Bahçede Bir Rüzgar Esti
Öykü

Bahçede Bir Rüzgar Esti

Erkan Karaaslan

Belimdeki ağrı, dizlerimdeki kireçlenme hareket edince rahat veriyor. Yürüyorum da yürüyorum, mahallenin etrafını üç kez turluyorum. Yollar, insanın en iyi dostu; seneler gibi uçup gitmiyor, eşlik edeceği yolcusunu sükunetle bekliyor. Hem bir tek yürüdüğümde geçmişin esintilerini anımsıyorum. Ama hatırladıklarım karanlık, eksik, silik, yıpranmış fotoğraf kareleri. Hatırlanamayan anlarsa tuhaf hissettiriyor, sanki tıkır tıkır işleyen bir saatin aniden durması gibi, olduğu yere mıhlıyor insanı. Sonra unutunca asabileşiyor, tedirgin oluyorsun, her şeyden kuşku duyuyorsun; en kötüsü de kendini kaybolmuş hissediyorsun. Sanırım insanın anılarını elinden almak kötülüğün şahı. Belki bu yüzden hep elimde dal parçasıyla dolaşırım, tutunmak için. Şimdi de elimde yenidünya ağacından kopardığım dal parçası var, onunla dertleşerek akşamı ettim. Tabanlarım biraz soğusun diye neresi olduğuna bakmadan önüme gelen ilk kahvede soluklandım. Kahveciye tazesinden çay, dedim. Yüzüme bakıp, bayatı olmaz bizde, dedi.

 

Yaz günü masaları dışarı atmışlar. Birkaçında okey oynayanlar var. Avlunun uzak köşesinde oturan sekseninde bir ihtiyar başını öne eğmiş ellerini izliyor. Bu sahne çok ilgimi çekti. Elindeki kırışıklıklara, lekelere bakıp iz mi sürüyor? O ellerle neler yaptığını, nelere dokunduğunu; söküp aldıklarını, okşayıp sevdiklerini mi hatırlamaya çalışıyor? Tuhaf bir şeydi insanın dakikalarca ellerini izlemesi. Acaba insan kaç yaşında ellerini izlemeye başlar diye düşünürken çay masaya geldi. Bardağı kaldırıp baktım. Bulanık sudan başka bir şeye benzemiyordu. Onu geçtim, benden önce bu bardaktan çay içenin yediklerini tahmin etmek zor değildi. Sinirle kahveciye seslendim. Boynundaki havluyla terini silerek geldi.

 

“Buyur. Ne var?”

“Kardeşim bu bardağın hali ne? Dudak yeri yağ, kir içinde. Bir de taze çay dediğin bu bulanık su mu?”

Sesim biraz yüksek çıkmıştı. Kahveci etrafta oturanlara hızlıca baktıktan sonra masadaki bardağı alıp göz hizasına kadar kaldırdı. “Bu bardak gayet temiz, çay da gayet taze,” dedi.

“Dalga mı geçiyorsun?”

“Asıl dalgayı sen geçiyorsun amca, bak işine.”

 

Birkaç laf daha söyleyecek oldum. Kahveci kafasını burnumun ucuna kadar eğip, “Bak seni öyle bir döverim ki kimse elimden alamaz. Kalk siktir git buradan,” dedi.

 

Öyle şaşırmıştım ki “Hı!” bile diyemedim. Tabii döverim falan deyince korkmuştum biraz. Henüz otuzunda bile olmayan, yarı yaşımdaki bu adama kafa tutmam zordu. Kahvedekiler bize bakıyordu, altta kalmak ağırıma gidecekti, muhakkak bir cevap vermeliydim. Ayağa kalktım yüzümdeki asık ifadeyle, seninle görüşürüz der gibi kafa sallayarak hızlıca avludan çıktım. Yine de içimde bir korku vardı, arada bir çaktırmadan arkama bakmayı ihmal etmedim.

 

Eve yaklaştığımda artık rahatlamıştım. Genç olsam pabuç bırakır mıydım o züppeye. Ya kahvedekilere ne demeli, hiçbiri sesini çıkarmadı. O kahve eskiden de var mıydı, kimler gidip gelirdi? Yoksa gericilerin yeri miydi? Acaba beni tanımışlar mıydı, ondan mıydı bu kinleri?

 

Bizim sokağı tırmanırken baktım Hüseyin’ler bahçede oturmuş rakı içiyor. İçlerinde bir tek Hüseyin oturup kalkmasını, konuşmasını bilir. Hem beni sever, hürmet gösterir; ben de onu severim. Ama diğerlerinden bir halt olmaz. Muhabbetlerini sevmem, anlattıkları hiç inandırıcı gelmez. Bir de kendilerini bir şey sanıp, bizim kuşağa dair saçma sapan konuşmaları bazen tahammül edilemez olur. Kafam bahçeye dönük sokağı tırmanmaya devam ederken Hüseyin el salladı.

 

“Hayri Abim gel buyur bir şeyler içelim,” dedi.

Elimi kaldırıp teşekkür ettim. Yürümeye devam etsem de adımlarımı biraz yavaşlattım. Hüseyin oturduğu yerden kalkıp bahçenin önüne kadar geldi.

“Abi gel iki kadeh bir şeyler içelim. Hem bir şeyler yeriz, bak mangal da hazır olur birazdan.”

 

Evet, acıkmıştım, hem canım rakı da çekmişti; belki bu yüzden yavaşlamıştım. Bir yandan o masada olmak keyfince yemek içmek, bir yandan da diğerlerinin muhabbetlerine katlanmaktansa çekip gitmek istiyordum. Hüseyin ısrarını sürdürünce bir tek onun duyacağı şekilde, “Bak, lafım sana değil yanlış anlama beni ama tevazunun olmadığı yerde kibrin rüzgârı eser o da beni hasta eder. Hasta olunca da herkes gibi çekilmez olurum. Tadınız kaçmasın. Size iyi muhabbetler,” dedim

 

Hüseyin derdimi anlamıştı. “Hayri Abim ayıp ediyorsun. Çocukların arada hatası oluyor ama benim yanımda sana saygısızlık edenin alnını karışlarım, biliyorsun.” Sonra usulca koluma girip sandalyelerden birine oturttu. Bir iki hoşbeşten sonra rakımı doldurdular. Tavuklar olana kadar peynirle iki kadeh içtim. Çok iyi geldi. Ne ayaklarımın sızısı ne de masadaki gençlerin muhabbeti umurumdaydı.

 

Bahçenin güzeli ortancalar, tek sıra uzanan biber çitilleri, yeni sulanmış toprağın kokusu; ilkyaz gecelerinin hafif esintisi yarım kalmış renkli bir düşü anımsatıyor. Mangalda pişenler masaya taşınıyor. Közlenmiş patlıcan salatası, bol sarımsaklı haydari masanın çiçekleri gibi ortada duruyor. Hüseyin cümbüşü kapıp gelince her şey tamam oluyor. Bu aletin tınısını seviyorum, neşeyle hüznü içinde eritmiş gibi. Hüseyin rakısından büyük bir yudum alıp davudi sesiyle başlıyor söylemeye:

 

Anam arar zennesini

Dünya gözü görmesini

Bir dileğe ermesini

Ölümdür hep bahanesi

Düğün yeri harman yeri

Açar mendil danesini

 

Herkes neşeyle eşlik ediyor, bardaklar dolup boşalıyor. Hüseyin de hepimiz gibi çakırkeyif olmuş, halinden pek memnun. Coştukça sesi daha bir gür çıkıyor, cümbüş sanki uzvu haline geliyor.

 

İp bağlar ulu kavağa

Yakarışı tek Mevla’ya

Oğul veren bir Havva’ya

Ölümdür hep bahanesi

Düğün yeri harman yeri

Açar mendil danesini

 

Rakı acıktırıyor insanı mangaldakiler pişinceye kadar birkaç türkü daha söyleyip tekrardan yemeğe yumulduk. Gençler havadan sudan konuşuyor, bana pek bulaştıkları yok. Acaba Hüseyin bana çaktırmadan uyarmış mıydı onları? Ya da ben mi çok abartıyordum durumu? Sonuçta genç adamlar, kanları kaynıyor dünyayı başka görüyorlar. Hem bizim gençliğimizin davranışlarını onlardan beklememek gerek. O zamandan bu yana çok sular aktı. Evet, aktı. Başka şeyler de aktı…

 

Yine o anafora kapılıyorum, bölük pörçük anılara çarparak dönüp duruyorum. Gözlerimi toprağa dikip düşünüyor, olabildiğince zorluyorum kendimi ama yine de hiçbir şeyi birbirine bağlayamıyorum. Ansızın bazı yüzler beliriyor zihnimde. Korkuyorum. Kafamı omuzlarımın içine çekip kendimi korumaya alıyorum. Ama korunmanın faydası yok. Her taraftan saldırı, tekme, tokat, yumruk… Sonra falaka, askıya alma, elektrik, anlıma damlayan su… Dediklerine göre yetmiş üç gün tabutluk…

 

Gözümü topraktan kaldırıp masadakilere bakıyorum. Karşımda oturanlar biraz önce zihnimde beliren yüzlerle aynı. Öfkeleniyorum. Elimdeki kadehi avucumda kırıyorum. Ayağa kalkıp, “Alnım ak çıktım,” diyorum. “Yine olsa yine yaparım,” diyorum. Sonra bağırıyorum: “Sizler işkencecisiniz! Üzerinde dişler olan birer et yığınından farksızsınız; beyinleri hinliğe, puştluğa çalışan birer et yığınısınız!”

 

Neden sonra kendime geldim, gençler gözlerini dikmiş bana bakıyordu. İçlerinden biri peçeteyle elimdeki kesiğe bastırdı. Sandalyeme oturtup bir bardak su verdiler. Kimse konuşmuyordu. Biraz önce yaptığımın farkına varmıştım ama gençlerden utandığım için bu kez yalandan işi unutkanlığa vurup, “Neden sustunuz?” dedim. Birbirlerine bakıp hep birlikte gülüştüler. Ben de güldüm. Hüseyin sandalyesini yanıma çekti. Hiç diğerlerine benzemiyor bu çocuk. Kendini böyle yetiştirmesine nasıl mutlu oluyorum. Hele o eski türküleri bulup söylemesi. Sanki ruhunda bizim gençliğimiz var.

 

Yine o yıllardan aklımda bir kare. Akşam yemeklerinden sonra sofrada konuşuyoruz; hesabımız büyük, gülüşümüz içten. Değil ayaklarımız, yüreğimiz de koşuyor. Kendi hikayemizi yazıyoruz, kurgusu öyle sağlam geliyor ki sıkıca sarılıyoruz kaleme. Coşku, gözümüze inen bir perde. Her şeyi yaşandığı gibi anlatmanın kaygısı ağır basıyor. Sonunda kalem kırılıyor.

 

Bahçede bir rüzgâr esti. Doğruldum, bacaklarım bitkin. Hüseyin rakıları doldurdu, bir sigara yakıp uzattı bana. Kadehlerimizi tokuşturduk. Sarılıp öptüm yanaklarından. Gözlerinin içine bakıp, sen başkasın aslan, dedim. Sonra yine düşündüm, ona sarılırken kime sarılıyordum aslında.