Bir Duruşun Romanı: Taş ve Gölge
Yazılar

Bir Duruşun Romanı: Taş ve Gölge

Toprak Aras

Bazen bir film izlediğimizde ya da bir kitap okuduğumuzda-kastım edebi bir eser-o film, o kitap hakkında konuşma/yazma isteği duyarız. Filmi çekenin, kitabı yazanın aklına dahi gelmemiş çıkarımlardan bulunmak, geçmişte yazılanlarla/çekilenlerle kıyaslamak, Hemingway’ın Buz Dağı Teorisi’nden hareketle esere kendi entelektüel birikimimizden bir şeyler katıp buzdağının görünen değil, görünmeyen kısmına odaklanmak, kısacası filmi/metni paramparça edip kendimizce bir sonuca ulaşmak isteriz ki bu istek izleyici/okuyucu olmanın gereğidir ve bu sayede eser bir anlama kavuşur.

 

Taş ve Gölge’yi çıkar çıkmaz okumuş, üzerine yazma isteği duymuş ve yazıp Cumhuriyet Kitap’a göndermiştim. Ne ki yazı Cumhuriyet Kitap’ın “gönderilen yazılar beş bin karakteri geçmemeli” şartına takılınca ister istemez yazıyı kısaltmak zorunda kalmıştım ve yazı o şekilde yayımlanmıştı. O gün bugündür Taş ve Gölge hakkında yeniden yazmak istedim. Çünkü kısaca geçiştirilecek bir roman değildi Taş ve Gölge. Gerek kurgusal olay örgüsünün ve karakterlerin gerçek olaylar ve tarihi kişiliklerle iç içe geçmesi, bunların bir anlam, bir bütünlük ifade etmesi, gerek oldukça geniş mekânın ve buna bağlı olarak zamanın ele alınışıyla ortaya koyulan biçimsellik roman üzerine uzunca söz söylemeyi gerektiriyordu.

 

Roman zaman zaman birbiriyle kesişen ve Merkez Efendi Mezarlığı’nda son bulan iki farklı damardan akmaktadır. Birinci damarda elbette Avdo Usta’nın hikâyesi akarken, ikinci damarda da belleğini yitiren, kim olduğunu bilmeyen ve bir ömür kim olduğunu öğrenmeye çalışan, bunun için şehir şehir, ülke ülke dolaşan Yedi Adlı Adam’ın-Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus, Âdem-hikâyesi anlatılmaktadır. Burada Avdo’nun hikâyesi asıl hikâyedir, çatı konumundadır ve romanın taşıyıcısıdır. Gerek Yedi Adlı Adam’ın hikâyesi, gerek diğer kurgusal ve tarihi olaylar/hikâyeler çoğunlukla Avdo’nun hikâyesiyle kesişir ve bir anlama/bütünlüğe kavuşur.

 

Mezopotamya ile Anadolu Kültürlerinin Temsilcisi: Avdo Usta

 

Peki, kimdir Avdo? Hikâyesiyle bize ne anlatmak istemektedir?

 

Avdo bir gavsonodur. Gavsononun ne demek olduğunu da torunu Bakiye şöyle açıklar: “Çocukluğumdan kalan bir kelime. Süryanice mülteci demek. Hayatta bir kez tökezledin mi artık oradan oraya savrulursun, her yerde kederle yaşarsın. Ben öyle yaşadım…”(T ve G, sy.298)

 

Gavsonoluğu, yani ilk tökezleyişi daha küçük bir çocukken Urfa’da pazar yerinde annesini kaybetmesiyle başlar. Rüzgârın önünde savrulan bir yaprak gibi annesini bulmak için küçük yaşta şehir şehir gezer. Yaptığı seyahatler sayesinde bu kadim topraklarda hep var olmuş ve hep var olacak birçok türküyü, dili, dini öğrenir. Ustası Jozef’e hangi peygambere inanması gerektiğini sorar bir gün. Jozef Usta ona, acele etmemesini, zamanı gelince kendine bir peygamber seçeceğini, ya da seçmeyeceğini söyler. Belki bu yüzden kendini bir dile de bir dine de hapsetmez. Bu bağlamda Avdo’yu Mardin’den Haymana Ovası’na, Dersim’den İstanbul’a kadar uzanan Mezopotamya ile Anadolu kültürlerinin temsilcisi olarak görmek gerekir. O bir coğrafyaya, bir dile, bir inanışa elbette sığamaz. İç içe geçmiş, birbirinden beslenmiş dilleri, bazen çatışmalara neden olsa da bu topraklarda hep yan yana yaşamayı başarmış inanışları isteseniz de birbirinden ayıramazsınız. Ayırmak belki de zulmün en büyüğüdür. Anne, daye, emo, umm, mayrig, mama/Türkçe, Kürtçe, Süryanice, Arapça, Ermenice, Rumca bu topraklarda maya bulmuştur, bu topraklara aittir. Birini yok saymak, unutturmak bu toprakları verimli kılmaz, aksine çoraklaştırır.

 

Avdo, Ustası Jozef’ten mesleğinin sırlarını öğrendikten sonra hem mesleğini icra etmek, hem yeni insanlar tanımak, hem de annesini bulmak için köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir gezmeye devam eder. Bu seyahatlerin birinde yolu Haymana’da Konak Görmez Köyü’ne düşer. Kırk gün önce vefat eden Kara Ağa’nın oğulları ondan babaları için bir mezar taşı yapmalarını ister. Avdo kabul eder, işe koyulur. Bu arada askerde olan ağanın küçük oğlu Mikail’in nişanlısı Elif’e âşık olur. Ağanın baş çobanının oğlu Baki, hem Avdo’yla Elif arasında mektup taşır, hem de Avdo’ya çıraklık eder. İş uzadıkça köylü bunu sanatın inceliğine, zanaatkârın sabrına yorar, ama meselenin aslı başkadır. Avdo’nun niyeti Elif’i kendisiyle kaçmaya ikna etmektir. Nihayet tam da kaçacakları gece durumu öğrenen ağanın iki oğlu peşlerine düşer, çatışmada önce küçük Baki ölür, Avdo da ağanın iki oğlunu öldürür, kendisi de ağır yaralanır, önce hastaneye, sonra hapse düşer, idam cezasına çarptırılır, idam edilecekken affa uğrar, tam da cezaevinden çıkacakken köyünden kaçıp İstanbul’a gelen Elif’in, kocası tarafından öldürüldüğünü gazetelerden okur. Elif’in Merkez Efendi Mezarlığı’na gömüldüğünü öğrendikten sonra da dünya yolculuğuna son verip mezarlıktaki kulübeye yerleşir. Doğduğu yeri değil, öleceği yeri seçerek-Elif’in mezarının yanındaki yeri kendine ayırmıştır-nihayet gavsonoluğa son verir. Yıllar önce Mardin’de Dikran Usta, her insanın gavsono doğduğunu, ancak ölünce gerçek yuvasına kavuşacağını, küçük mezarın herkesin en hakiki toprağı olduğunu söylemiştir. Yuvasına/toprağına kavuşan Avdo Usta bir bakıma kendi gerçeğine de ulaşmıştır. Mezarlara bakarak ölülerin ruhlarını gören, onların kederindeki biçimi bulmaya çalışan, mezar taşlarını da buna göre yapan Avdo Usta’nın ulaştığı gerçeği uzun yıllar önce kendisine Jozef Usta söylemiştir. “Avdo, diriler bazen iyidir, ölüler ise sonsuza kadar iyidir…” (T ve G, sy.88) Bu gerçek, bir bakıma ölümle her türlü ayrıcalığın ortadan kalktığı, ölümün ortak bir payda gibi yaşamanın sağlayamadığı adaleti ya da eşitliği sağladığı gerçeğidir. Ne ki bu gerçeğe herkes ulaşamaz. “Sonunda insanların gerçeği anlayamayacağına inandı. Gerçek, sevgi gibiydi, önce hissetmek sonra anlamak gerekirdi…”(T ve G, sy.13) Mezarlığa gelenlerin gerçeği anlayamayacaklarını fark ettiğinde de susmasını bilir Avdo Usta.

 

Belki de hayattaki tek hakikat olan ölüme yaklaşımı insanın en büyük yanılgısıdır. Çünkü insan için ölüm kaçınılan, korkulan ve unutulmak istenilen bir olgudur. Oysa ne kadar kaçsak da, korksak da, unutmak istesek de nihayetinde yaşamın doğal sonucu ölümle yüzleşmek kaçınılmazdır. Fakat bu gerçeği kavramak, onu sindirmek ve yaşama ölümü dâhil etmek kolay değildir. Kolay değildir, çünkü insanın gündelik hayatında yaptığı her eylem yaşama odaklıdır. Daha kazanılacak paralar, gezilecek yerler, okunacak kitaplar, izlenecek filmler, alınacak eşyalar, evler, arabalar, mallar/mülkler, tadılacak dünyevi hazlar varken ölüm de nereden çıktı? Ömrünün çoğunu mezarlıklarda geçiren Avdo Usta ölümün ne olduğunu çok iyi bilir. O ölümün ansızın çıkmadığını, hayatın bir anlama kavuşması için hep var olduğunu, meselenin birdenbire karşılaşılan ve insanı daracık çukura hapseden ölüme insanın hayatında yeterince yer vermemesinden kaynaklandığını bilmektedir.

 

“Avdo güldü. Zavallı ölüler, dedi.

 

İnsan doğacağı yeri seçemez, öleceği yeri seçebilir. Mezardakiler bunu öldükten sonra anlayabiliyordu. Arzularının peşinde ömür boyu koştururken hiçbirinin nerede öleceğini düşünmeye zamanı olmuyordu. Ansızın kendilerini bir çukura kapatılmış bulunca da canhıraş feryat ediyorlardı.” (T ve G, sy.12)

 

Avdo Usta’nın mezarlıkta bir kulübede yaşaması, ölülerden korkmaması, geceleri mezarlıkta gezmesi biz sıradan insanlara ürkütücü gelebilir. Bunun nedeni bir mekân olarak mezarı/mezarlıkları gündelik hayatımızın çok dışında tutmamızdır. Ya bir cenaze töreninde ya da bayramlarda, o da ancak yarım saat vakit geçirdiğimiz bu mekânlar aslında gündelik hayattın dışında tutulacak mekânlar olmamalı. Ölüm nedir? Ölüm yok oluş mudur? Hayat nedir? Hayatın gayesi nedir? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Nasıl var olduk? Gibi sorular felsefenin, doğal olarak gündelik hayatın da cevap aradığı sorulardır. Belki de bu sorular cevaplarını en iyi mezarlıklarda bulur. Mezarlıklar aynı zamanda gündelik koşturmanın, hırsın, ihtirasın, doyumsuzluğun, açgözlülüğün frenidir. Bir gün öleceğiz ve hayattayken bizim için çok kıymetli olan şeyler artık bir anlam ifade etmeyecek. O halde bu çılgınca koşuşturma niye, sorusunu ancak bir mezarlıkta sorabiliriz kendimize. Ve bazı hırslarımızı, menfaatlerimizi, kötülüklerimizi bir mezarlıkta törpüleriz. Mezarlığı bir mekân olarak gündelik hayatında bulunduran biri mesela kolay kolay adam öldüremez, mala/mülke çok bağlanamaz, kötülük yapamaz. Avdo da, Ustası Jozef de bu hakikate ulaşmış kişilerdir. Bunu da mezarlıkta yaşamalarına borçludurlar. Bir sohbet sırasında Jozef Usta, Avdo’ya şöyle der: “Şu yukarıdaki evlerde yaşayanlar ölülerden korkarlar ya, ben ölülerden değil o evlerde yaşayanlardan korkarım. Bazen buraya öyle cenazeler gelir ki, ağbisinin kurşunuyla ölen delikanlı mı dersin, üç aylık kocasının dayağından ölen gelin mi dersin, kan davasına kurban giden bebek mi dersin, yürek dayanmaz. Sonra bana diyorlar ki Jozef Usta neden çarşıya çıkmıyorsun, neden herkesten uzak duruyorsun…”(T ve G, sy.86) Görüldüğü gibi korkunun/kötülüğün mekânı gündelik hayatımızdan uzak tuttuğumuz mezarlıklar değil, mezarlığın dışındaki mekânlardır. Bu bağlamda Taş ve Gölge bir mekân olarak mezarlıklara hayatımızda yer vermemiz gerektiğini öğütler bize.

 

Mezar taşı ustalığının incelikleri, şartları vardır. “… Bir başka şart, kendi evin ya mezarlığın içinde ya da yanında olacak ve mezarlığa yatmaya gelen evsizlere kapını açacaksın, sofranı onlarla paylaşacaksın.” (T ve G, sy.69) Ustası Jozef’ten öğrendiği tüm şartları yerine getiren Avdo kapısına gelen kimseyi geri çevirmez. Bir gece kapasına oldukça korkmuş, üşümüş, açıkmış perişan halde bir kız gelir. Avdo kızı içeri alır, karnını doyurur, kendisini arayan Şef Kobra ve adamlarından saklar. Hatta kızı korumak uğruna çok sevdiği köpeği Totove’yi bile feda eder. Kızın adı Reyhan’dır. Reyhan, memleketteki son siyasi idam olan Hıdır Aslan’ın idamını protesto etmek için astığı bir pankart yüzünden okuduğu üniversitede gözaltına alınmış, işkence görmüş, Şef Kobra’nın tecavüzüne uğramış, bu tecavüz neticesinde hamile kalmıştır. Reyhan, Elif’in kız kardeşi İpek’in kızıdır. İpek, İstanbul’a geldikten sonra arabesk şarkıcısı olmuş, Perihan Sultan adıyla ünlenmiş ve dönemin kabadayılarından Seyrani’ye âşık olmuştur. Reyhan’ın babası Seyrani aslında ellili yılların Ankara’sında Kürt Cemali olarak nam salmış, asıl adı Cemali Coşar olan kabadayılar kralını getirir akıllara. Kürt Cemali, Ankara’yla anılsa da aslen bir Kürt aşireti olan Şeyhbızıni aşiretinin mensubudur. Aşiret anayurdundan kopup memleketin birçok yerine göç etmiştir. Göç ettikleri yerlerden biri de Burhan Sönmez’in de memleketi olan Haymana’dır. Fakire fukaraya yardım eden, kimsesizlere, güçsüzlere kol kanat geren Kürt Cemali, Yeşilçam sineması için de önemli bir kişiliktir. Yeşilçam filmlerinin tüm kabadayı karakterleri aslında Kürt Cemali’yi taklit etmişlerdir. Hatta Haldun Taner’in, Keşanlı Ali Destanı’nı Kürt Cemali’nin hayat öyküsünden esinlenerek yazdığı söylenir. Davet edildiği bir toplantıya yanına adamlarını almadan, silahına kurşun koymadan giden Kürt Cemali ansızın ışıklar kesilince kurşunlanıp öldürülür. Kalleş bir pusuya kurban giden Kürt Cemali’nin ardında çok da ağıt yakılır. Bunlardan biri de Nuri Sesigüzel’in söylediği Kürt Cemali’ye Ağıt’tır. Seyrani de Eruh’un Paris Köyü’nden İstanbul’a gelmiş bir Kürt kabadayıdır. Perihan Sultan’la evlendikten sonra yeraltı dünyasından çekilmiş, fakat hasımlarının kurduğu pusuda Perihan Sultan’la birlikte öldürülmüştür. Annesini ve babasını kaybeden Reyhan’ı, Perihan Sultan’ın çalıştığı Paris Gazinosu’nun sahibi Kalender Bey koruması altına almıştır. Liseyi yatılıda okuyan, sonra üniversiteye başlayan Reyhan, seksenli yılların siyasi olaylarına kayıtsız kalamamıştır. Bu arada teyzesi Elif’in âşık olduğu Avdo’nun mezarlıkta yaşadığını önceden biliyordur. Onu rahatsız etmemek için firar edeceği güne kadar Avdo’yla tanışmaz. Ama kader ağlarını örer, Elif’ine kavuşamayan Avdo onun yeğeni Reyhan’ı ölümün eşiğinden kurtarır, ona yeni bir kimlik çıkarıp nüfusuna geçirir. Böylece Avdo bir şekilde Elif’in ailesine dâhil olur. Yıllardır annesini arayıp da bulamamıştır ama Reyhan sayesinde bir evlada, bir toruna dolayısıyla bir aileye kavuşmuştur. Bu, belki de yıllardır çektiği sıkıntının mükâfatıdır. Bir diğer mükâfatı da Sarışın Denizci’yle kurduğu dostluktur. Babası için Avdo’ya mezar taşı yaptıran Sarışın Denizci, babasının ilk aşkı olan Medlen’in mezarını bulmak için Avdo’dan yardım istemesiyle başlayan dostluk Avdo’nun ölüm döşeğine yatmasına kadar devam eder.

 

Orta Doğu Kültürlerinin Temsilcisi: Yedi Adlı Adam

 

Avdo’nun çocukken Mardin’de kurduğu bir arkadaşlık daha vardır. Bugün defnedilen ve yedi ad taşıyan ölünün o günkü adı İsa’dır. İsa, çocuk Avdo’yu Mardin’de sokaklarda şarkı söylerken tanımış, sesine hayran kalmış ve Avdo’yu, ustası olacak Jozef’le tanıştırmıştır. Aslında İsa’nın kim olduğu belli olmadığı gibi, gerçek ismi de belli değildir. Bildiği ilk ismi Haydar’dır. Haydar, Dersim Harekâtı sırasında yaralanıp belleğini yitirmiş bir asker olarak bilir kendini. İyileşip kendine gelince onu bulan askerler ona yeni bir geçmiş ve yeni bir gelecek verip isminin Haydar olduğunu söylemişlerdir. Haydar birliğine katılır ve yol boyunca sürgünlerin üstünden kamçısını eksik etmeyen bir zalime dönüşür. Fakat sürgünlerden kör ve yaşlı bir köylü onu sesinden tanır, aynı köyden olduklarını söyler. Ona nasıl böyle oldun, diye sorar ve Haydar’a geçmişini anlatır. Asıl adı Haydar değil, Ali’dir. Sürgün sırasından askerlerden kaçarken vurulup nehir kenarına düşmüştür. Yeni kimliğini öğrenen asker birliğinden firar eder, Mezopotamya Ovası’na kaçar. Amacı gerçek kimliğini öğrenmektir. “Mezopotamya ona gerçek kimliğinin olmadığını söyledi. Sen ne Haydar’sın ne de Ali, ikisinin de çocukluğunu hatırlamıyorsun. Çocukluğunu hatırlamayan kendini bilemez. Kime inanacaksın, kör ihtiyara mı, askerlere mi?” (T ve G, sy.69)

 

Geçmişini hatırlamayınca birilerine inanmak mümkün olmaz. Bu nedenle oradan oraya savrulur, kaybettiği belleğini bulmaya çalışır. Bulduğu her kitabı çare ümidiyle okur. Kırk yıl boyunca Mardin’i, Şam’ı, Kudüs’ü, Kahire’yi, Girit’i, Atina’yı, Roma’yı ve İstanbul’u dolaşırken, her yerde yeni bir din, yeni bir isim edinir. Öldüğünde tabutunun üzerindeki kâğıtta yedi ismi yazılıdır: Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus, Âdem. Ölmeden bir yıl önce Avdo’nun İstanbul’da Merkez Efendi Mezarlığı’nda yaşadığını tesadüfen öğrenir, Avdo’ya bir mektup yazar kendisine bir mezar taşı yapmasını ister, ona biraz para ile içinde bazı eşyalarla günlüğünün olduğu çantayı bırakır.

 

Peki, kimdir bu Yedi Adlı Adam? Hikâyesiyle ne anlatmak ister bize? Yedi Adlı Adam da Avdo gibi bir gavsonodur. Avdo kaybettiği annesini ararken, o kaybettiği belliğini aramaktadır. Bu iki arayış aslında temsili bir arayıştır, romanın okura vermek istediği mesajdır ya da romanın yazılma gayesidir. Yukarıda Avdo’nun aslında Mezopotamya ile Anadolu dinlerini, dillerini kısaca bu iki coğrafyanın kültürlerini temsil ettiğini söylemiştik. Bu bağlamda Yedi Adlı Adam da coğrafya olarak Orta Doğu’yu, Orta Doğu’nun dinlerini, dillerini, kısacası Orta Doğu kültürlerini temsil eder. Burada hemen akıllara şu sorular gelebilir: Anadolu’yu ve Mezopotamya’yı Orta Doğu’dan ayırmak mümkün mü? Orta Doğu, Anadolu ile Mezopotamya’yı kapsar mı? Ya da Orta Doğu denilen coğrafyanın sınırları belli midir? Orta Doğu nedir? Orta Doğu neresidir? Kavramı ortaya atan Avrupa’dır. Literatüre ilk girişi bin sekiz yüzlü yılların sonlarıdır. Genel kabul görmüş bir tanımı da, sınırı da yoktur Orta Doğu’nun. Süreç içinde tanımı da, sınırları da değişiklik göstermiştir ve halen bu muğlaklık devam etmektedir.  Eğer illa da bir tanım yapmak gerekirse Orta Doğu; savaş, isyan, darbe, işgal, katliam, göç, mülteci, kan, gözyaşı demektir. Emperyalist ülkelerin çıkarları uğruna her türlü insani değerleri çiğnedikleri, yağmur yerine kanla ıslanan topraklar demektir. Alan olarak, Filistin, Lübnan, İsrail, Suriye, Irak, İran, Ürdün, Mısır, Kuveyt, Yemen, Bahreyn, Sudan, Umman, Libya, Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Fas, Tunus, Cezayir, Türkiye, Kıbrıs ve hatta Afganistan’la Pakistan’a kadar uzar Orta Doğu. Bu durumda Mezopotamya ve Anadolu, Orta Doğu’nun sınırları içindedir. Sınırları içindedir fakat gerek Mezopotamya’nın, gerek Anadolu’nun, Orta Doğu’nun diğer topraklarından ayrışan kendine özgü bir tarihi, bir kültürü vardır. Özellikle Mezopotamya toprakları insanlığın bugün ulaştığı düzeyin ilk tohumlarının atıldığı bereketli ve kadim topraklardır. Bir bakıma insanlığın anasıdır. İnsan buğdayı ilk kez burada hasat edip tarımı başlatmıştır. Hayvanları ilk kez bu topraklarda evcilleştirmiştir. İnsanlığın en büyük devrimi olan yazı ile insanlığın en büyük ilk teknolojik hamlesi olan tekerlek bu topraklardan icat edilmiştir. İlk köyler, şehirler, yollar, kanallar, köprüler bu topraklarda inşa edilmiştir. Dünya’nın diğer coğrafyalarında insanlık karanlıkla boğuşurken Mezopotamya’da insanlığın ilk destanı Gılgamış Destanı, Sümerler tarafından Akadca elli altı kil tablete yazılmıştı bile. Anadolu’da da ilkler vardır. Mesela Finikeliler Akdeniz’de ilk deniz ticaretini başlatmış, Lidyalılar da ticarette ilk parayı kullanmıştır.

 

Peki, insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran, uygarlığın beşiği ve yüz akı olan bu kadim topraklar nasıl insanlığın yüz karası topraklara dönüştü? Yıkım ve parçalanmışlık nasıl filizlendi bu topraklarda? Avdo’nun temsil ettiği topraklar ile Yedi Adlı Adam’ın temsil ettiği topraklar acıyla, kanla, gözyaşıyla niçin/nasıl buluştu? Asteğmen Âdem Giritli günlüğüne şöyle yazar: “Tarihi yaratanlar nereye gitmişti, onların yerinde şimdi derme çatma kerpiç evlerde yaşayan bu insanlar kimdi? Beş bin yıl önce buraya uygarlık yayanların şu aşağı köyde yaşayanlardan daha ileri olduğuna, Akadların Purattu dediği ulu Fırat nehri üzerine ant içebilirdim.” (T ve G, sy.260)

 

Kültürlerin Kardeşliği

 

Evet, beş bin yıl önce bu topraklara uygarlık yayanların torunları, yüzyıllardır bu topraklarda inanç uğruna, siyaset uğruna, etnisite uğruna, kutsallık uğruna, menfaat uğruna kan döküyorlar. Gerçi bu topraklar aynı zamanda kardeş kavgasının başladığı topraklardır. Kabil’in kardeşi Habil’i öldürdüğü topraklardır. İlk cinayetin işlendiği, ilk kanın aktığı, yani savaşın icat edildiği topraklardır. Fakat yine de insan şu soruları soramadan duramıyor: Savaşlar ne zaman son bulacak? Bu kan, bu gözyaşı ne zaman dinecek? Torunlar niçin atalarının aydınlık mirasını değil de karanlık mirasını devam ettiriyorlar?

 

İsa, Avrupa’da savaş çıktığını öğrenince Mardin’den Kudüs’e kaçmak ister. İsa’nın arayışına saygı duyan Dikran Usta, İsa’ya Kudüs’te akrabaları olduğunu, onları görürse kendisine yardımcı olacağını söyler. İsa, Süryanice bilmediğini, onlarla nasıl anlaşacağını sorduğunda Dikran Usta’nın İsa’ya verdiği cevap bu topraklarda inanışların da dillerin de kardeş olduğunun ispatıdır. “Onlar bu topraklarda konuşulan her dili bilir. Geçen gün kuzenimden gelen mektup Süryanice başlıyor, Türkçe devam ediyor, Kürtçe bitiyordu… Bizim atalarımız üç bin yıl önce Ninova şehrini kurmuşlar. Tanrı, Hazreti Yunus’u Ninova’ya göndererek insanları uyarmasını söylemiş. Biz Hazreti Yunus’un orada Süryanice veya Aramice ya da Akatça konuştuğunu sanırken, Osmanlı zamanının büyük gezgini Evliya Çelebi, Hazreti Yunus’un Ninova halkıyla Kürtçe konuştuğunu söyler. Belki onun dediği doğrudur. İstersen sen de benim akrabalarımla Kürtçe konuş.” (T ve G, sy.73)

 

Bu topraklarda yaşam bulmuş dillerin, inanışların, kültürlerin kardeş olduğunun bir diğer ispatı da miskal kelimesinin anlamında saklıdır. Miskal aslında kıymetli madenlerin ölçümünde kullanılan bir ağırlık ölçüsüdür. Baki, ismini beğenmeyen Miskal Hanım’a isminin anlamını şöyle açıklar: “… Dört bin yıl önce Akadlar size Meşkalu derdi. Aramiler size Şikla, İbraniler Şekel diye hitap ederdi. Süryaniler sizi Siklos, Ermeniler Mispal diye yüceltirdi. Bütün kavimler ve bütün dinler sizin adınızı sahiplenir, sizin varlığınızdan güç alırdı. Siz ayrı ufuklardaki tarihleri toplayan, birbirine uzak coğrafyaları ve zamanları iç içe geçiren Miskal’siniz. Siz olmazsanız hiçbir çağın anlamı kalmazdı.” (T ve G, sy.304)

 

Mezopotamya’da da aynı durum söz konusudur. Jozef Usta, kendisine hangi peygambere inanması gerektiğini soran Avdo’ya mezarlığın üst tarafındaki Şeyh Zırrar Camii ile mezarlığın aşağısındaki Mor Mihayel Kilisesi’ni gösterip ona çalışkan ve iyi biri olmasını öğütler. Bu iki öğüt, bu kadim topraklarda hayat bulmuş kültürlerin ortak paydasıdır. Yine havari Pavlus gibi yollarda kendini bulmaya çalışan İsa, Kudüs’te Musa diye tanıtırken kendini Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların adını sevip ona yakınlık göstermeleri de bu coğrafyanın dilleri gibi inanışlarının da birbirleriyle kardeş olduğunu gösterir.

 

Mezopotamya ve Orta Doğu kavimlerinin/dillerinin/kültürlerinin kardeş olduklarının bir diğer ispatı da Asteğmen Âdem Giritli’nin tuttuğu günlükte saklıdır. Bir tarih öğretmeni olan Âdem Giritli Dersim Harekâtı’na katılmış, harekât boyunca gördüklerini, duyduklarını, duygularını nişanlısı Miskal Durusu’ya hitaben günlük şeklinde yazmıştır. Âdem Giritli bir çatışmada ölünce günlük, belleğini kaybetmiş, o zamanki adı Haydar olan Yedi Adlı Adam’ın eline geçer. Oysa Âdem Giritli, günlüğüne nişanlısının adını ve adresini yazmış, günlüğü bulanların, mahremiyete saygı gösterip günlüğü nişanlısına göndermelerini vasiyet etmiştir. Ama Haydar günlüğü Miskal Durusu’ya göndermez. Bir yıl boyunca yanında taşıyıp hemen her gün okur ve kendini Âdem Giritli yerine koyup günlüğü kendisi yazmaya başlar. “Geçmişimi hatırlamıyorsam geçmişte Asteğmen Âdem olmadığım ne malum. Bu günlüğü belki o yüzden taşıyorum. Bir çatışmada yararlanınca beynim sarsılmış, belki yanımda ölen Haydar adlı bir askerin yerine kendimin öldüğünü sanmıştım…” (T ve G, sy.284)

 

Günlüğü yazanın Asteğmen Âdem mi Haydar mı olduğu muğlak olsa da bunun bir önemi yoktur. Çünkü insan her yerde aynı kişi olamayabilir. Yedi Adlı Adam askerde Haydar adıyla zalim biriyken, köyünde Ali adıyla yoksul bir köylü, Mardin’de İsa adıyla flüt çalan iyi kalpli bir genç, Kudüs’te Musa adıyla Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların sevdiği bir gavsonodur.  Her ne kadar bir ad yalnızca bir kelime değil, başka bir geçmiş ve bambaşka bir insan demek olsa da bu kadim toprakların her karışında Haydar da, Ali de, İsa da, Musa da, Muhammet de, Yunus da, Âdem de kabul görür, sevilir. Başka bir söylemle bu isimler bu coğrafyalardaki dillerin, inançların, kültürlerin mayasıdır. Özetle diyebiliriz ki Avdo’nun da Yedi Adlı Adam’ın da belli bir dili, dini, yurdu yoktur. Yoktur çünkü ikisi de uygarlığın doğduğu bu kadim toprakları, bu topraklarda doğmuş dinleri, dilleri, kültürleri temsil eder.

 

Zaman ve Mekân

 

Taş ve Gölge’nin değinilmesi gereken bir diğer yanı da okura sunduğu biçimselliktir. Bu biçimsellikte mekânın ve zamanın bölüm başlarında okura direkt sunulması her ne kadar okumayı kolay kılsa da aslında okuyucuyu edilgen kılan olumsuz bir tutumdur. Oysa okuyucuyu pasif kılmak yazarın isteyeceği bir tutum olamaz. Tam tersine okuru zorlamak, onu uyanık tutmak, satır aralarına gizlenmiş olanların izini sürmesini istemek, yine ona okyanustaki küçücük buz kütlesini gösterip, ondan okyanusun derinliklerindeki buzdağını hayal etmesini beklemek yazarın okura yüklediği sorumluluktur. Birçok öyküde/romanda mekân da zaman da belli olmadığı veya muğlak olduğu için okura düşen bir başka sorumluluk da eserde anlatılan olayın zamanını ve mekânını tespit etmektir. Bu bağlamda dikkatli bir okuyucu okuduğu romanda özellikle zamanla ilgili mantıksal hatalar bulabilir. Zamanla ilgili mantıksal hatalar romanın yumuşak karnı, roman yazarının da korkusudur. Eğer bir romanda olaylar kronolojik şekilde ilerlemiyorsa, zamanda sıçramalarla olay örgüsü genişliyorsa yazarın zamanla alakalı hata yapma olasılığı yüksektir. Bu nedenle usta bir yazar romanını zaman bakımından sıkı bir teste tabii tutmalı, ince eleyip sık dokumalıdır. Örneğin Kemal Tahir’in Devlet Ana romanında zamanla ilgili pek çok hata-buna tutarsızlık da denilebilir-vardır. Gözlük, kâğıt para, dürbün gibi Osmanlı’nın kuruluş döneminde henüz icat edilmemiş nesnelere romanında yer vermesi zamanla ilgili hatadır. Örnekleri çoğaltmak mümkün…

 

Zamanın ve mekânın bölüm başlarında doğrudan okurun önüne konulması, edebiyatın sinemadan aldığı bir yöntem midir? Bazı filmlerde tıpkı Taş ve Gölge’de olduğu gibi mekân ve zaman belirtilir. Böylece olayları takip etmek, filmi anlamak daha kolay hale gelir. Romanda olaylar her ne kadar 1938 ile 2002 yılları arasında geçse de flashbacklerle zaman dört yüz yetmiş yıl öncesine, hatta daha da gerilere, insanlığın ilk uygarlık tohumlarını serptiği çok uzak zamanlara kadar gider. Zaman bu kadar geniş ve uzak olunca doğal olarak romana birçok mekânın girmesi de kaçınılmaz olur, hayliyle bu kadar geniş zaman ve mekânda olayları takip etmek, aralarında bağlar kurmak, anlamak güçleşir. Bu nedenle Burhan Sönmez’in Taş ve Gölge’de sinema tekniğini kullanması biraz da zorunluluktur.

 

Romanda Musa Efendi’nin İstanbul’a gelip Koca Mustafa Paşa Külliyesi’nde halveti şeyhi Sünbül Efendi’nin merkez ile daireye dair sohbetine katılması, bu sohbetten sonra Merkez Efendi adını alması, surların dışında bir tekke yaptırması, Kanuni’ye önce hekimbaşı sonra ordu şeyhi olması, Kanuni’nin başarısız Korfu Kuşatması, Osmanlı’nın Aleviler’e karşı başlattığı harekât, Ermeni meselesi, Dersim Harekâtı, yetmiş bir ve seksen darbeleri, Madımak olayı ile İskilipli Atıf Hoca’nın, Talat Aydemir’in, Deniz Gezmiş’in, Hıdır Aslan’ın idamı gibi uzak/yakın tarihsel vakalara yer verilmesi okuru romanın odağından uzaklaştırsa da aslında gerek Avdo’nun, gerekse Yedi Adlı Adam’ın hikâyesiyle kesişen ve bu iki hikâyeyi besleyen yanları vardır. Mesela başarısız Korfu Kuşatması’ndan sonra Merkez Efendi’nin Kanuni’yi bir süre teselli ettikten sonra arınmak ve yaradanla baş başa kalmak için çilehaneye kapanması ile Avdo’nun polisten kaçan Reyhan’ı yeni bir kimliğe, dolayısıyla yeni bir hayata kavuşuncaya kadar kırk gün çilehanede saklanması arasında bir mekân birliği ve anlam bütünlüğü vardır. Yine Avdo’nun idam gününü beklediği Merkez Kapalı Cezaevi’nde yıllar önce İskilipli Atıf Hoca’nın, Talat Aydemir’in idam edilmesi ile Avdo’nun tahliyesinden yıllar sonra Deniz Gezmiş’in idam edilmesi arasında da bir mekân birliği ve anlam bütünlüğü vardır. Burada mekân birliğiyle ve anlam bütünlüğüyle kastım; aradan yıllar, yüz yıllar geçse de uygarlığın ve ilklerin beşiği bu mekânlarda/topraklarda haksızlığın da kötülüğün de bir şekilde hep devam etmesidir. Kişiler bir gölge gibi geçici olsa da mekânların ve bu mekânlarda yaşanan haksızlıkların, kötülüklerin taş gibi kalıcı olmasıdır. Dört yüz yetmiş yıl önce Merkez Efendi’yi çilehaneye kapatan neden ile dört yüz yetmiş yıl sonra Reyhan’ın aynı çilehaneye kapatan neden arasında bir bağ yok mudur? İkisi de yeni bir başlangıç için katlanmamışlar mıdır karanlığa? “Dünyayı anlamanın yolu dünyadan ayrılıp çilehaneye girmektir, aynı biçimde çileyi anlamanın yolu da o odadan çıkıp dünyaya dönmektir.” (T ve G, sy.102)Yine Cumhuriyet karşıtı İskilipli Atıf Hoca ile cumhuriyete bağlı Albay Talat Aydemir’in aynı mekânda-Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde-idam edilmelerinde mekân birliği ve anlam bütünlüğü yok mudur?

 

Mekân olarak Merkez Efendi Mezarlığı romandaki birçok olayın/kişinin buluştuğu bir çatı, daha doğrusu bir merkez konumundadır. Avdo, Elif’ine bu mezarlıkta kavuşmuştur, Reyhan yeni hayatına bu mezarlıkta başlamıştır, Yedi Adlı Adam bu mezarlığa gömülmüştür, Sarışın Denizci, Avdo gibi bir dostu bu mezarlıkta bulmuştur, Âdem Girtili’nin günlüğü bu mezarlıktan çıkıp sahibinin eline geçmiştir.

 

Metafor Olarak Taş ve Gölge

 

O halde geçici olan hayat, kalıcı olan mekân mıdır? Ya da romanda geçici olan hayatlar gölge metaforu,  kalıcı olan mekânlar taş metaforu ile mi anlatılmaktadır? Gölge neyin, taş neyin sembolüdür? Öncelikle varlığını ışığa borçlu olan gölge istenmeyeni, gizli kalınması gerekeni, unutulmak isteneni, saklanmak isteneni kısacası korkulanı temsil eder. Bir bakıma gölge, korkulanı besleyen, koruyan bir vahadır. Bu vahada filizlenen korkulanın gitgide kötülüğe, kötülüğün de karanlığa evrilme ihtimali yüksektir. Gölge kavramını psikolojiye kazandıran Carl Gustav Jung’a göre gölge bireyin karanlık tarafıdır. İstenmeyen, kabul görmeyen, sevilmeyen, unutulmak istenen, arızalı, olumsuz, vahşi, kısacası bireyin bilinç dışına ittiği her şeydir gölge. Gölgemiz bizim zayıflıklarımız, kusurlarımız, bağımlılıklarımızdır. Gölgemizi kendimize yakıştırmayız, ama sürekli bu kusurları başkalarında görmeye çalışırız. Gölgeyi bastırmak, yok saymak, bilinçdışına itip unutmak doğru tutum değildir. Jung, kendini tanımak gölgeni tanımaktır, derken doğru tutumun gölgemizi kabul edip onunla bütünleşmek, gerektiğini ifade etmek istemiştir. Zaten bütünlük de mükemmellik değil, tam olmaktır.

 

Jung’un söylediklerinden yola çıkarsak romanda gölge metaforu uygarlığın beşiği olan bu kadim toprakların karanlık yanını mı ifade etmektedir? Yukarıda belirtiğimiz gibi uygarlığın beşiği bu topraklar, aynı zamanda ilk cinayetin işlendiği, ilk kanın aktığı, yani savaşın icat edildiği topraklar da değil midir? Yüz yıllardır inanç uğruna, siyaset uğruna, etnisite uğruna, kutsallık uğruna, menfaat uğruna kan dökülmesi bu kadim topraklarda yaşam bulmuş uygarlıkların gölgesidir, dersek abartmış mı oluruz? Değil. Bence Burhan Sönmez’in gölge metaforuyla anlatmak istediği tam da budur. Nasıl ki insanın-her ne kadar kabul etmese de-bir karanlık yönü, yani gölgesi varsa, uygarlıkların da karanlık yönü, yani gölgesi vardır. Doğru tavır bu gerçeği inkâr etmek yerine onu kabul edip onunla bütünleşmesini bilmektir. Yazının bu topraklarda bulunması, tekerleğin bu topraklarda icat edilmesi nasıl ki bu toprakların aydınlık yönüyse, ilk cinayetin bu topraklarda işlenmesi de bu toprakların karanlık yönü, yani gölgesidir.

 

Bir metafor olarak taş da bence bu kadim toprakların ta kendisidir.  Avdo’nun rüyasında Yedi Adlı Adam’ın mezar taşındaki deliğe yaklaşıp delikte kaybolması gibi bu kadim topraklar da yüz yıllardır üzerinde var olmuş kavimleri/uygarlıkları kendi girdabında yutmuş, ama varlığını taş gibi kalıcı kılmayı başarmıştır.

 

Gölge metaforuyla anlatılmak istene belki de geçmiştir. Geçmiş, gölge gibi insanı takip eder. İnsanın geçmişinden kurtulması da mümkün değildir. Her ne kadar Yedi Adlı Adam belleğini yitirdiği için geçmişini hatırlamasa da bu durum Haydar adından önceki hayatı için geçerlidir. Avdo da mezarlıkta gezinirken hep kendi çocukluğunu görür. “Pınar suyunun aktığı taraftan yine ayak sesleri işitildi. Kim kimi izliyordu? Çocukluğu mu Avdo’nun yoksa Avdo mu bir ömürdür çocukluğunun peşinden gidiyordu? (T ve G, sy.102) Buradan hareketle taş şimdiki biz,  gölge ise geçmişimizdir, diyebiliriz.

 

Yine bir başka açıdan bakacak olursak taş tek hakikat olan ölümü, gölge ise geçici hayatı simgeler. Mevlana “Bizim bedenlerimiz, birer evdir; ruhlarımız da, o evlerde birer konuk!” derken bu dünyanın geçici olduğunu, yani gölge olduğunu, ölümün ise insanı Allah’a yaklaştıran tek hakikat olduğunu söylemek istemiştir. İnb Arabi de “Âlem Hakk’ın gölgesidir” derken dünyada her şeyin geçici olduğunu, yani gölge olduğunu, kalıcı olan Hakk’a ancak tek hakikat olan ölümle ulaşılabileceğini anlatmak istemiştir. Avdo’da mezarlıkta mezar taşı yontarken bir gölge olduğunun farkına varır. “Ben de bir gölgeymişim, bunu yaşım ilerledikten sonra anladım” demesi hayatın geçiciliğine vurgudur.

 

Taş ve Gölge’nin dikkatlerden kaçmaması gereken bir başka yönü de yazarın romanda bahsedilen tarihi olaylara/kişiliklere karşı takındığı tutumdur. Burada Burhan Sönmez tarafını çoğunlukla belli eder. Bu tarafgirlik kimi okuyucuyu rahatsız etse de bence rahatsız edici bir boyutta değildir. Hatta İskilipli Atıf Hoca ile Albay Talat Aydemir’in idamları karşısındaki tutumu nötrdür. Onun, Dersim Harekâtı’da Dersimlinin, Madımak’ta aydınların, darbeler karşısında öğrencilerin yanındaki duruşu bir yazar, bir aydın duruşudur. Bu bağlamda Taş ve Gölge’yi bir duruşun romanı olarak da değerlendirebiliriz.

 

 

12 Ocak 2025

Korucuk