“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin”
YUNUS EMRE
“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin”
YUNUS EMRE
Kime yakışır ölüm? Ölüm yakışabilen bir son mu?
Hasta, yaşlı, yatalak olanın arkasından gitti de kurtuldu sözü neden söylenir? Kurtuluş. Ölenin arkasından dökülen gözyaşı sessiz sedasız, sanki feryatlar yakışmazmış gibi. Kim daha çok ağladı karşılaştırmaları bu cenazelerde yapılmaz. Gelenler, bir iki baş sağlığı niteliğinde söz söyledikten sonra günübirlik meseleleri ucundan ısırmaya başlar. Küçük küçük lokmalar birden iştahla yenilen bir yemeğe dönüşür. Arada tebessümler ufak gülüşler kendini gösterir. En yakınları (kızı, oğlu) ortamdan çıkınca laf kapma yarışı başlar. Arada cenaze evinde olduklarını hatırlatan birkaç cümle ortama sızar, bir ağırlık oluşur. Hızla dağılan bir ağırlık.
Yakın akrabaların gelişiyle, gözün hemen kıyısında saklanmış gözyaşının asaletli akışı, bir iki burun çekilmesiyle hemen kaybolur. Avucun içinde iyice buruşan mendil ortaya çıkar, önce gözlerde sonra yanaklarda dolaşır, burunda final yapar, tekrar buruşuk ve yaşanan anın, duygunun tek tanığı olarak avuç içindeki yerine geri döner. Cenaze evlerinin müdavimi olma yaşına erişenler tüm tecrübelerini konuşturur. Konuşur, dua okur, rahmetliden başlar, yedi sülalesine kadar herkesi cümlelerine konuk eder. Bu ortamı tatmama şansına vakıf olan ya da olanlar koltuğun bir köşesine hemen kaçacakmış gibi oturur. Dizlerini birbirine kenetler, bir ayağı diğer ayağının üzerinde tüm utangaçlığı ile durur, eller terli ve sıkıntılı. Başınız sağ olsun, mekânı cennet olsun diyebilmiş ise kendini şanslı sayar. Biri gelse yerini ona verse de kapıdan çıkıp gitse diye bir gözü kapıda sıkıştığı köşede bekler durur.
Dışardan bir ses duyulur; cenaze geliyor. Herkeste üzüntü ile karışık bir rahatlama. Bazıları bu histen utanır, içten içe kızar kendine. Bazıları içinse bu yaşananlar, hissedilenler normal, olması gereken. Tabut evin önüne gelir. Sahne erkeklerin. Tabuta el atma, omuz verme yarışı başlar. Son görevini yerine getirme adına mı tüm çaba bilinmez belki de kendi tabutuna birinin el atması isteğindendir. Bir acele ediş, bir atılganlık…
Mevta evine, yuvasına son defa gelmiştir. Bahçedeki incir ağacı, duvardaki boya, saçakları sökülmüş halı, oturmaktan bir tarafı aşınmış, çökmüş koltuk oradadır. Dünya malını geri almıştır. Topraktan gelen toprağa, helallik alma zamanı. Öldü mü ölmedi mi ikilemine düşen yakınları, çok yakınları, sevenleri, mevtayı görmeden, onun öldüğünü ilk kabul ettikleri andır bu. Sessiz ağlayışlar bir dip dalgası ile yükselir, patlar ve en vakur duran kişi bile içinden yükselen üzüntüye karşı koyamaz. Ağlar, kızı ağlar, oğlu ağlar, kardeşi ağlar, konu komşu, cemaat… Kimi mevtaya ağlar kimi de yüreğinde o an ölümlerini izledikleri sevdiklerine. Herkes aslında kendi ölüsüne ağlar.
“Helal ediyor musunuz?”
“Helal olsun!”
“Helal ediyor musunuz?”
“Helal olsun!”
“Helal ediyor musunuz?”
“Helal olsun!”
Kimse neden bunu üç defa tekrar ettiğini düşünmez. Her helalde rahatlama tüm duyguların önüne geçer. Haram olsun diyen çıkmaz, ölüm siyah olarak kodlansa da o gün beyazlar içinde gelir, her şeyin üstünü örter. Ölen, en mendebur insan olsa bile “Allah taksiratını af etsin!” deyip amel defteri kapatılır.
Tabut artık omuzlara son defa alınır, mezarlığa götürülür. Ağacın ve çimin yeşiline taze toprak kokusu karışır. İki kişi mezarın içine girer, diğerleri mevtayı tabuttan çıkarır, olabildiğince yavaş, can acıtmaktan korkarak aşağı doğru sarkıtır. Mezardan uzakta olanların gördüğü tek şey beyaz bir kumaştır, insan ruhunu teslim edince küçülmüş, çekmiş gibi. Hafif. Öylece bırakılır toprağa. Sonrası iki tahta, toprak, biraz su, tahta parçasına yazılan bir isim. Bir varmış bir yokmuş diye boşuna başlamıyor masallar.
Kişinin, sevdiği kişiyi kaybettiğini ikinci idrak edişi tam da burası. Gitti. “Nasıl nefes alır bir kişi toprak altında?” Kafasında en saçma soru, yüreğinde onca ağırlık. Eve dönüş. Kapının önünde bir çift ayakkabı, öylesine durmakta. Sahipsiz. Ağlamalar azalmış, günübirlik kaygılar, dertler, sorumluluklar birkaç saatliğine bıraktıkları yerlerini geri almakta. Helva kokusu sarar evi. Ölenin itinayla kullandığı tenceresinin kenarı yanmış, tellemek lazım, tellerken de çizilecek. Birkaç hamarat kadın helva işine el atar, plastik tabaklarda plastik kaşıkla yenmek üzere hazır edilir helva. Birkaç gençten erkek, kız helvayı dağıtır. Ölenin en yakınlarına çekinerek tabak uzatılır. Elindeki helvaya bakan kişinin idrak kapısı açılır. Kabul ediş. Öldü. Helvasını yiyorum! Eldeki buruşuk mendil çöpe gider, ağlamaktan kızaran gözler etrafa bakar. Kapı arkasına asılmış hırkaya, televizyon sehpasına bırakılmış gözlüğe, yarısı çözülmüş çengel bulmacaya bakar, içi kabarır, plastik kaşık ile helvanın savaşı başlar; alınan lokma ağızda büyür, üzüntü, pişmanlık ve hiç bitmeyecek gibi zihnine üşüşen anılar eşliğinde yemek borusundan geçip midedeki yerinin alana dek bu büyüme devam eder.
Kapının önündeki terlikler, ayakkabılar eksilmekte. Artık duvarlar konuşmakta, banyoda asılı havlu, buzdolabında yarısı yenilmiş limon, tabaktaki iki üç zeytin konuşmakta. Karanlık, bahçenin, mahallenin, şehrin üstünü örtmeye gelirken, ölenin evine anılar bir bir girmekte. Sahne anıların. Ölenin oğlu, kızı artık kaybına değil, geçmişteki güzel günlerine ağlamakta. Çünkü asıl üzüntü veren kötü anılar, pişmanlıklar değildir, yaşanan tatlı anlardır. Ölen kişi evin her köşesinde dolaşır, ağlamalara eşlik eder, güzel anılara tebessüm eder ve o gece evini, bahçesini, kapının önüne konmuş ayakkabısını terk eder. Üçü, yedisi, kırkı artık ölen ile ilgili değildir, yakınlarının, akrabalarının görev bilinci sadece. Sahnede artık toplumsal ritüeller, kim ne söylerler vardır. Ve bu sahne herkes için kurulacağı günü sessiz sedasız, acele etmeden bekler.