Bir Hiçliğin Fabrikası
Kitap İncelemeleri

Bir Hiçliğin Fabrikası

Mehmet Taşdemir

Bazı kitaplar belki de içimizdeki huzursuzluğu uyandırmanın ötesinde, ruhumuza bir huzursuzluk kıvılcımı atmayı da başarır. İçimdeki huzursuzluğu kaşıma gücünden yoksun olduğuna karar verdiğim kitapları kendimden uzak tutmayı başardığımda tuhaf bir mutluluk duyarım. Kitap okumanın aynı zamanda bir düşünme etkinliği olduğunu çok az insan kabul etmez. Bunun aksi de doğru olabilir: Çoğunluk, “kitap okumanın neresi düşünmektir, biz iki işi bir arada yürütemeyiz!” der içten içe.

 

Böyle düşünenleri çok da haksız bulmuyorum. Üstümüze yağmur gibi yağdırılan onca kitap arasında çok azı bizi düşünmeye sevk eder. Hatta sanki düşünme eylemine ket vurmak için kaleme alınmıştır bu kitaplar. Vasata alıştırılmış bir toplumun buna pek de itiraz edecek hali yoktur. Çünkü kolayı tüketmenin müptelası olmaya dünden razıdır.

 

Aydınlar bile vasata göz diker. Böyle bir toplumun, huzursuz eden kitaplara hiç ilgi göstermeyerek, görmezden gelerek, onları bir tür cezalandırma yoluna gitmesi, gerçek edebiyat uğruna hayat boyu dirsek çürüten yazarlara karşı neredeyse her toplumda rastlanabilecek kolektif bir suikasttır. Sabun köpüğü gibi uçup giden kitapların baş tacı edilmesi aslında sıradanın faşizmi oluyor. Çünkü bir şeye sarılıyorsan, başka birini dışarıda bırakıyorsundur.

 

Huzursuz edici kitapların bir ortak özelliği de, baskıcı aygıtların bireyin ruhu üzerindeki boğucu denetimini deşifre etmektir. Vasat okur gibi vasat yazar da bu deşifreye gölge düşürür. Bir karaborsacı, bir stokçu gibi piyasanın nabzını tutan bir yazar, toplumda ve dilde ne kadar klişe varsa, onları bir araya getirip, bir dağ inşa eder, sonra o dağı, ruhlardaki huzursuzluğun üstüne yuvarlar. Baskıcı aygıtlarla derdi olanlar zaten bu dağın farkındadır. Hatta bu dağın bu baskıcı aygıtların bir parçası olduğunun da bilincindedirler.

 

İnsan ruhu üzerinde tam bir denetim kurmayı amaçlayan baskıcı bir sistemin, korku, şüphe, şantaj, jurnal, yıldırma, işkence, tehdit, ceza, toplama kampı, hapis ve öldürmeyle şekillendirdiği bireylerin oluşturduğu bir toplumu yazıyla resmetmek hem çok zordur, hem de ağır bedelleri vardır. Bir o kadar zor ve başarısız kalması muhtemel olan başka bir şey de, böyle bir sisteme şu veya bu düzeyde maruz kalmayıp, dışardan tasvir etmeye kalkışmak!Siyasal literatürde totaliterlik olarak geçen böyle bir sistemin uygulamalarını etinde kemiğinde hissetmeyen bir yazarın tasviri, özünde aynı olmayan sistemleri  “ikisi de hayvandır” diyerek turnayı kaz gibi anlatmasının pek de ötesine geçemez. Bir klişeye sığınarak, totalitarizm yaşanarak anlatılabilir demek zorunda hissediyorum kendimi.

 

2009 yılında Nobel ödülünü alan Herta Müller’i çok geç keşfettim ne yazık ki. Sadece iki kitabı Türkçeye çevrilebilmiş şimdiye kadar. Yürekteki Hayvan ve Tilki Daha O Zaman Avcıydı (telos yayınları). Bu iki kitabı da yakın zamanda okuyup bitirdim. Şu satırlar Yürekteki Hayvan’dan:

 

“Büyük konferans salonundaki alkış rektörün el işaretiyle kesildikten sonra, beden öğretmeni kürsüye çıkmıştı. Beyaz bir gömlek vardı üstünde. Lola’nın partiden ihraç edilmesi ve okuldan kaydının silinmesi için oylama yapılmıştı. (Lola, partiden habersiz intihar ettiği için—trajediyle komedi hiç bu kadar can yakıcı olmamıştır—bu durum totaliter yönetimin idaresi altındaki ülke için utanç kaynağı olarak görülür ve şöyle denir: “Bu öğrenci intihar etmiştir. Eylemini kınıyor ve onu küçümsüyoruz.”) Elini ilk kaldıran beden öğretmeni oldu. Ardından bütün eller havaya kalktı. Herkes kolunu kaldırırken, ötekilerin kalkan kollarına bakıyordu. Kolu ötekilerin ki kadar kalkmayan olursa, hemen dirseğini biraz daha geriyordu.Parmaklar yorulup öne düşene, dirsekler ağır ağır kırılmaya başlayana dek, ellerini havada gepgergin tutmuştu herkes. Çevreye bakınıyor, henüz kimse kolunu indirmediğinden, parmaklarını ve dirseklerini yeniden geriyorlardı…”

 

Aile bireylerinin bile birbirlerini devlete jurnallediği paranoyak bir toplumu romanlarının temel konusu yapan Herta Müller’in 1987 yılında ülkesi Romanya’yı terk etmek zorunda bırakılmasının ardında yatanlardır bunlar. Devlete ajanlık yapmayı reddettiği için işinden de kovulur. İrili ufaklı bütün parti ve grupları göz önüne getirdiğimizde de aynı sonuçlarla karşılaşırız: Herkes mensubu olduğu parti veya grubun doğal ajanıdır! Bireyin yok sayıldığı klostrofobik bir atmosferdir bu.

 

Böyle bir sistem altında kişiler bütün değerlerini yitirir. Sıradan insani ilişkiler kurmak bile neredeyse imkânsız hale gelir. Sığınacak bir yer de kalmaz. Maymun ve papağan sevimli hayvanlardır ama onlar gibi olmaya zorlanmak insan için gerçek bir trajedidir. Herta Müller’in (veya Orwell) romanlarında yarattığı atmosfer de (bu aynı zamanda yaşanmış gerçeğin temsilidir) yukarıdan aşağıya doğru “mutlak doğrular” pompalanır her zaman. Kişiye düşen bunlara harfiyen itaat edip uygulamaktır. Bu “mutlak doğruları” değil uygulamamak, hafif bir kuşku duyduğunu belli etmek bile “vatan haini” veya “devrim düşmanı” olarak damgalanmaya yeter. Ufukları yok eden, bunaltan bir tekrar yaşatılır hiyerarşi zincirindeki herkese. Sürekli endişe ve tedirginlik, ruhta iyi ve insani ne varsa, bir bataklık gibi dibine doğru çeker. Kişi koyunca bir huzur için bile her şeyini vermeye hazır hale gelir.

 

“Özeleştiri” için günlerce ayakta tutulan bir koğuş arkadaşım, toplantıya ara verdiğimiz bir sırada, elleri titreyerek, gri bir gökyüzünün iç bulandırıcı bir biçimde eğildiği hapishane avlusunda, kasvetli bir sesle bana şöyle dediğini hatırlıyorum: “Allahım, keşke beni dağ başında bir hayvan olarak yaratsaydın!”

 

Havalandırmada onunla arkadaşça sayılacak sohbetler eden kişiler, biraz sonra toplantı tekrar başladığında, o kişiyi yerden yere vurmak için yüzlerine hazin bir ikiyüzlülük maskesi takacaklardı. Kişiyi toplu halde “günahlarından” arındırma ritüelinde sözler inançsızlıkla dökülür dudaklardan. Herkes bu ritüelin basit bir nesnesidir. Öznesi olmak bile nesnesi olmanın başka bir biçimidir. Kişinin gördüğü rüyalar bile didiklenir. Rüyada bile karşı cinsle olmak düşkünlük ve yozluktur. Eğer rüyanda karşı cinsi görüyorsan demek ki gündüz onu hayal ediyorsundur. Bunun anlamı dört duvar arasında da olsa sana verilen yüce görevlerinden uzakta bir hayal dünyası kurmuşsundur!

 

Totaliter devletin bireyi kaçınılmaz olarak sersemleşir. Dar bir grubun taklit ettiği totaliter sistem ise bireyi mutlak anlamda felç eder. Çünkü aslından taklide doğru gittikçe her şey daha da kötüleşir doğası gereği.

 

Yıkıma uğramış, teslim alınmış, sorgulayamaz hale gelmiş bireyler, çarkın dişlisi haline gelmeye inat edenleri de acımasız bir hoyratlıkla kendi seviyelerine çekmeye uğraşırlar. Varlıklarının(aslında hiçliklerinin) devamını herkesin silindirden geçip düzleştiği bir ortamdagörürler. Bütün renkler ölür. Dev bir fabrikanın bacasından çıkan gri bir dumana döner yüzler. Herkes birbirinin sözde hatalarının avına çıkar. Hata da, suç da, vicdan da, erdem de aslında düzmecedir, suni olarak üretilmiştir.

 

Bir insanın bir şeye veya kimseye gösterdiği gerçek bir merhameti hiç zorlanmadan düşkünlük diye yargılayabilirsiniz. Haksızlığa uğramış bir insana adalet talep etmek sizi bir anda “suçlunun” işbirlikçisi haline getirebilir. “Hata” ve “suç” avına çıktığınızda en affedilmez davranış eli boş dönmektir. Ama bunun da bir telafisi vardır: Topluluğun karşısına geçip kendini sınırsız alçaltmak, “yüce” görevler karşısında ne kadar da cüce kaldığını kabul etmektir.

 

Herkes birbirinin ruhunun suikastçısıdır. Çünkü söz konusu olan bir hiçliğin fabrikasıdır.