Ah yavrucağım, bilseydim böyle olacağını, hiç gitmeyi ister miydim? İstesem bile gider miydim? Gitsem bile, o ettiğimi eder miydim? Ah yavrucağım ah…
O akşam nasıl da işim var… Hamur açıyorum. Un, su, tuz karılmalı, tam kıvam tutturulmalı. Kendime yaptığımdan bile iyi olmalı. Bizim köylüdür Nimet kızım. Onlar da hemen iki yan apartmanda kapıcı durur. İşte o istediydi, “Ana yetiş. Sen yetişmezsen ben börek siparişlerini yetiştiremem.”
Önce topuk sesleri duydum merdivenlerden inen: Küt, küt, küt. Ardından kapı vuruldu: Güm, güm, güm. “Aman dur,” dedim, “tahta kapı, mukavvadan halli, şimdi çökecek.” Ellerimin bulaşığını arıtamadan, tuttum açtım, 11 numara Asuman Hanım. Saçı kabarık, kaşları çatık. Gülmez yüzü, sanki hep acelesi var. Bana sorsan, mutsuzluk nedir hiç bilmemiş, belki de o nedenledir mutluluk nedir onu da bilmez. Allah şahit ya, yine bir şey isteyecek, hizmete çağıracak sandım. Günahını almışım. “Ne bakıyorsun?” diye çıkıştı; “alsana şunu. Bizim oğlana ısmarlamıştık. Meğer başka model istermiş, beğenmedi. İki bindi, attı. E, geri de veremedik. Sizin torun binsin bari!” Hem bu sözleri söyler hem de işaret eder yepyeni bir bisikleti. Ah yavrucağım, dilim tutulmuş, öyle kalıvermişim: Ağzım açık, hamurlu iki elim havada. Bir teşekkür bile edemedim kadına, o da söylene söylene gitti: “Hiç de yaranılmıyor bunlara…”
Bisiklet ki ne bisiklet. Şaşırdım kaldım. Aylardır, karne hediyesi diye niyet edip, işte bunun aynısının tıpkısı için biriktirmiyor muyduk biz paraları? Koştum camlı büfeye, çıkardım yaldızları, yazıları dökülmüş eski teneke çikolata kutusunu, açtım baktım. Paralar hala orada. Hem paralar hem de bisiklet bir arada! Sıktım avucumda, kokladım sonra; çikolata kokmaktaydılar tüm evi saran rutubet kokusuna inat. Bunca yıllık ömrümde ilk kez, öyle ya, belki de son kez, neye harcanacağı evvelinden belli olmayan bir avuç para…
Çok geçmedi oğlancığım çıktı geldi okulundan. Ah ne de güzel okur bahtsızım, bir bilseniz. Anasından, babasından gülmedi yüzü bundan sonra güler inşallah. Önce damadım olacak hayırsız çekti, gitti. Sonra kızım buldu başka koca, evlendi Alamanya’da. Torunumuz, canımız, kanımız. Bakmaz mıyız? Bir küçük yavrunun hakkından gelmez miyiz? Geliriz elbet. Bak işte, didindik, işe iş aşa aş kattık, eksik etmemeye çalıştık hiçbir şeyini. Dedesi bir dağ oldu durdu ardında, ben de bir nehir, sardım sevgimle, şefkatimle.
“Benim mi?” dedi. “Senin, annem, senin,” dedim. Attı çantayı, konuverdi üstüne. Başladı iki karış boy, üç karış en kapıcı dairesini dönmeye. Muşamba kaplı yerlerden çıkar bir tuhaf gıcırtı… O döndü durdu. Ben düşündüm durdum. Ve verdim bir karar.
Koyuldum, beklemeye. E, kapıcılık bir de benim evlere gündelik, hiç yeter mi hakkıyla çocuk okutmaya? Yetmez, elbet. Koca çınarım, bekçilik eder bir büyük fabrikada, varır gelir evine ancak gün ağaranda…
Daha elini, yüzünü yuğmadan, oturttum karşıma, “Bak,” dedim, “işte bisiklet. Asuman Hanımlardan armağandır. Bu sayede, paralar da bizdedir, hala. Ve ben verdim bir karar.” “Nedir,” diye sordu. “Dur,” dedim “önce ben sana diyeceğim bir çift söz.”
“Kuru dikenden gayri ot bitmez burada deyip, köyümüzü bıraktık, genç yaşımızda göçtük, geldik. Yurt bildik bu koca İstanbul’u. İyi de ettik hani: Neler gördük, geçirdik ve neler öğrendik… En bir mühim insanların, en bir kalburüstü insanların evlerine girdik çıktık. Onların her bir huyunu suyunu, sade onların mı, tekmil eşyalarının huyunu, suyunu iyice öğrendik: Sırçadan ince Çin porselenleri, nazlı gelin gibi Fransız dantelleri, deterjan sevmez İngiliz döşemelikleri, limon değmez İtalyan mermerleri, bir kırıldı mıydı ancak altınla onarılan Japon seramikleri ve daha niceleri… Sözün kısası, bellemedik mi, belledik ya görgünün, göreneğin en hasını? İşte tüm bu nedendendir ki, hani şu ak demirden iskemleli, pembe damarlı ak mermerden masalı, her yanı çiçek bezeli o güzel kahve vardır ya- hep uzaktan bakmış, durmuşum – bu paralarla oraya gitmek, beyler hanımlar gibi yemek içmek, hizmet görmek, kırk yılında bir felekten gün çalmak istiyorum. Bizim de hakkımızdır. Budur kararım.”
Şaşaladı, yüzüme baktı. Sonra bir gölge geçti gözlerinden – sanki bilirmiş gibi olacakları – uzunca bir sustu. Yine de kırmadı beni ve fısıldadı: “Peki.”
Sabahtan tuttuk yolu, sırtımızda bayramlıklar. Doğa ananın da cömertliği üzerinde. Yer, gök ve bilumum diğer evlatları, baharın bu güzel, bu ışıklı gününü şenlik bilmiş, kırım kırım kırıtırlar. Bizim de onlardan aşağı kalır yanımız yok hani; göz göze geliverende diğer kimselerle, gülümsüyor, eksik etmiyoruz selamı. Sanki bize fazla gelen neşemizden biraz da onlara ödünç vermek niyetimiz…
Vardık kahveye, kurulduk bir baş köşe masaya. Deniz kıyısında, beş yıldızlı derler, bir büyük otelin bahçesindedir bu kahve. Aslında tek bir alçak çit ayırır geri kalandan onu. Ama işte, çitin öte yanı ayrı, bu yanı ayrı bir dünya. Ve biz de, o cebimizdeki kirli kağıtların gücüyle geçiverdik bu yana.
Baktım şöyle bir etrafıma. Ağaçlar aynı ağaçlar, gökyüzü aynı. Cıvıldaşır kuşlar aynı. Tam 30 yıl olmuş, varmışım İstanbul’a, seyretmiş durmuşum Boğaziçi akar durur, aynı. Ama yavrucağım, hepsi bir başka göründü gözüme o dakikada: Sanki hepsi bana dost olmuş, hepsi bana kucak açmış. İşte sen hesap et, öyle büyük bir mutluluk.
Fotoğraflı yemek kitabını getirdiler. Önce bir güzel, seyrettik hepsini. O renkli, çilekli, çikolatalı pastaları. Acele etmedik. Seçtik canımızın istediğini. “Sıkılma” dedim küçüğüme. “Bak bisikletin burada ya, bin gez, ta ki istediklerimiz gelene…”
Sürmeye başladı bisikletini benim kıymetlim. Ah ne de yakıştı üzerine… Sanki büyüdü, e seneye altıncı sınıf çocuğu olacak, doğru ya… Çok değil, iki haydi, üç tur atmıştı ki, nereden çıkıverdi bilmem, bir başka çocuk, hemen hemen onun yaşlarında, boyu biraz daha uzun, gövdesi kabaca, bitiverdi başında. Sokuldu, ne dediyse dedi, indirdi bizimkini ve biniverdi kendisi…
Dakikalar geçmez oldu; benim yavru kuşum, kenarda bekler boynu bükük, eloğlu kurulmuş bisiklete dön ha dön eder. Az bekledim, o da çocuktur. Ama baktım olacak gibi değil, koştum, durdurdum. “Kuzucuk”, dedim, “yeter, bindin işte sen de bir sürü, haydi artık in, iade et esas sahibine; hem o daha almamıştır ki hevesini.” Çocuk, Nuh diyor, peygamber demiyor. “Dur,” dedim, başka yollu kandırayım; “şu büyük apartman var ya, yol üzerinde. İşte orada kalırız biz. Var gel, ne zaman istersen al. En alttaki zili çal, yeter.” “Ooo,” diye yapıştırmaz mı cevabı! “Benim, bunun daha güzeli var. Ama evdedir. Şimdi ben buna binecem, hiç inmeyecem.”
İşte o anda atmış tepemin tası tarağı: “Çocuk değil mi? Kuş gibi tutarım, aparır öte yana korum.” Yok değilmiş. Ben koltukaltlarından tutar çekerim, o daha güçlü yapışır bisikletin tutmaçlarına. Şangır şangır bir ses gelir biz çekiştikçe. Bildim ki, bir bıraksam, bir daha hiç kalkmayacak. Bir “la havle” çektim, tuttuğum gibi kaldırdım, kenara attım. İşte o anda, yavrucağım, tam o anda, tekmil sesler şıp diye kesildi. Bir sessizlik, öyle kocaman, öyle katı. Bir kaldırdım başımı, gözler gördüm, sadece gözler… Hepsi dikilmiş üzerime, kocaman açılmış, hepsi ayıplayan, hepsi kınayan…
Önce çocuğun çığlığı bozdu sessizliği, sonra da o insanların ah’ları, va’hları. Başladılar bağırmaya: “Seni canavar kadın, ne istedin el kadar çocuktan”, “cani bunlar cani,” “çarıklı dolmuş burası, buraya da gelinmez artık…” Onlar söyledi, söyledikçe sözleri birer bıçak oldu saplandı benim böğrüme.
Bir medet umar gibi, gözlerim aradı koca çınarımın gözlerini. Ah ne göreyim, ne göreyim: Yüzünde utançların en büyüğü, çatmış kaşlarını, eğmiş başını… Anladım o an gelmiştir gitme vakti, toz olup, buhar olup uçma vakti, yer yarılıp içine girme vakti.
Gerisin geri koyulduk yola. Baktım şöyle bir etrafıma. Ağaçlar aynı ağaçlar, gökyüzü aynı. Cıvıldaşır kuşlar aynı. Tam otuz yıl olmuş, varmışım İstanbul’a, seyretmiş durmuşum Boğaziçi akar durur, aynı. Ama yavrucağım, hepsi bir başka göründü gözüme o dakikada: Sanki hepsi bana düşman olmuş, hepsi bana sırt çevirmiş. İşte sen hesap et, öyle büyük bir keder.
Ah yavrucağım, bilseydim böyle olacağını, hiç gitmeyi ister miydim? İstesem bile gider miydim? Gitsem bile, o ettiğimi eder miydim?