlikte ancak üzüm yetiştirip mısır unundan ekmek yapan Padrino’yla kızları için şartlar gerçekten zordur. İki erkek ağır çalışıyorlardı, kadınların ve öküzlerin canını çıkarıyorlardı; kadınların küçük olanına tarlada çalışırken yıldırım çarpmış, oracıkta ölmüştü, öteki Angelina-Angiolina-yedi çocuk doğurmuş, sonra kaburgalarından çıkan bir ur yüzünden üç ay boyunca acı çekmiş, üç ay boyunca bağırmış-doktor oraya ayda bir çıkıyordu-sonunda rahibin yüzünü görmeden ölmüştü. (A ve Ş A, s.52) Kızları ölünce, evde ona yiyecek verecek kimse kalmayınca damatları tarafından sokağa atılır Padrino. En büyük korkusu, yaşlı haliyle altında toprağı, başında damı olmadan ölmektir. Tarlalarda, şenliklerde karnını doyurmak için dolaşır, en son dilenmek için gittiği bir çiftliğin ağılında ölür. Korktuğu şey başına gelmiştir.

 

Yılan Balığı Gaminella’dan sonra Amerika’ya gidene kadar yanaşma olarak çalıştığı Mora’daki çiftliğin sahibi Bay Mateo ve kızların sonunu da öğrenir. Arabası bile olan, oldukça zengin Bay Mateo’nun üç kızı vardır. Silvia, Irene ve Santa. Kızlar piyano çalıyordur, eve terziler gelip gidiyordur. Buna rağmen onlar da yoksulların kaderi olan trajik sondan kurtulamazlar. Kızların içinde en uçarısı olan Silvia, yanlış tercihlerin neticesinde hamile kalır, yapmak zorunda kaldığı kürtaj nedeniyle yatağında acı çekerek ölür. Yakalandığı ölümcül hastalıktan kurtulan Irene ise umduğunu bir türlü bulamaz. İstemeden evlendiği ve babasının mülküne konan kocası Arturo tarafından sürekli şiddet görür, hayatı zindan olur. Santa ise kızların en güzelidir. Annesi Bay Mateo’nun ikinci karısıdır. Annesi ölünce Santa, Canneli’ye kaçar, bir oda tutup öğretmenliğe başlar. Ama öyle güzeldir ki Faşist Evleri’ne takılır, sarhoş olur, kara tugaylarla yatar. Sonunun ablası gibi olmasını istemiyordur. Benim de sonumun Irene gibi olmasını, bana tokat atanın elini öpmemi istiyorlar. Ama ben bana tokat atan eli ısırırım. (A ve Ş A, s.160)

 

Nuto’yla konuşan Santa’ya, Nuto safını seçmesini söyler. Santa bu kez partizanların safını seçer. Cumhuriyetçiler hakkında bildiklerini de Nuto’ya/partizanlara anlatır. Kara gömleklilerden öyle tiksinir ki artık tepelere çıkıp partizanlara katılmak ister. Ama geçmişinden, Faşist Evinde geçirdiği günlerden korkar. Ona yardım etmek isteyen Nuto, onu partizanların lideri Baracca’ya götürür. Baracca Santa’yı dinler, ondan Canelli’ye dönmesini ve emirleri beklemesini söyler. İki ay sonra bir Alman birliği onu yakalamak için Canelli’ye gelince Santa dağlara kaçıp partizanlara katılır. Bir süre partizanların safında savaşır, ama Baracca onun casus olduğuna dair kanıtlar olduğunu söyler Nuto’ya. Sonra yakalanır Santa. Baracca onu sorgular, kararı okur, dışarı çıkarıldığında Santa kaçmaya çalışır, ama makineli tüfekten kaçamaz. Ölü de olsa Santa öyle güzel, öyle baştan çıkarıcıdır ki cesedini toprağa vermezler. Bolca sürgün, filiz toplayıp cesedi yakarlar.

 

Görüldüğü gibi savaşın, şiddetin, yokluğun yıkıcılığı insanlar arasında ayırım yapmasa da bu şiddet ve yoksulluk sarmalında çoğu kez kadınlar, çocuklar ve hatta hayvanlar zarar görür. Savaşları çıkaran, ona kutsallık atfeden, şiddeti tek çare olarak gören erkeklerin dünyasında kadınlar, çocuklar besin zincirinin son halkasıdır çünkü.

 

Dünyayı gezen, gezmekten yorulan, bir yere kök salmaya, burası toprağımdır, köyümdür demeye ihtiyaç duyan, bunu da doğduğu, büyüdüğü, çocukluğunu, ilk gençlik yıllarını geçirdiği köyü olabileceğini düşünen Yılan Balığı, öğrendiği bunca şeyden sonra bu topraklara evimdir/yuvamdır/toprağımdır diyemez. Nuto’dan başka tanıdığı da kalmamıştır neredeyse. Üstelik her şey hem değişmiş, hem aynı kalmıştır. Daha doğrusu çocukluğunun güzel şeyleri-bağlar, dereler, tepeler, büyüdüğü kulübe, fındıklık vb.-ya yok olmuş ya da değişmiş; çocukluğunun olumsuz şartları da daha da ağırlaşmıştır. Hayal ettiğiyle bulduğu aynı değildir. Bunca acının yaşandığı topraklarda kalamayacağını bilir. Tek endişesi olan Cinto’yu-Cinto’da geçmişini görür, ona yakınlık duyar-Nuto evine kabul ettiği için içi rahattır. Artık gitmesine bir engel yoktur. Gidecektir. Ama nereye gideceğini kendisi de bilmiyordur. Böylece Cinto yaşayacak bir yer buldu, ben ertesi gün Cenova’ya dönecektim. Sabah Salto’ya uğradım, Nuto arkamda duruyor, bana “Git bakalım” diyordu. “Bağbozumuna dönmez misin?”

 

“Belki de gemiye biner giderim,” dedim. “Bir sonraki seneye dönerim bayrama.” (A ve Ş A, s.155)

 

Şimdi girişte sorduğumuz soruları hatırlayalım. Her ne kadar sorulara herkes kendi öznel penceresinden bir cevap verse de bendeki cevap şudur:  Bir yere yuva diyebilmeniz için o yerle alakalı geçmişin acıları/anıları, geleceğin umudunu gölgelememeli.

 

Peki bunca sefillik/acı/açlık insanlarda niçin isyana yol açmaz? En azından kuvvetli bir itiraz edilemez mi? İsyanın/itirazın edilmemesinin sebebini Yılan Balığı anlamıştır. “Sefaleti dört bir yandan gördüm,” dedim. “Sineklerin bile insanlardan iyi durumda olduğu köyler var. Ama isyan etmek için bu yetmiyor. İnsanların arkadan birinin itmeye ihtiyacı var…”(A ve Ş A, s.23)

 

Şunu hemen belirtmeliyim ki romanı hakkını vererek anlamanın yolu İtalya İç Savaşı hakkında bir şeyler bilmekten geçmektedir.  Zaten romanın birçok bölümünde, Eylül 1943’te başlayıp Mayıs 1945’te biten iç savaşın izlerini görürüz.  Özetlersek savaşın bir tarafında İtalya Direniş Harekâtı vardır. Harekâtın içinde çeşitli eğilimler, gruplar olsa da çoğunluğu çok iyi örgütlenmiş olan İtalya Komünist Partisi oluşturur. Ve partide kadınlar oldukça aktiftir. Parti, İtalya’dan faşizmin, İtalyan halkı tarafından yenilmesini, kesinlikle başını İngiliz ve Amerikalıların çektiği müttefiklere bırakılmaması gerektiğini, aksi halde ülkenin bağımsızlık mücadelesinde İngilizlere ve Amerikalılara borçlu olacağını belirtiyordu. Savaşın diğer tarafında ise faşistler vardır. Kraliyet ordusundan kalanlar, Kara Gömlekliler örgütü, bunların suç çevrelerinden örgütledikleri çetelerden oluşan faşistlerin arkasında, başında Mussolini’nin bulunduğu İtalya Sosyal Devlet’i, bu kukla devletin arkasında da Naziler vardır. Savaş, İtalya Direniş Harekatı’nım zaferiyle sonuçlanır. Naziler çekilir, Mussolini idam edilir.

 

Yılan Balığı’nın bahsettiği itmeyi sağlayacak güç, boyunlarına kırmızı mendil bağlayan partizanlardır, fakat bu itmenin o civardaki halk üzerinde pek de işe yaradığını söyleyemeyiz. Nuto hariç. Roman boyunca itirazı bir tek Nuto’da görürüz. Bazı batıl inançları olsa da Nuto bir partizandır, açlığın/sefilliğin nedenini biliyordur. Öfkesi, insanların yaşadıkları sefil hayatı kader belleyip kabul etmesinedir.  “Hayır hayır”, dedi Nuto, “kazanan rahip oluyor. Işıkları, kestane fişeklerini, rahipleri ve müziği kim ödüyor? Bayramın ertesinde kimin yüzü gülüyor? Aptalların üç karış tarla için canları çıkıyor sonra da parayı rahip topluyor.”

 (…)

 

“Hırslı aileler nereden kazanıyor parayı? Hizmetçiyi, kadını, çiftçiyi çalıştırıyorlar. Ya toprağı nasıl elde ettiler? Neden kiminde çok kiminde az toprak olmalı ki?” (A ve Ş A, s.23)

 

“İşin kötüsü,” dedi Nuto, “cahiliz. Bütün köy o rahibin elinde.”(…) “Bunlar takvim yazısını bile okumuyorlar ki.” (A ve Ş A, s.66)

 

Yolda insanları hayvanileştiren şeyin yoksulluk olup olmadığını sordum… O bana yanıt olarak, sorun hep para dedi: olsun olmasın, para var olduğu sürece hiç kimsenin derdi bitmez. (A ve Ş A, s.81,82)

 

Bunca yoksulluğun, açlığın, sefilliğin, ölümün olduğu romanda tebessüm etmemize vesile olan tek şey doğadır. Yılan Balığı, her şeyin hem değiştiği, hem aynı kaldığı çocukluğunun geçtiği tepeleri, bağları, fındıklıkları, patikaları, dereleri, çayırları, yolları gezerken ve o günleri hatırlarken bunu hep doğa üstünden yapar. Geçen yıl köye ilk dönüşümde neredeyse gizlice fındıklıkları görmeye geldim. Aralıksız uzanan bağları ve dereleriyle dik bir yamaç, başını kaldırdığından bile zirveyi göremediğin-ve kim bilir neredeki zirvede de başka bağlar, başka ormanlar, başka patikalar vardır-uçsuz bucaksız bayır olan Gaminella tepesi sanki kış tarafından soyulmuştu, toprağın ve ağaç gövdelerinin çıplaklığını gözler önüne sermişti. (A ve Ş A, s.6,7)

 

Neyse ki o akşam sırtımı Gaminella’ya verdiğimde karşımda Belbo’nun ötesinde sivri kayalarıyla tepelere yayılan, geniş çayırlarıyla uzanan Salto tepesini gördüm. Daha aşağıda çıplak bağlar, aralarında akan dereler ve ağaççıklar, patikalar, şuraya buraya dağılmış çiftlikler köprünün sırtına ya da evin arkasındaki çite oturup günler, yıllar boyunca seyrettiğim gibiydi.  (A ve Ş A, s.7,8)

 

Bunun yerine köprüden Belbo’yu geçtim, yürürken iyi çapalanmış, doğru yapraklarla iyi bağlanmış, bir bağdan ve ağustos güneşi altında pişmiş toprak kokusundan daha güzel bir şey yoktur diye düşünüyordum… Ve yeniden çevreme, o ağaç topluluklarına, sazlara, korulara, derelere bakarken, çevredeki köy ve kasaba adlarını düşünürken onların yararsız olduğunu, ürün vermediğini gene de kendi güzellikleri olduğunu… ve insanların gözlerini onlara çevirmesi, yuvaların olduğunu bilmesi iyidir diye geçirdim aklımdan. (A ve Ş A, s.48)

 

Cenova sokaklarında ilk yürüyüşümün nasıl bir hayal kırıklığı olduğunu anımsadım… Liman vardı, evet, kızların çehreleri, dükkânlar, bankalar, vardı ama bir sazlık, çalı çırpı kokusu, bir parça bağ neredeydi? (A ve Ş A, s.48,49)

 

Doğa, yoksulluğun mekânı olduğu kadar umudun da mekânıdır. Yağmur yağdırsın, toprağı uyandırsın,  bereketlendirsin diye geceleri tepelerin alev alev olduğu şenlik ateşleri yakılır. Yirmi yılını Amerika’da geçiren Yılan Balığı’na göre bunlar batıl inançtır ama bir partizan olan Nuto şenlik ateşlerine de, ayın doğduğu ilk günler yapılması gerekenlere de inanmaktadır. Nuto’daki bu çelişkinin elbette akla yatan bir izahını vardır. Savaşlardan, yoksulluktan, açlıktan, çaresizlikten perişan olmuş insanlar umutlarını koruyacakları bir ışık, tutunacakları bir dal ararlar. Her ne kadar Valino’nun, öldürdüğü kadınlarla birlikte evini de ateşe vermesi, partizanların Santa’nın cesedini yakması, yakma ritüelinin amacının değiştiğini gösterse de şenlik ateşleri yine de umut için yakılmaktadır. Umut yoksa gelecek de yoktur çünkü. Bu bağlamda Ay ve Şenlik Ateşleri her ne kadar açlığın, sefilliğin, şiddetin, çaresizliğin yoksulların kaderi olduğunu bağıran bir roman olsa da umudu da göz ardı etmez.

 

Pavese, bunca dramatikliği ajiteye kaçmayan, okuyucuyu salya sümük ağlatmayan,  sade, içten, canlı ve etkileyici bir dille anlatmayı başarmış. Zaten roman derinliğini/sarsıcılığını, okuma eylemi bittikten sonra zihinlerde devam eden huzursuzluktan almaz mı?

 

19Kasım2023

Korucuk