Atların suyu bitmiş, alıp dolduruyor kovayı, duvarın dibine koyuyor yine. Bahçeyi dolaşırken lahanalardaki bazı yaprakların sarardığını fark ediyor. Eğilip dokunuyor birine, eline yapışkan bir şey bulaşıyor. Dikkatle baktığında, küçük beyaz kelebekler görüyor. Bazılarının kanatlarının ön kenarında, bazılarının da kanat üstlerinde siyah lekeler var. Vücutları yeşilimsi gri kelebekler, yaprakları yiyerek küçüklü büyüklü delikler açmışlar. Deliklerin birinden üst tarafa çıkmaya çalışan tırtılı görünce, tuttuğu yaprağı çevirip altına bakıyor. Öbekler halinde bırakılmış bir sürü yumurta ve onlardan çıkmakta olan tırtıllar var. Birkaç yaprağı daha inceliyor, taze sürgünleri yemiş bunlar. Karık boyunca ilerleyerek tüm sebzeleri kontrol ediyor. Lahanaların hepsini sarmış kelebekler, bazı karnabaharlara da bırakmışlar yumurtalarını. Montunun cebindeki telefonu çıkarıyor hemen, Mehmet’e anlatıyor gördüklerini. İlaç yapmalısın diyor o da, kurur yoksa sebzeler. Hangi ilaçtan alayım diye soruyor Selim, çarşıya da gidecekti zaten. Bir sürü zararlıdan söz ediyor Mehmet, ne olduklarını görmem lazım, ona göre alırız ilacı. Giderken size uğrayayım o zaman, bir yaprak getireyim sana. Nurten’i de getir diyor Mehmet, çarşıya beraber ineriz, benim de alacaklarım var, görüşmüş olur bizimkiler de. Tamam diyor ona.
Bahçeden ayrılıp eve giriyor, pencereye doğru oturmuş Nurten, dalgın dışarıyı seyrediyor, ona çeviriyor yüzünü, ifadesiz, yine pencereye dönüyor sonra. Onun bu mahzun hallerine alıştı, çok şey değişti hayatlarında. Elindeki yaprağı küçük bir poşetin içine koyup vestiyere bırakıyor. Yün bir şal almış Nurten sırtına, üşüyor musun diye soruyor, derecesini artırayım kazanın. Ondan değil diyor eşi, şalın uçlarını birleştiriyor göğsünde, iyice sarıyor kendini ona. Gidip yanına oturuyor. Gözleri Midilli’nin üzerindeki kara bulutlarda, on gün sonra bir yıl olacak, diyor Nurten. Boğazı düğümleniyor onun da, ne diyeceğini bilemiyor, ne söylese anlamsız. Elini tutuyor kadın, Selim’e bakıyor, o getirmişti bu ipleri. Bir süre öyle sessiz oturuyorlar. Denize, karşı kıyılara bakıyor o da, adanın belli belirsiz seçilen evlerinde, tepelerinde geziniyor bakışları. Limana kadar uzanan yamaçtaki yapraklarını dökmüş ağaçlar gibi çırılçıplak kaldılar. Köpükler saçarak kıyıya vuran o hırçın dalgalar bile söndüremez içindeki ateşi.
Kara bulutların o yöne geldiğini fark edince, yağmur inmeden gidelim hadi diyor Selim. Nurten isteksiz, alınacakları yazmıştım, masanın üzerinde liste. Mehmetlere uğrayacağız ama böcek sarmış sebzeleri, ilaç adı söyleyecek bana, çarşıya ineceğiz beraber, siz de İnci’yle sohbet edersiniz. Gelmeyeyim ben, yatacağım biraz. Nasıl istersen diyor, ısrar etmiyor. Koltuğa kıvrılıyor kadın, şalı örtüyor üzerine. Sıkıca giyinip beresini takıyor, listeyle vestiyerdeki poşeti alıyor.
Dışarıda buz gibi bir rüzgâr, ağaçların dalları kırılacak gibi sallanıyor. Mandalina ağacından birkaç meyve düşüyor yere. Montunun yakasını kaldırarak hızlıca yürüyüp, arabasına biniyor. İki sokak aşağıya indiğinde büyük, taş evin arkasından Mehmetlerin evi görünüyor. Onların evi de Ömer’in İngiltere’de yaşadığı ev gibi kırmızı tuğlalardan yapılmış, burayı her görüşünde onun yolladığı fotoğraflar aklına geliyor.
Evin önünde durunca bahçede görüyor Mehmet’i. Elinde budama makası, uzun bir merdivene çıkmış, kestiği dallar savrularak düşüyor. Tehlikeli iş yapıyorsun bu havada diye seslenerek yanına gidiyor, ayaklarına yapışıyor merdivenin, metalin soğuğu içini titretiyor. Bitmek üzere, üşütme içeri gir sen, kahve yapacaktı İnci. Hadi bitiriver, birlikte geçelim diyor ona. Birkaç dal daha kesiyor Mehmet, merdivenden inerken, ay son dördündeyken bitireyim diye uğraştım, deyince şaşırıyor. Yapraklarını döktüler diye geçen hafta budamıştım ben, ayın durumunu da mı bakacaktık diye soruyor. Gülüyor Mehmet, daha öğreneceğin çok şey var, öyle şehirden bunaldım, gider bahçeye bir ev yapar otururum demekle olmuyor bu işler. Doğru diyor, öyleymiş. Hiç aklımızda yoktu böylesi ama Ömer’in hayaliydi bir gün buraya yerleşmek. En sevdiği yerde olmak istedik işte. Kederle çıkıyor sesi. Kapıya doğru yürürlerken koluna giriyor Mehmet.
İnci geldiklerini duymuş galiba, onlar yaklaşırken açıyor kapıyı, içeriden pasta ve kahve kokuları geliyor. Nurten yok mu, diyor İnci. Keyifsizdi yine, uzandı o. İnci nedenini sormuyor. Kahveler hazır diyerek mutfağı işaret ediyor. Mutfağa girdiğinde masanın üzeri yiyeceklerle dolu, büyük bir kayık tabakta kuru patlıcan ve biber dolması var, tepsiler dolusu börekler, pastalar yapmış, tezgâhta ikiye kesilmiş kakaolu bir kek duruyor. Böyle yerseniz tansiyonunuz elbet çıkar diyor onlara. Kahveleri bırakıyor önlerine İnci. Çocuklar geliyor akşama Bursa’dan, konuşurken gözlerinin içi gülüyor. Fincan elinde Selim’in, içindeki yara kanıyor, devam ediyor İnci, Sezgin’in doğum gününü kutlayacağız. Öksürüyor Mehmet. Yüzüne kan hücum ediyor İnci’nin, tezgâha dönüyor, ocaktaki kremayı karıştırıyor. Dışarıdaki soğuk rüzgâr mutfakta uğulduyor. Büyük bir yudum alıyor kahveden Selim, iyi ki gelmemiş Nurten. Mehmet hemen yaprağı soruyor Selim’e. Selim, cebindeki poşeti çıkarıp onun önüne koyuyor. Yaprağa bakıyor Mehmet, lahana kelebeği bunlar, geç olmadan gidelim hadi. Ayaklanıyor. Selim de kalkıyor arkasından, görüşürüz diyor İnci’ye. İnci kartondan bir çanta uzatıyor, size de koymuştum, selam söyle Nurten’e, derken Selim’in gözlerine bakamıyor.
Vites değiştirirken, boş bulundu, kusuruna bakma, diyor Mehmet. Virajda rüzgâr aracı savuruyor. Sevinçten diyor Selim, yavaşla biraz, takma sen de. Kıvrılarak inen yolda, arada bir cızırtılı Yunanca sesler geliyor radyodan. Merkeze vardıklarında, market işlerini hallediyorlar önce, sonra da zirai ilaç bayiine giriyorlar. Sebzeleri saran kelebekler için bir kutu ilaç alıyorlar. Göztaşı diye bir şey de alıyor Mehmet, sulandırılıp ağaçlara püskürtülecekmiş o mavi toz. Arabaya binerken, manava da gidecektim, diyor. Benim listede manavlık bir şey yok, sen git.
Elindekileri bagaja bırakıp onu araçta bekliyor Selim. Çarşıda herkes koşturuyor. Yağmura yakalanmadan işlerini halletme telaşına düşmüşler. Balıkçının önünde bir yığılma var. Hasan balıklarını övüyor yine, bir balıktan diğerine uzatıyor elini. Bir yandan da para alış verişine bakıyor. Öyle dinliyor müşteriler de, hangisinden alacaklarına karar verenler, balıkların temizlendiği tarafa çekiliyorlar. Çıraklardan biri ortalarda görünmüyor. Kızıl saçlı çırağın elleri, suların içinde saçlarından da kızıl olmuş, önüne konan leğenlerdeki balıkları aceleyle temizliyor. Ömer olsa barbun isterdi bu mevsimde. Başını başka tarafa çeviriyor. Köşedeki tatlıcıdan, siyah deri giysiler içinde bir kız çıkıyor, her yerinde Harley Davidson armaları. İçi daralıyor. Oradaki motora yürüyor kız, saçları uçuşuyor. Arkasından aynı onun gibi siyahlar içinde bir genç çıkıyor, gözlerine inanamıyor Selim, boyu, arkadan topladığı uzun saçlarıyla çocuk oğluna benziyor, gidip ona sarılmak istiyor bir an, sarılmak ve öylece kalmak. Onu görebildiği zamanlardaki gibi bakıyor gence. O da gidiyor motorun yanına. Direksiyonda takılı kaskı alıp arkadaşına veriyor, başka kask yok. Arabadan fırlıyor Selim, bir dakika bekleyin diye bağırıyor. Sesini duyanlar ona çeviriyorlar başlarını. İnsanların, satıcı tezgâhlarının arasından ilerliyor. Üzerlerine doğru koşarak gelen bu adamdan ürküyor gençler. Nefes nefese varıyor yanlarına, kasksız olmaz diyor gence. Elini kaldırıyor o da, ne oluyoruz ya da sana ne der gibi. Elinden yakalıyor onu Selim, oğlum da takmamış o gün. Onun nemli gözlerine şaşkın bakıyor gençler, elini çekiyor çocuk, benimki burada, diyerek motorun arkasındaki bagajı açıyor, alıyor oradan kaskı. Ciğerlerindeki tüm hava boşalıyor Selim’in. Dikkatli gidin diyor. Dudaklarını sıkıyor genç. Kızla birlikte motora binip gidiyorlar. Arkalarından bakıyor Selim.
Arabaya doğru yürürken Mehmet’in meraklı bakışlarını görüyor. Varmış kaskları diyor ona. Gülümsüyor Mehmet, bir de şu çıkıştaki yemciye uğrayalım. O niye diye soruyor. Arpa alacağım birkaç çuval, ot kalmadı ortalıkta, ne yapacağını bilmez halde dolaşıyor o başıboş atlar. Sorma diyor, bizim gibi emekli onlar da, faytonlar yasaklanınca peyda oldular sitede, sömüremeyince salıverdi birileri, aç acına da özgürlük olmaz ki. Başını sallıyor Mehmet de, iyice yanaşıp park ediyor. Dükkânın önündeki saçağın altı, içlerinde türlü tahıllar olan çuvallarla dolu. Yan yana dizmişler onları, hepsinin de üzerine birer metal bakliyat küreği saplanmış. Ben de alayım diyor Selim, bizim oraya da geliyorlar bazen, kovadaki suyu içip gidiyorlar. Ömer çok severdi atları. Nurten de alıştı onlara, geçenlerde korkmadan yanaştı o dişi olana, evde kalan gideni yedirdi, yüzü güldü ne zamandır ilk defa. Karınları doyacak diye her gün gelirler böylece, ona da iyi olur hem. Dört çuval arpa alıyorlar yemciden, aracın arka tekerleri yassılıyor bagaja koyduklarında.
*
Sitenin arka tarafındaki meralık alanda, otları biçiyor Selim, odun çuvallarına doldurup eve götürecek, bahçenin bir kenarında toprağa serip kurutacak onları, yoksa küflenirler demişti Mehmet. Kuruduktan sonra yeniden çuvallara basacak, ağzına kadar istifleyecek depoyu. Hem arpa, hem de bu otlarla doyuracak atları. Kış boyu ne yiyecekler diye düşünmeyecek. Ot çuvallarını arabaya kadar sırtında taşıyor, yığıyor bagaja üst üste. Terden sırılsıklam oluyor gömleği, boğazı kurumuş susuzluktan, ahlat ağacının gölgesine bıraktığı şişeyi kafasına dikiyor. Birkaç yüz metre ötedeki küçük barajı görüyor, suları çekilmiş sanki biraz. Masmavi suyun üzerinden yansıyan güneş ışıkları gözlerini alıyor. Eve döndüğünde yorgun, eşiyle birlikte taşıyorlar çuvalları, otları ağaçların arasına yayıyorlar. Üzerlerinde narince ellerini gezdiriyor Nurten.
Yemek hazır, hadi duşa gir sen, diyor Nurten eve girdiklerinde.
Yemekten sonra bir ağırlık çöküyor üzerine, koltuğa geçip uzanıyor. Yemek artıklarını, karpuz kabuklarını bahçeye indiriyor Nurten. Bu yaz havaların çok kurak geçeceğinden söz ediliyor televizyonda, bütün uykusu kaçıyor, tuşuna basıyor kumandanın. Oturup sehpadaki gazeteyi alıyor.
Nurten’in heyecanla bahçeden seslendiğini duyuyor. Koş Selim, geldiler, doğurmuş Fıstık! Elindeki gazeteyi atıp dışarıya fırlıyor. Uzun bacakları, körpe, zayıf gövdesiyle annesini emmeye çalışan tayı görüyor, nasıl da güzel. Nurten bir gözü tayda, karpuz kabuklarını yediriyor kısrağa, güller açılmış yüzünde. Aygır kovaya daldırmış başını, kana kana su içiyor. Koşarak sarılıyor Nurten’e, irkiliyor atlar, memeyi bırakan tay aygırın yanına seğirtiyor. Başını kovadan çıkaran Atlas’ın ağzından sular damlıyor. Üçü de, büyüyen gözleriyle bu insanlara bakıyorlar, kaçmıyorlar ama. Suyu doldurayım diye yerdeki hortuma uzanıyor Selim, kovanın içine sallıyor ucunu, bahçedeki çeşmeyi açmaya gidiyor. Arkasından sesleniyor Nurten, üç beş tane kabak da kopar, o otları koyduğum leğeni de getir. Kabakların oraya gidiyor Selim, belki tay da sever bunları, ilk başlarda şişman sanıyorlardı kısrağı, fideleri diktikten çok sonra anladılar gebe olduğunu. Bilse daha çok sebze yetiştirirdi, neyse seneye artık. Kabakları kütürdeterek yiyor atlar, taya da uzatıyor Nurten ama o gelmiyor yanlarına. Alışacak o da bize diyor Selim, Atlas ve Fıstık’la yakınlaşmaları da zaman almıştı. Nurten’in yüzünde bir ışıltı, ne koyalım bunun adını? Atlara bakıyor Selim, erkek bu tay, rengi Atlas gibi koyu kahve, Fıstık’ın alnındaki beyazlığın aynısı onda da var, ne olsun ismi, eşine kayıyor gözleri, onu yeniden yaşama bağladı bu atlar, Umut olsun onun adı.
*
Klima sabahtan beri durmadan çalışıyor. Pencerenin önüne dikilmiş, atların yolunu gözlüyorlar, gelmediler hala. Dışarıda nefes aldırmayan boğucu bir hava var. İyice huzursuz Nurten, ne yaptılar acaba bu sıcakta? Bir daha bakayım diye kapıya yöneliyor Selim, vestiyerdeki fötrünü takıyor, ipini sıkıştırıyor çenesinin altında. Kapıyı açtığında bir alev vuruyor yüzüne, neyin nesi bu sıcak? Bir yanık kokusu alıyor burnu, etrafa bakınıyor. Meranın az ilerisinden yükselen dumanları görüyor, içeriye koşuyor. Ne oldu diye soran Nurten’i duymamış gibi telefona sarılıyor, yeri bildiriyor 112’ye. Şaşkın yanına geliyor eşi, yola çıkmışlar diyor ona. Eyvah! Atlar da gelmedi, nerede bunlar? Panikliyor Nurten.
Bahçeye atıyorlar kendilerini, kulakları sirenlerde, yangın büyümeden yetişseler bari. Gittikçe çoğalıyor dumanlar, simsiyah oluyor. Kuşların çığlıklarını duyuyorlar, yanıyorlar diye çırpınıyor Nurten, yanıyor her şey. Gözlerini sıkıyor Selim, ya atlar da o alevlerin arasında kısılıp kaldıysa, kalbi sıkışıyor, göğsüne götürüyor elini, öksürüyor birkaç defa. Bir şey demiyor Nurten’e. Kızıllığı görmeye başlıyorlar, sitelere doğru ilerliyor alevler. Yürekleri ağızlarına geliyor, evlerin arasında koşturan yazlıkçıları görüyorlar. Arabalara doluşuyor insanlar, hızla uzaklaşıyorlar oradan. Bizim tek evimiz bu, diyor Nurten. Bahçedeki çeşmeye koşuyor Selim, sonuna kadar açıyor suyu, etrafı, ağaçları ıslatıyor. Balkondaki hortuma davranıyor Nurten de, evin duvarlarına tutuyor suyu, çıkan buharları görüyor. Dumanlar genizlerini yakmaya başlıyor. İtfaiye araçlarının sesi duyuluyor, geldiler şükür. Telefonu çalıyor Selim’in, Mehmet arıyor, çıktınız mı siz de diye soruyor, gideceğiz biz. Gidemeyiz diyor ona, güçlükle konuşuyor Selim, atlar ortalarda yok, hem her şeyimiz burada bizim, aramaya çıkacağım onları. Bir sessizlik oluyor, bekle diyor sonra Mehmet, İnci arabayla gider, ATV’yle geliyorum ben. Nurten’e sesleniyor, Mehmet geliyor, arayacağız atları, merak etme, sulamaya devam et sen. Baraj tarafından yaklaşan bir helikopter sesi duyuyor, başını kaldırdığında görüyor onu. Haznesini doldurmuş geliyor, ilk sıradaki evlerin o tarafa boşaltıyor suyu, yeniden baraja yöneliyor, içine bir su serpiliyor. Biraz eğilip yüzüne, fötrünü sırtına kaydırıp başına tutuyor hortumu, yere bırakıyor sonra. Her tarafı iyice ıslattı, yine de kapamıyor çeşmeyi. Mehmet gelince yanına atlıyor hemen. Arkalarından bağırıyor Nurten. Dikkatli olun! Habersiz bırakmayın beni.
Aracı meraya doğru sürüyor Mehmet, ileride dumanların, alevlerin arasından itfaiye arabalarını görüyorlar. Nefes almaları zorlaştı, sürekli öksürüyorlar. Alevler, kimi yerlerde daha yüksek, ağaçlar yanıyor oralarda, kimi yerlerde de kuru otları küle çevirerek ilerliyor. Ellerindeki kalın hortumlarla itfaiye erleri telaşla su sıkıyorlar. Bazıları da var gücüyle kazma, kürek sallıyor, yangının önünü kesmeye çalışıyorlar. Söndürülmüş yerlerden dumanlar tütüyor, ağaçlar, toprak, her şey kapkara. Yerde kömürleşmiş bir kaplumbağa görüyorlar. Daha fazla ilerleyemezler. Gökyüzünü batan güneşin kızıllığı kaplıyor, hava kararacak birazdan.
Selim atlardan bir iz görmemeyi, bir ses duymayı umarak bakıyor etrafa. Yüzündeki terleri siliyor, yoklar. Ayrılıyorlar oradan, helikopter barajın üzerinden yükseliyor, sola dön diyor Selim hemen, barajın oraya bakalım bir de. Söndürülmüş bir alandan ilerliyorlar. Yol boyu bir umut, bir umut diye sayıklıyor. Baraj görüldüğünde kıyıdaki söğüt ağaçlarının altında karaltılar fark ediyor. Hızlan diyor Mehmet’e, yaklaştıklarında kıpırdıyor o karaltılar, oradalar diye sevinçle bağırıyor Selim, oradalar. Bir ıslık çalıyor Mehmet. Ağaçların altından açıklığa çıkıyor atlar, kişnemeye başlıyorlar onları görünce. Yakınlarına yavaşça varıp duruyor Mehmet, yere atlıyor Selim, atlara koşuyor. Cebindeki telefonu çıkarıyor Mehmet, Nurten’i buluyor, atlarla Selim’e doğrultuyor telefonu, Umut’un boynuna sarılmış Selim. Hemen tuşa basıp gönderiyor. Fotoğrafa bakıyor sonra, üzerinde mavi bir tik beliriyor.