Ayak İzleri Silinmesin Diye
Öykü

Ayak İzleri Silinmesin Diye

Erkan Karaaslan

Belli bir yaşa ulaşmamızla birlikte başkalarının ölümüyle biz de yavaş yavaş tükeniriz. O çok sevdiklerimiz, kahramanlarımız gerilerde, anılar sisi içinde kaybolur. Zaman denen o garabet, hayatı gerçeklikten koparır. Artık sonunu bildiğimiz ve bizi oyalayan bir kurmacanın içine düşeriz. Yürik Hanım bütün bunları biliyormuş gibi kopmamak için düşmemek için pazar poşetlerine sıkıca sarılmış.

 

Hani yasaklanmıştı, hani çığırtkanlık yapılmayacaktı pazarlarda; sanki insanın kulağına kulağına bağırıyorlar hususi.

 

“Oğlum bir kilo soğan tartıver.”

Kimse memleketin derdini üstüne almayınca soğan bu fiyat olur tabii.

“Bir şey mi dedin teyzeciğim?”

“Yok sana demedim.”

 

Üç göbektir İstanbul’dayız ama artık bu memleket kara bir kazan oldu. Kazanın isi önce elimize, üstümüze başımıza bulaştı, şimdi de yüzümüze. O sebepten herkesin suratı kara. Artık suyla sabunla geçmez, ovsan da fayda etmez. Haksız mıyım? Sana diyorum Kaygısız, haksız mıyım? Haklıyım tabii ya. Hadi daha alınacaklar var, biraz acele edelim. Şu kalabalık olan yere gidelim, oraya biriktiklerine göre vardır bir şeyler.

 

“Bu kasaya ayrılan biberler ne kadar?”

“Yirmi versen yeter hanım abla.”

“Oğlum hep ezik, çürük bunlar. On beş olmaz mı?”

Üçün beşin hesabını yapar olduk. Bu memlekette her yer toprak, su; pazardaki bunca pahalılık neden?

“Valla hanım abla bana sormayacaksın onu.”

 

Zaten ona sormadım ki. Niye üstüne alındı şimdi? Almasın tabii ya, ben de almayayım üstüme, sen de alma, konu komşu da almasın. İyi de zengini, beyi, paşası mı alacak üstüne. Zamanında da böyleydi hep, bütün yük bizim çocukların sırtındaydı. Haksız mıyım? Sana diyorum, haksız mıyım? Üzüm mü çekti canın. Ara da bul, nerede üzüm tezgâhı? Aman geri yürüyemem şimdi bu kalabalıkta. Tamam, tamam asma suratını. Hadi üzümü aldıktan sonra yavaştan eve gidelim.

 

“Bir kilo çekirdeksiz olanından.”

Eskiden birkaç salkım fazladan koyarlardı. Şimdi gramın hesabını yapıyorlar bu yeni tartılarla.

“İki salkım dediğin on lira ediyor teyze. Herkese fazladan koysak battık gitti.”

“Haklısın evladım sana bir şey dediğim yok.”

 

Giderken unutturma da fırına uğrayalım evde ekmek kalmamış. Geçen Yeliz gelmişti, hatırladın mı? Hani tava gibi suratı olan. Hatırlamadın mı? Yahu torununa bakan kadın. Hah işte, ekmek peynir çıkardım çocuğa. Vay efendim ekmek çok bayatmış, çocuğun boğazında kalırmış. Kendi sarayda büyümüş ya hanfendinin.

 

Dizlerim yine sancıyor, pazar arabası yolda iyi gidiyor ama apartmanın merdivenlerinde canını çıkartıyor insanın. Sen de anca fıldır fıldır etrafı izle, iki poşetin ucundan tutmadın. Hadi atla bakayım, iyice genişlettin yeleğin cebini. Şu poşetleri boşaltayım, bir çay demleyeyim. Bu akşam bir şey yiyesim yok. Bugün de perhize uymayayım. Peynir, zeytin atıştırırız, üzüm de var. Bakıyorum üzümü duyunca yüzün güldü.

 

Gökyüzüne ilk yıldızlar serpilirken Yürik Hanım salonun ışığını yaktı. Dün geceden kalma buruşmuş çarşafın serili olduğu koltuğa bıraktı kendini. Apartmandaki tüm katlarda ve tüm dairelerde akşamın hareketliği başladı. Pencereler ışıklarla aydınlandı. Açılıp kapanan kapıların sesi, dairelerdeki koşuşturmalar merdiven boşluğunda yankılandı. Zaman geçtikçe kahkahalar, şakalar, dallanıp budaklanan anlamsız tartışmalar arı kovanını andıran bir uğultuya dönüştü. Bir daire diğer daireden, bir oda diğerinden habersiz soluk alıp verdi. Yavaş yavaş kelimeler azaldı. Televizyonun sesi ve saat tik takları eşliğinde sona gelindi. İşten gelenler, ev işlerini bitirenler için dinlenme vaktinin işareti gibi pencereler bir bir karardı.

 

Yürik Hanım oturduğu koltukta derin bir uykuya dalmış. Horlaması arada bir şiddetleniyor. Hafif aralı dudağından ip gibi uzayan bir salya eşarbına akmış. Kaşları öfkeli rüyalar görüyormuş gibi çatık. Her gece elinde kumandayla uykuya dalar. Sonra gecenin bir vakti birdenbire sıçrar. İlkin nerede olduğunu anlamaya çalışır, yabancı biri gibi etrafına bakar. Yine öyle sıçrayarak uyandı. Elini korkuyla yeleğinin cebine attı. Sonra derin bir nefes aldı.

 

Rüyamda seni kaybetmişim Kaygısız. Bir kayba daha dayanamam dedim. Bütün karakolları, hastaneleri geziyorum ama bir türlü bulamıyorum. Nasıl biriydi anlat, diyorlar. Adı Kaygısız, deyip seni tarif ediyorum, deliymişim gibi bakıyorlar bana. Bütün bunlar yetmezmiş gibi takma dişlerimi bardakta unutmuşum. Doğru düzgün konuşamıyorum. Saçları saçaklı diyorum, yemek salçalı anlıyorlar. Gözleri siyah zeytin, teni mor patlıcan renginde diyorum. Dilenci sanıp al şu parayı karnını doyur diyorlar. Onu ben ördüm tüyleri yumuşacıktır, makineden çıkınca mis gibi kokar diyorum arkalarını dönüp gidiyorlar. Bak korkudan elim ayağım titriyor hala. Neyse ki kabusmuş. Verilmiş sadakamız varmış. Of, başıma da ağrılar girdi yine, hadi gidip yatalım artık.

 

Yürik Hanım duvarda asılı duran ve her daim kendisini çağıran çerçevelenmiş fotoğrafa bakarak uykuya daldı. Tüm daireler, odalar sessizliğe büründü. Gece boyu sadece birkaç ışık yanık kaldı. Ağlayan bebeğini kucaklamış yatıştırmaya çalışan bir annenin gölgesi pencerede uzayıp kısaldı. Bir genç, hayaller kurarak ders çalıştı. Sabahın erken saatinde üst kattaki çocuğun çığlığıyla uyandı Yürik Hanım.

 

Ya hu bizi de dövdüler çocukken ama bu Süheyla da abartıyor biraz. Yok ödevini yapmadın, yok üstünü batırdın. Her sabah her sabah olur mu canım. Deli kadın sevince de abartır, dövünce de. Gerçi çocuk da biraz şeytan. Ama yine de ayarını bilmek lazım. Şimdiki aklım olsa bir fiske bile vurmazdım. Benim kıza da tembihlediğim oydu, çocuklar öyle yetiştirilmez. Bak, torun iyi bir mühendis oldu, şimdi Almanya’da. İlk zamanlar tek çocuk, gönderme dedim ama şimdiki vaziyete bakınca iyi ki gitmiş. Harlı ateşten inmiş kara bir kazan bu memleket. İçindeki her şeyi yaktı bitirdi. Haksız mıyım? Sana diyorum, uyuyor musun? Hadi kalk, parka gidelim. Doktora söz verdim ya, her sabah yarım saat yürünecek. Son verdiğim tahliller iyi çıktı. Doktor, epey düzeldin yetmiş üç yaşındaki biri için gayet iyisin; şu hareketleri de yaparsan ömrün uzar, dedi. Uzasın tabii ya, ben kolay ölmem, daha zamanı değil dedim. Sabah programındaki kadın ne diyor. Yeşil yapraklılar damar sertleşmesini, bunamayı önlüyor. Brokoli şekeri düzenliyor, göze de iyi geliyor. Hem suyu da faydalıymış, öyle lavaboya dökülmezmiş. Kara lahana, sarımsak bildiğin ilaçmış. Bol bol yiyelim bunları. Sen de sürekli hatırlat bana!

 

Park bugün pek kalabalık. Şu ellerini arkadan bağlamış ağır ağır giden Hayriye değil mi? Tabii canım o işte. Kalçaları nasıl dalgalanıyor. Yanına gidip iki çift laf edelim. O elinde tuttuğu poğaça mı? Deli ayol bu kadın! Sözde spor yapıyor. Aman hiç bulaşmayalım şimdi buna. O uyuşuklukla insanı yürümeden soğutur. Aklıma gelmişken bugün cuma, unutturma şeker falan alalım çocuklara dağıtmaya. Gerçi geçen hafta, çikolata yok mu dedi içlerinden biri. Olmadı hem şeker hem çikolata alırız. Sevinsinler biraz. Şu köşeyi dönen Nermin değil mi, bak gördün mü tanımazlıktan geliyor. Olur ya evine gideriz de bir demlik çay demler diye ödü kopuyor. Eski komşuluk kalmadı artık.

 

Dur oğlum, tamam sana da vereceğim! Hepinize yetecek kadar çikolata var. Çocuklardan en çok şu gözlüklü olanı seviyorum, baksana nasıl uslu, güzel bir çocuk. Sanki Mehmet’in küçüklüğü. Ona birkaç tane versem diğerlerine hak geçmez değil mi? Sana diyorum Kaygısız? Geçerse de yapacak bir şey yok. Bak fazladan verdim diye nasıl mahcup oldu. Böyle çocuklar kaldı mı artık. Demek hala varlar. Süheyla’nın oğlana poşet dolusu çikolata versen, başka yok mu der.

 

Yürik Hanım birbirine bitişik odalarla, birbirine bitişik dairelerle eski bir anın hatırası gibi yükselen apartmanın önünde durdu. Birazdan dar merdivenlerde ölgün adımlarının belli belirsiz sesi duyulacak. Derin bir nefes aldı, ardından bir daha. Sonra bir daha. Bu anılar kovuğuna sığınıp özlemin kokusunu içine çekerek uçup gitmesini engellemeye çalıştı. Sanki bu dinginlik, bu yaşam isteği bir nefes de olsa o kokuyu duymak içindi.

 

Sabah güneşi nemli havanın içinden süzülüp yeryüzüne değerken beyaz sabun, kahve, tütün, taze ekmek, sahanda yumurta kokusu apartmanı kapladı. Yürik Hanım bol yeşillikli bir kahvaltıdan sonra her cuma yaptığı gibi etrafın tozunu aldı. Yıkanan çamaşırlarını balkondaki iplere astı. Sardunyaların diplerini temizledi. Öğleden sonra televizyonu açtı. Karşısındakiler ne konuşuyordu pek emin değildi. Sesler titreşimler halinde salona yayılıyordu. Arada bir duvardaki saate bakıyor, sonra kafasını tekrardan televizyona çevirip hiçbir onaylama belirtisi göstermeden derin bakışlarıyla ekrandakileri izliyordu. Birdenbire zamanı gelmiş gibi elindeki çay bardağından son yudumunu alıp ayaklandı. Hafifçe iç çekip kızını aradı.

 

“Yarın gidecek misin?”

“Anne sana söylemiştim ya gelemeyeceğim diye. Şehir dışından misafirlerim var. İstersen sen de gitme. Semih gelip alsın seni, bizde kalırsın.”

“Olsun önemli değil, sen işlerini hallet kızım. Ben gideceğim, dizlerimin ağrısı azaldı daha iyiyim. Hem yalnız bırakmıyorlar, muhakkak gelenler oluyor.”

 

Yıldızlar serpildi gökyüzüne. Pencereler ışıklarla aydınlandı. Apartmandaki hareketlik başladı. Merdiven boşluğunda sesler yankılandı. Arı kovanını andıran bir uğultu eşliğinde zeytinyağlı taze fasulye yedi Yürik Hanım. Bir daire diğer daireden, bir oda diğerinden habersiz soluk alıp verdi. Perdeler bir bir karardı. Kimileri yorgunluktan; kimileri için sıkıntıdan, kederden, endişeden kurtulmak için başlar yastıklara gömüldü.

 

Yürik Hanım sabah milyonlarca insanla birlikte gözünü açtı dünyaya. Milyonlarca düşünceyle, milyonlarca hatırayla dolu dünyaya. Yıpranmış albümün sayfalarını ağır ağır çevirdi. Mehmet’in bebekliğinden başlayarak sıralanmış fotoğraflarına baktı. Üniversite yıllarında çekilmiş bir fotoğrafın üzerinde gezdirdi parmaklarını. Bak şu esmer oğlanı çok severdim Kaygısız. Evimize gelip giderdi, elinden kitap düşmezdi. Mehmet’te çok severdi onu. Kahrolasıcalar onu da götürdüler. Mehmet hep anlatırdı, köylerinde çok eziyet etmişler onlara. Buralarda da rahat bırakmıyorlar, bu insanları savunmak benim de görevim, derdi.

 

Yürik Hanım sabah yürüyüşünden geldi. Duşunu aldı. Bol yeşillikli kahvaltısını yaptı. Küçük çantasına birkaç iç çamaşırı, kıyafet yerleştirdi. Duvardaki çerçevelenmiş fotoğrafı indirip beyaz bir eşarba sardıktan sonra poşete koydu. Saate baktı, birazdan otobüse binecekti.

 

Çantasını omzuna asmış, poşeti kucağına almış; oturduğu koltukta cama dayadığı başıyla dönüp duran dünyaya, bu kara kazana bakıyor. İçinde yine o istek beliriyor. Dönen dünyanın yüreğine defalarca bıçak saplamak sonrasında lanetler, küfürler yağdırmak istiyor boşluğa. Ellerini dişleyerek bastırıyor duygularını.

 

Kaygısız neyse ki cumartesileri otobüste oturacak yer oluyor. Şanslıyız değil mi? Yoksa zor oluyor ayakta gitmek. Sana diyorum? Bugün hava epey sıcak. Sabah yürürken çok terledim. Hasta olmam inşallah. Bu havada zatürre olanlar bile var. Geçenlerde bir ana daha öldü. Yaprak dökümü gibi bir bir gidiyorlar ama benim için daha zamanı değil. Şeytan kulağına diyelim. Öyle değil mi? Senin için hava hoş, hiçbir şeyi umursamıyorsun. Ne düşünüyorsun Kaygısız. Ölmeden bulacak mıyım Mehmet’imi? Ne tuhaf, sen onu hiç tanımadın, bense unutamıyorum. Ben onu doğurdum o da beni. Ama biliyorsun onu nasıl özlediğimi. Bir kere koklayabilsem kemiklerini, bir kere içime çeksem, bu dünya gözümde değil. Biliyorsun değil mi?