Kâmil Erdem Söyleşisi
- 06 Aralık 2024
Vahşi Batı’yı bize tanıtan Joe Dillon’dı. The Union Jack, Pluck ve The Halfpenny Marvel‘ın eski sayılarından oluşan küçük bir kütüphanesi vardı. Her akşam okuldan sonra onun arka bahçesinde buluşur ve Kızılderili savaşları düzenlerdik. Biz ahırın çatı aralığını var gücümüzle ele geçirmeye çalışırken Joe’yla şişko kardeşi, miskin Leo da orayı korurlardı. Ya da çimlerin üzerinde meydan savaşı yapardık. Ne var ki, ne kadar iyi savaşırsak savaşalım, hiçbir zaman kuşatmayı yaramaz ya da savaşı kazanamazdık ve tüm çarpışmalarımız Joe Dillon’ın zafer dansıyla sona ererdi. Annesiyle babası her sabah Gardiner Sokağı’ndaki saat sekiz ayinine giderler, geride evin salonunda Bayan Dillon’ın huzurlu kokusunun geçmeyen etkisi kalırdı. Kendisinden yaşça daha küçük ve daha ürkek olan bizlere göre Joe daha sert oynardı. Başında eski bir çaydanlık kılıfı, elindeki bir tenekeye yumruğuyla vurup “Yaa, yaka, yaka, yaka!” diye bağırarak hoplaya zıplaya bahçede dolaşırken bir tür Kızılderili’ye benzerdi.
Ne zaman rahipliğe karşı bir yeteneği olduğu söylense herkes kuşkuyla yaklaşırdı buna. Gelgelelim doğruydu bu.
Bir asilik ruhu kendiliğinden aramızda yayılıyor; bunun etkisiyle de kültür ve mizaç farklılıkları ortadan kalkıyordu. Kimimiz cesaret gösterip, kimimiz şaka olsun diye, kimimiz de neredeyse korkuyla bir araya geldik; ben de bu sonunculardan, çalışkan ya da nanemolla görünmekten korkan zoraki Kızılderililerden birisiydim. Vahşi Batı edebiyatında anlatılan maceralar benim mizacıma uzaktı, ama en azından önümde kaçış kapıları açıyorlardı. İçinde zaman zaman hırpani kılıklı, azgın ve güzel kızların geçtiği Amerikan dedektif hikâyelerini daha çok seviyordum. Bu hikâyelerde zararlı bir yan olmamasına, hatta bazen edebi bir amaçla yazılmış olmalarına karşın yine de okulda gizlice elden ele dolaştırılırlardı. Bir gün Peder Butler, Roma Tarihi’nin dört sayfasından sözlü sınav yaparken sakar Leo Dillon, elinde Halfpenny Marvel’in bir sayısıyla yakalandı.
“Bu sayfa mıydı yoksa şu mu? Bu sayfa? Hadi Dillon, kalk ayağa bakalım ‘Gün nerdeyse’… Devam et! Hangi gün? ‘Gün nerdeyse ağarmak üzereydi’… Çalıştın mı? Cebinde ne var senin?”
Leo Dillon dergiyi uzatırken herkesin kalbi pırpır etti ve masum bir yüz ifadesine büründü. Peder Butler kaşlarını çatarak çevirdi sayfaları.
“Bu saçmalık da ne?” dedi. “Apaçi Şefi! Roma Tarihi çalışmak yerine bunu mu okuyorsun sen? Bu berbat şeyleri bu okulda bir daha görmeyeyim. Bunu yazan herif bir içki karşılığında bu tür şeyler yazan sefilin teki herhalde. Sizin gibi eğitimli çocukların böyle şeyler okumasına şaşıyorum. Hani desem ki devlet okullarında okuyor olsanız… Eh yani, o zaman anlayabilirim. Hadi şimdi Dillon, sana şiddetle tavsiye edeceğim şey şu: ödevini aksatma, yoksa…”
Okulun ağırbaşlı olmayı gerektiren saatlerinde tanık olduğumuz bu azarlama, Vahşi Batı’nın ihtişamını benim gözümde epeyce soldurdu ve Leo Dillon’ın şaşkın ve ablak yüzü vicdanımın seslerinden birini uyardı. Ama okulun dizginleyici etkisinden biraz uzaklaşınca, yeniden vahşi duyguların, bana sadece o kargaşalık anlatılarının sunduğu o kaçışın derin arzusunu duymaya başladım. Akşamları yapılan savaş taklitleri de sonunda sabahları okulun tekdüzeliği kadar can sıkıcı hâle gelmişti, çünkü artık başıma gerçek maceralar gelmesini istiyordum. Ama gerçek maceraların da evden dışarı çıkmayan insanların başına gelmez diye düşünüyordum: onları uzak diyarlarda aramak gerekti.
Okul hayatının sıkıcılığından hiç yoktan bir günlüğüne de olsa kurtulmaya karar verdiğimde yaz tatili yaklaşıyordu. Leo Dillon ve Mahony adında bir çocukla birlikte okuldan bir günlüğüne tüymeyi kafaya koyduk. Her birimiz yarımşar şilin biriktirdik. Sabah saat onda Kanal Köprüsü’nde buluşacaktık. Mahony’nin ablası onun adına bir mazeret pusulası yazacak, Leo Dillon da kardeşinden hasta olduğunu söylemesini isteyecekti. Rıhtım Yolu boyunca yürüyerek gemilere kadar gitmeyi, oradan feribotla karşıya geçip Güvercin Evi’ne bakmayı kararlaştırdık. Leo Dillon, Peder Butler’la ya da okul dışından biriyle karşılaşabileceğimizden korkuyordu; ama Mahony gayet mantıklı bir şekilde Peder Butler’ın Güvercin Evinde ne işi olabileceğini sordu. Güvenimiz yerine gelmişti; kendi yarım şilinimi gösterip diğer ikisinden de yarım şilinlerini alarak komplomuzun ilk aşamasını sonuçlandırdım. Akşam son hazırlıkları yaparken hepimiz belli belirsiz heyecanlıydık. Gülerek el sıkıştık, Mahony:
“Yarın görüşürüz arkadaşlar!” dedi.
O gece berbat bir uyku uyudum. En yakında ben oturduğum için sabahleyin köprüye ilk gelen bendim. Kitaplarımı bahçenin sonundaki, kimsenin uğramadığı çöp çukurunu çevreleyen uzun otların arasına sakladım ve kanal kıyısı boyunca aceleyle ilerledim. Haziranın ilk haftasında ılık ve güneşli bir sabahtı. Köprünün tepeliğine oturmuş, akşamdan ince kille parlattığım hafif bez ayakkabılarıma hayranlıkla bakarken bir yandan da bir tramvay dolusu işçiyi yokuş yukarı çeken yumuşak başlı atları izlemeye koyuldum. Yolun iki yanında sıralanan uzun ağaçların tüm dalları küçük açık yeşil yapraklarla süslenmişti, güneş ışığı da eğik bir açı yaparak bu yaprakların arasından suya vuruyordu. Köprünün granit taşı ısınmaya başlamıştı; kafamın içinde dönüp duran bir ezginin ritmine uyarak ellerimle köprünün taşında ritim tutmaya başladım. Çok mutluydum.
Oturduğum yerde beş-on dakika geçmişti ki gri elbisesi üzerinde Mahony’nin yaklaştığını gördüm. Zorlu bir tırmanışla gülümseyerek tepeye çıktı, geldi yanıma oturdu. Beklerken iç cebinde kabarıklık oluşturan sapanı çıkardı ve üzerinde yaptığı bir takım iyileştirmelerden söz etti. Sapanı niye getirdiğini sorunca kuşlarla biraz kafa bulmak için getirdiğini söyledi. Mahony rahatça argo sözler kullanıyor, Peder Butler’dan da Moruk Bunser diye söz ediyordu. Bir çeyrek saat daha bekledik, ama Leo Dillon’dan hâlâ bir ses yoktu. Sonunda Mahony aşağı atladı ve:
“Hadi gidelim. Şişkonun yan çizeceğini biliyordum.” dedi.
“Peki, ya onun yarım şilini?” dedim.
“O da onun cezası,” dedi Mahony. “Bizim için daha iyi ya, bir yerine bir buçuk şilinimiz olur.” Vitriyol Fabrikası’na gelene dek North Strand yolundan yürüdük, derken Rıhtım Yolu’nu geçip sağa saptık. Gözlerden uzaklaşır uzaklaşmaz Mahony Kızıldericilik oynamaya başladı. Boş sapanını sağa sola sallayarak hırpani kılıklı[1]bir alay kızı kovaladı, kahramanlığa soyunan iki hırpani kılıklı oğlan bize taş atmaya başlayınca onlara saldırmamızı önerdi. Oğlanların çok küçük olduklarını söyleyerek bu öneriye karşı çıktım, böylece yolumuza devam ettik, hırpani kılıklılar alayı, karaşın Mahony kasketine bir kriket kulübünün gümüş rozetini taktığı için bizlerin Protestan olduğumuzu sanarak arkamızdan “Kundak çocukları! Kundak çocukları!”[2]diye bağırıp duruyordu. Smoothing Iron’a[3]gelince bir kuşatma düzenledik ama başarısızlıkla sonuçlandı, çünkü bunun için en az üç kişi olmalıydı. Ne kadar korkak biri olduğunu söyleyerek ve saat üçte Bay Ryan’dan kaç sopa yiyeceği üzerinde tahminler yürüterek Leo Dillon’dan intikamımızı aldık.
Derken nehrin yakınlarına varmıştık. Yüksek taş duvarlarla çevrili gürültülü sokaklarda uzun süre yürüdük, vinçlerin ve motorların çalışmasını izledik; gıcırdayarak ilerleyen arabaların sürücüleri ayakaltında durduğumuz için sık sık bize bağırıyorlardı. Rıhtıma vardığımızda öğlen olmuştu ve tüm işçiler öğle yemeklerini yemekte olduklarından biz de iki büyük kuş üzümlü çörek aldık ve nehrin kıyısındaki bir demir borunun üzerine oturup yemeye koyulduk. Dublin’in alış-veriş telaşını seyretmek hoşumuza gidiyordu — uzaklardan yünümsü duman kıvrımlarıyla işaret veren mavnalar, Ringsend’in ötesindeki kahverengi balıkçı filosu, karşı rıhtımda yük boşaltan büyük beyaz yelkenli. Mahony, o büyük gemilerden biriyle denize açılmanın tam bir göbek havası olacağını söyleyince ben bile yüksek direklere bakarak, okulda bana kıt kanaat yüklenen coğrafya bilgisinin yavaş yavaş gözlerimin önünde somutlaştığını gördüm ya da hayal ettim. Okul ve ev bizden uzaklaşıyor, üzerimizdeki etkileri giderek sönümleniyordu sanki.
İki işçi ve elinde çantasıyla küçük bir Yahudi eşliğinde geçiş ücretimizi ödeyerek feribotla Liffey’yi [4]geçtik. Ağırbaşlılık derecesinde ciddiydik, ama kısa yolculuk sırasında bir kez göz göze geldik ve gülüştük. Karaya çıkınca karşımızdaki rıhtımda gözümüze ilişen zarif üç direkli geminin boşaltılmasını izledik. İzleyenlerden biri bunun bir Norveç gemisi olduğunu söyledi. Kıç tarafına gidip üzerindeki yazıyı sökmeye çalıştım, ama başaramayınca geri dönüp içlerinde yeşil gözlü olan birileri var mı yok mu diye yabancı denizciler üzerinde göz gezdirdim, çünkü aklımı kurcalayan böyle bir kavram vardı kafamda… Denizcilerin gözleri mavi, gri ve hatta siyahtı. Gözleri yeşil denebilecek tek denizci, kalaslar her düştüğünde “Tamam! Tamam!” diye neşeyle bağırarak rıhtımdaki kalabalığı eğlendiren uzun boylu bir adamdı.
Bu manzarayı seyretmekten bıkınca ağır adımlarla Ringsend’e doğru ilerledik. Hava boğucu bir hâl almıştı, bakkal dükkânlarının vitrinlerinde soluk renkleriyle küflü bisküviler duruyordu. Biraz bisküviyle çikolata aldık ve balıkçı ailelerinin yaşadığı pis sokaklarda dolaşırken hararetle bunları yedik. Bir sütçü dükkânı bulamadığımız için bir işportacı dükkânına girdik ve birer şişe ahududu limonatası alıp içtik. Bunun verdiği zindelikle Mahony dar bir yoldan aşağı doğru bir kediyi kovalamaya başladı, fakat kedi büyük bir arsaya kaçarak kurtuldu. İkimiz de oldukça yorulmuştuk, bu yüzden arsaya varır varmaz Dodder’ı[5] görebileceğimiz eğimli bir bayıra yöneldik.
Vakit çok geç olmuş, bizse Güvercin Evi’ne gitme tasarımızı gerçekleştiremeyecek kadar yorgun düşmüştük. Atıldığımız maceranın ortaya çıkmaması için saat dörtten önce evde olmalıydık. Mahony üzgün üzgün sapanına bakıyordu, eski neşesi yerine gelsin diye trenle dönmeyi önermek zorunda kaldım. Güneş bulutların arkasına çekilmiş, bizi bitkin düşüncelerimiz ve erzak kırıntılarımızla baş başa bırakmıştı.
Arsada bizden başka kimse yoktu. Bir süre konuşmadan bayırda uzandıktan sonra arsanın öbür ucundan bir adamın bize doğru yaklaştığını gördüm. Kızların fal baktığı şu yeşil saplardan birini çiğnerken miskin miskin adamın gelişini izlemeye koyuldum. Bayırdan inerek yavaş yavaş yaklaştı. Bir elini beline koymuş; diğer elinde tuttuğu bir ince dalla da hafifçe çimlere vura vura yürüyordu. Hırpani yeşilimsi siyah bir takım elbise giymiş, bizim eskiden jerry hat [6]dediğimiz yüksek tepelikli bir şapka takmıştı. Bıyıklarının kül grisine döndüğüne bakılırsa oldukça yaşlı olmalıydı. Uzattığımız ayaklarımızın yanı başından geçerken bize hızlı bir bakış attı ve yoluna devam etti. Biz de göz ucuyla onu izliyorduk, belki de elli adım kadar ilerlemişti ki aynı yolu izleyerek geri gelmekte olduğunu gördük. Elindeki ince dalla sürekli yeri yoklayarak ağır ağır bize doğru geliyordu; o kadar yavaş yürüyordu ki otların arasında bir şeyler aradığını düşündüm.
Bizimle aynı hizaya gelince durdu, bize iyi günler diledi. Biz de ona aynı şekilde karşılık verince büyük bir dikkatle ve ağır ağır yanımıza oturdu. Bu yazın çok sıcak geçeceğinden girip ta çocukluğundan bu yana —ki uzun zaman olmuştu— mevsimlerin çok değiştiğini de sözlerine ekleyerek havalardan söz etmeye başladı. İnsan hayatının en mutlu zamanının kuşkusuz okul günleri olduğunu ve tekrar genç olabilmek için her şeyini verebileceğini söyledi. O biraz olsun içimize baygınlık veren bu duygularını dile getirirken biz de ses etmeden duruyorduk. Sonra okuldan ve kitaplardan bahsetmeye başladı. Bize Thomas Moore’un şiirlerini ya da Sir Walter Scott ve Lord Lytton’un eserlerini okuyup okumadığımızı sordu. Söz ettiği her kitabı okumuş gibi davrandım, bunun üzerine sonunda,
“Ah,” dedi, “belli ki sen de benim gibi kitap kurdusun. “Bak,” diye devam etti, gözlerini fal taşı gibi açarak bizi seyreden Mahony’yi göstererek, “O farklı; o oyun oynamayı seviyor.”
Dediğine bakılırsa evinde Sir Walter Scott’la Lord Lytton’un bütün eserleri varmış ve bunları okumaktan asla bıkmazmış. “Elbette,” dedi, “Lord Lytton’ın bazı eserlerini çocuklar okuyamaz.” Mahony, çocukların neden bunları okuyamayacağını sordu; bu sorunun beni tedirgin etmesi bir yana, üzdü de; çünkü adamın benim de Mahony kadar aptal olduğumu düşünmesinden korkuyordum. Neyse ki adam sadece gülümsemekle yetindi. Sararmış dişlerinin arasında büyük boşluklar olduğunu gördüm. Sonra bize hangimizin daha çok sevgilisi olduğunu sordu. Mahony umursamaz bir tavırla üç manitası olduğunu söyledi. Adam bana da kaç sevgilim olduğunu sordu, ben de hiç olmadığını söyledim. Ama inanmadı bana, mutlaka bir sevgilin vardır, dedi. Yanıt vermedim.
“Siz söyleyin ya bize,” dedi Mahony adama küstahça, “sizin kaç sevgiliniz var?”
Adam az önceki gibi gülümsedi, bizim yaşımızdayken bir sürü sevgilisi olduğunu söyledi.
“Her oğlanın,” dedi, “küçük bir sevgilisi vardır.”
Bu konudaki tutumu bana onun yaşındaki bir adam için garip bir şekilde özgür düşünceli gibi geldi. İçten içe onun oğlanlarla sevgililer hakkında söylediklerini akıllıca bulmuştum. Ama ağzından dökülen sözcüklerden hoşlanmamıştım ve neden bir şeyden korkmuş ya da birdenbire bir ürperti hissetmiş gibi bir iki kez titrediğini merak ettim. Konuşmasını sürdürürken aksanının düzgün olduğunu fark ettim. Ne kadar güzel, yumuşacık saçları, ne denli yumuşak elleri olduğundan ve insan onları enikonu tanırsa hiç de öyle göründükleri kadar iyi olmadıklarından söz ederek bize kızları anlatmaya başladı. Güzel bir genç kıza, onun o güzel beyaz ellerine ve güzel yumuşak saçlarına bakmak kadar hoşlandığı bir şey olmadığını söyledi. Bana ezberlediği bir şeyi tekrar ediyormuş ya da kendi konuşmasındaki bazı sözcüklerin çekimine kapılmış da zihni ağır ağır aynı yörüngede dönüp duruyormuş gibi bir izlenim verdi. Bazen herkesin bildiği bir gerçeği üstü kapalı bir şekilde açıklar gibi konuşuyor, bazen de sesini alçaltarak sanki başkalarının duymasını istemediği gizli bir şeyi açığa vurur gibi gizemli bir şekilde konuşuyordu. Ara ara değiştirerek ve tekdüze çıkan sesiyle uyumlu hâle getirerek aynı sözleri durmadan tekrarlıyordu. Bir yandan onu dinliyor bir yandan da gözlerimi kırpmadan bayırın eteklerine bakıyordum.
Epey bir zaman geçtikten sonra monoloğuna ara verdi. Yavaşça ayağa kalktı, bir dakika kadar, sadece birkaç dakika bizden ayrılmak zorunda olduğunu söyledi; bense, bizden ağır ağır uzaklaşarak arsanın öbür ucuna doğru yürüdüğünü bakışlarımı diktiğim yönden gözlerimi ayırmadan görebiliyordum. O gittikten sonra sessizliğe gömüldük. Birkaç dakika süren bir sessizlikten sonra Mahony’nin haykırdığını duydum:
“Aa! Hey şuraya bak ne yapıyor!”
Ne yanıt verebilmiş ne de kafamı kaldırıp bakabilmiştim. Mahony tekrar bağırdı:
“Yok artık… İbne moruğun teki bu!”
“Adlarımızı soracak olursa,” dedim, “Sen Murphy dersin, ben de Smith.”
Birbirimize başkaca bir şey söylemedik. Adam geri gelip tekrar yanımıza oturduğunda ben hâlâ gidip gitmemeyi düşünüyordum. Adam daha yerine oturmamıştı ki, Mahony kendisinden kaçan kediyi gördü ve birden yerinden fırlayıp arsada kediyi kovalamaya başladı. Adamla ben kovalamacayı izliyorduk. Kedi gene kaçıp kurtulunca Mahony onun tırmandığı duvara taş atmaya koyuldu. Derken bundan da vazgeçti, arsanın ta öbür ucunda aylak aylak dolaşmaya durdu.
Çok geçmeden adam benimle konuşmaya başladı. Arkadaşımın çok kaba bir çocuk olduğunu söyleyip okulda çok kırbaç yiyip yemediğini sordu. Öfkeyle, onun deyimiyle kırbaçlanacak Devlet Okulu çocukları olmadığımızı söyleyecektim; ama kendimi tuttum. Çocukları dayakla cezalandırma konusunda konuşmaya başladı. Yeniden konuşmasının çekim alanına girmiş gibi görünen zihni, şimdi ağır ağır bu yeni merkezin etrafında dönenip duruyordu sanki. Böylesi oğlanların kırbaçlanmaları, hem de yağlı tarafından kırbaçlanmaları gerektiğini söyledi. Bir oğlan asilik ve yaramazlık yaptığında kırbaçla iyice bir dövmekten başka yapılacak bir şey yoktu. Öyle eline vurmak ya da suratına şamarı basmak işe yaramazdı: böylelerine gereken acımadan kırbacı basmaktı. Bu yargı karşısında şaşırıp kalmıştım, istemeye istemeye kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Yüzüne bakarken seğiren alnının altından bana bakan bir çift koyu yeşil gözle karşılaştım. Gözlerimi kaçırdım.
Adam monoloğuna devam etti. Az önceki özgür düşünceliliğini unutmuş gibiydi. Eğer bir oğlanı kızlarla konuşurken yakalar ya da bir kızla sevgili olduğunu anlarsam, onu öyle bir kırbaçlarım ki, dedi, sonunda o da kızlarla konuşmamayı öğrenir. Ve eğer bir oğlan sevgili olarak bir kızla birlikte olur ve bir de bu konuda yalan söylerse, bu dünyada hiçbir oğlanın yemediği bir dayak atarmış o zaman ona. Dünyada bundan daha çok hoşuna gidecek bir şey yok, dedi. Sanki çok karmaşık bir esrarı ortaya çıkarıyormuş gibi anlattı bana böyle bir çocuğu nasıl kırbaçlayacağını. Böyle bir şeyi yapmaktan dünyadaki her şeyden daha çok haz alacağını söyledi; beni bu esrarın içine tekdüze bir şekilde yönlendirirken sesi, onu anlamam için âdeta yalvarırcasına neredeyse sevecenleşti.
Monoloğuna tekrar ara verinceye dek bekledim. Sonra aniden ayağa kalktım. Heyecanımı belli etmemek için ayakkabımı düzgünce giyiyormuş gibi yaparak birkaç saniye oyalandım ve sonra gitmek zorunda olduğumu söyleyerek iyi günler diledim. Bayırı sakince tırmandım, ama yüreğim, ayak bileklerimden beni yakalayacağı korkusuyla güm güm çarpıyordu. Bayırın tepesine ulaştığımda arkamı döndüm ve ona bakmadan yüksek sesle arsaya doğru seslendim:
“Murphy!”
Sesimde zoraki bir cesaretin tonlaması vardı; başvurduğum bu berbat hileden utanıyordum. Mahony beni görüp de yanıt vermek için bağırmadan önce bu ismi bir kez daha ünlemek zorunda kaldım. Arsadan koşarak bana doğru gelirken kalbim nasıl da çarpıyordu! Yardımıma yetişecekmiş gibi koşuyordu. Ve pişmanlık duydum; çünkü içten içe onu hep biraz hor görmüştüm.
[1] “Bakıma Muhtaçlar Okulu” diye çevirebileceğimiz, özgün metinde “ragged schools” olarak geçen, Dublin’de hem Protestanlara hem de Roma Katolik mezhebine bağlı okullar vardı. Bu okullar, çok fakirlerin çocuklarına ücretsiz eğitim, bir miktar yiyecek ve giyecek sağlayan hayır kurumlarıydı. Mahony’nin kovaladığı bu çocuklar muhtemelen söz konusu bu okullara devam eden çocuklardı. (ç.n.)
[2] Dublin’de Protestanlar için kullanılan argo bir sesleniş. (ç.n.)
[3] Dublin Körfezi’nin kuzey tarafında bir yüzme yeri. (ç.n.)
[4] Dublin’in ortasından geçen nehir. (ç.n.)
[5] Dodder, Liffey Nehri’nin bir koludur. (ç.n.)
[6] jerry hat: Adını İngiliz yazar Pierce Egan’ın hiciv dergisindeki bir karakterden alan yuvarlak, sert keçeden yapılma bir şapka.