Kilitbahir – Suat Karataş
- 08 Ekim 2024
Bazı hikâyelerde katil katil, maktul ise maktul değildir.
Var olan sadece çok ama pek çok meraklı birkaç kişidir.
Onlar isterlerse sonu baştan önce bilir,
Dilerlerse başı sondan sonra silerler.
Peki ya öyleyse, gerçekten suçlu diye kime denir?
1980 yılının 18 Kasım Salı günü, saat gece yarısını henüz birkaç dakika geçmişti. Bakırköy’ün sahile yakın kesimi Yenimahalle’de, Taşhan Caddesi’ne çıkan Tayyare Meydanı Sokak’ta her şey bir önceki akşamdan farksız görünüyordu. Çöpleri karıştıran birkaç cılız kediden başka kimseler yoktu etrafta. Soluk sokak lambalarının altında, çiseleyen yağmurun ıslattığı asfalt parlıyordu. Tabii, Bolelli Apartmanı’nın ikinci katında dört numaralı dairenin salonunun hâlâ aydınlık olmasını dikkate almazsak. Bir önceki cümlede “hâlâ” kelimesinin yer alması kesinlikle bir tesadüf değildi, tam 1012 gündür, her gece akrep ve yelkovan pirinçten 12 rakamının üzerinde buluştuğunda söner, daha doğrusu söndürülürdü bu ışıklar. Oysa bu gece, bu iki kadim arkadaşın buluşmasına sadece dakikalar kala, her şey nasıl da tam olması gerektiği gibiydi.
Dairenin tek sakini Yüksel Hanım, 11’i 20 geçe, oturduğu geniş kadife kanepeden kalkmış, kütüphanesinin birinci sırasında duran 1980 sırt yazılı ajandasını almış, bir sonraki gün yapacaklarını listelemiş, tam o dakikalarda bitmek üzere olan ve bir sonraki günün hava durumunu veren 11.00 ajansından öğrendiği hava sıcaklığını, bu kez kırmızı bir kalemle, not almıştı sayfanın en üst köşesine. Ardından banyoya yönelmiş, tam o sırada halının yamuk duran püskülünü fark edip düzeltmiş, bunu yaparken de biraz vakit kaybettiğini düşündüğü için adımlarını sıklaştırmıştı. Banyoda yüzünü lavanta sabunuyla yıkamış, gül suyuna batırılmış pamukla silmişti. Banyodan hemen sonra yatak odasına geçmiş, yatağının örtüsünü açıp kaldırmış, katlayıp, köşedeki berjerin üzerine yerleştirmiş, örtünün altından çıkan beyaz nevresimleri (her zaman beyaz çarşaf sererdi) düzeltmiş, yastıklarını kabartmıştı. Arından uzun beyaz geceliğini (her zaman beyaz gecelik giyerdi) giymiş, makyaj masasının önüne oturmuş, topuzunu açmış ve uzun gümüşi saçlarını gümüş fırçasıyla tam kırk kez taramıştı.
Şimdi son bir işi vardı. Mutfağa geçecek, minik kristal sürahiye su dolduracak, üzerine dantel örtüsünü örtecek, son bir kez salona uğrayıp saate bakacak, eğer 12’den birkaç saniye daha erken gelmişse bekleyecek ve eski ahşap saat, kilise çanı misali ‘gong’ sesleri çıkarmaya başladığında ışığın düğmesini ‘tık’ diye indirecek, artık yatacaktı. Evet, yatacaktı ama bu kez bırakın yatmayı oturamıyor, bırakın oturmayı, durduğu yerde duramıyordu. Hâlâ elinde tuttuğu sürahiyle dört dönüyordu. Buna sebep olan şeyse kara, kapkara bir şeydi. Kesinlikle olmaması gereken yerde olan bir şey!
Yüksel Hanım’ın salonunda bir böcek vardı. Onu, ışığı kapatacakken son anda, duvarda asılı olan haşmetli bizon kafasının tam gözü üzerinde görmüş (hatta ilk önce ölü hayvan ona göz kırpıyor gibi gelmişti.) ve nefesini tutmuş, kaskatı kesilip kalmıştı – ki galiba böcek de aynı anda onu görmüş, o da durmuştu. – bakışlarını bir süre birbirlerinden ayıramamışlardı. Tüyleri ürperiyor, başı dönüyor, olduğu yere yığılacak gibi hissediyor ama kıpırdayamıyordu. Eğer o minik kara leke, birdenbire son hızla bizonun kızıl – kahve boz tüyleri üzerinden aşağı doğru kayar gibi yürümeye karar vermeseydi büyük ihtimalle daha uzunca bir süre öylece heykel misali kalırdı.
Salonunda bir böcek olma ihtimali Yüksel Hanım’ı bayıltabilirdi. Ancak bu ihtimalin, gözünün tam önünde, upuzun kımıl kımıl anteni, kıllı, boğum boğum bacakları ve parlak gövdesiyle, gerçek olması onu bayıltmak bir yana daha da ayılttı. Az önceki uykulu halinden eser kalmamıştı. Can havliyle salonun kapısını kapatmadan hemen önce onu tek bir terlik darbesiyle öldürmeyi düşündü. Fakat o terlik darbesinin şaklamasını takip edecek çıtırtı sesinin kafasında yankılanan hatırası onu çok eski günlere, babaannesinin yanında geçirdiği çocukluğuna götürdü. Babaannesi, temiz bir kadın sayılmazdı. Aslında enikonu pasaklı bir kadındı. Mutfağın asla temizlenmeyen kıyısında köşesinde her zaman küflenmiş yiyecekler olurdu, bir de böcekler: Küçük Yüksel’e hayatı zehir eden böcekler. Her gördüğünde çığlığı bastığı, babaannesinin önce “Ne korkuyorsun kız?” diye Yüksel’i azarlayıp, sonra üzeri kabartma desenli kurşun rengi plastik hela terliğiyle çıt diye ezerek bir saniyede üç boyuttan iki boyuta indirdiği ve mide bulandırıcı bir kara kalem eskizi gibi yapıştıkları taşların üzerinden ölüleri asla kaldırılmayan böcekler.
Ondan başka şekilde kurtulmalı, bunun için de plan yapmalıydı. Zaten işi buydu. Plan yapmak, program belirlemek. Yüksel Hanım, tam yirmi sekiz yıl boyunca, şehrin en ünlü fabrikatörlerinden Namık Alalay’ın özel kalemi olarak görev yapmıştı. İlk birkaç yıl fabrikasındaki yazıhanesine gidip gelmiş, çok geçmeden deneyimli iş adamı bu disiplinli gencecik kızdan öylesine memnun kalmış, her işini çekip çevirmesine öyle alışmıştı ki onu yaşadığı yalıya aldırmış hem çalışma odası hem de kütüphane olarak kullandığı çatı katında onun için bir yer ayarlatmıştı. Böylece genç Yüksel’in hayatında da yeni bir dönem başlamıştı. Çalışmadığı zamanlarda kocaman maun ağacı kütüphane içindeki sayısız kitapla birlikte onundu. Bir de hiç durmadan akıp giden turkuaz renkli ve büyüleyici boğaz manzarası. Ancak Boğaziçi’nin suları gibi zaman da hiç durmuyor, akıp gidiyordu ve Namık Bey, iyice yaşlanıp iş hayatından tamamen çekildiğinde, o da buradaki günlerinin sonuna geldiğini anlamıştı. Neyse ki her şeyi düşünen görmüş geçirmiş adam, Yüksel’e Bakırköy’de bir daire, çalıştığı yirmi sekiz yılın karşılığı olacak yüklüce bir emeklilik tazminatı ayırmış, bir de “Bu çalışma odasından her ne istiyorsan al götür.” demişti. Elbette ki önceliği pırıl pırıl cilası, etrafı ayna misali yansıtan kitaplık ya da onun takımı, gösterişli çalışma masası olurdu. Fakat her ikisi de mütevazi bir eve sığamayacak kadar kallaviydiler. O da beyefendinin Kuzey Amerika’da bir av turundan dönerken gemiye yükletip getirdiği, içi doldurulmuş bizon kafasını seçti, yaklaşık kırk kilo gelen kafa da hiç küçük sayılmazdı ama en azından salon kapısından geçebilirdi.
Bizon kafası diğer eşyalarla birlikte apartmana taşınırken yedi daireden, yedi kadına ait yedi çift göz, onları izliyordu tül perdelerin ardından. Binalarındaki boş dairenin satıldığını üstelik şehrin ünlü iş adamlarından birisi tarafından alındığını duymuşlardı. Hemen ardından da bu daireye, kendisinin değil tek başına bir kadının taşınacağını işitmişlerdi. Onlar, gece gündüz ipek sabahlıkla dolaşıp, şen kahkahalar atan sarı meç saçlı bir metres beklerken yaşı geçkin, kara-kuru, nemrut suratlı bir kadın gelmişti. Tek bir gelip gideni bile yoktu. Yüksel Hanım içinse durum bambaşkaydı. Elbette, başını sokacak geniş ve güzel bir daire bulduğu için memnundu. Fakat bazı sorunları vardı: beraber uzun yıllarını geçirdiği ama asla ait olmadığı o seçkin zümreden kopmak ve sadece birkaç yıl, o da çocukken aralarında yaşadığı bu orta sınıf kimselerle bir türlü uyuşamamak. Neyse ki kısa sürede çaresini buldu, mümkün olduğunca az temas.
İlk telaş hali geçince çantasından not defteri ve kalemini çıkardı. Bir iş yapacaksa tüm ayrıntılarıyla düşünmeli, hesap-kitap yapmalı, acele hareket etmemeliydi. Bu meselede ilk hedef, düşmanını iyice tanımak olmalıydı. Kimdi, nereden gelmiş de bu eve girmişti? En önemlisi de yalnız mıydı? Çoğu zaman sorularının yanıtını kitaplarında bulmaya alışkındı. Ama bu kez, kendi kitaplığı ona pek yardımcı olacağa benzemiyordu. Sabah ilk iş, Taksim’deki Atatürk Belediye Kütüphanesi’nin yolunu tutmaya karar verdi.
Muhteşem manzaralı bu yere ilk gelişi değildi, 2 Kasım 1976 günü, kütüphane açılışına davetli olan Namık Bey’e eşlik etmişti. Başvuru masasına, bir “böcek bilim ansiklopedisi” istediğini söyledi. Hemen ardından da böcek bilimine entomoloji dendiğini öğrendi, bankonun ardında duran gözlüklü ve incecik sesli kadından. Çok geçmeden kapağını, camgöbeği ve fuşya seramik mozaiklerden yapılmış değerli bir objeye benzeyen böceğin (bir Sphaerocorisannulus ya da halk arasındaki adıyla Picasso Böceği) süslediği kalın kitap elindeydi. Bir ansiklopediden çok hayal gücü müthiş bir ressamın elinden çıkmış fantastik bir esere benziyordu. Çin Ejderha Festivali’ndeki dev kuklalara benzeyen rengârenk tırtıllar, Rus mücevher ustalarının eseri olmaya layık gece mavisi ve zümrüt yeşili parıldayan böcekler, Bohemya kristallerini andıran kelebek yumurtaları kelimenin tam anlamıyla büyülemişti onu. Bir kapağı kaldırıp içine süzüldüğü bu büyülü dünyadan ayrılmak istemiyordu.
Yaklaşık dört buçuk saat sonra kütüphaneden çıktığında, vakit öğleni çoktan geçmiş, Yüksel Hanım, bir ana iki de ara öğününün saatini kaçırmış ama bu arada bir entomolog ile rahat rahat sohbet edecek kadar çok bilgi edinmişti. Şimdi bir önceki gece, Eukaryota üst aleminden Animalia alemi ve Eumetazoa alt alemine ait, Arthropoda şubesi ve Hexapoda alt şubesinden, Insecta sınıfının Coleoptera takımının Tenebrionoidea üstfamilya, Tenebrionidae familya ve Tenebrioninae alt familyasından, Blaptini oymak ve Blaptina alt oymağından bir “blaps” ile karşılaştığını biliyordu. Çoğu dilde, ölüm ile ilgiliydi adı. (Örneğin İtalyanca’da “annunciatore della morte” ölüm habercisi, Fransızca’da ise “socière de mort” yani ölüm cadısı diye anılıyordu.) Türklerse “Kara Fatma” demeyi tercih etmişlerdi. Kütüphaneden çıktığında bir şey daha biliyordu artık, bu kadim canlılara saygı duyması gerektiğini. Bir amaç için dünyaya geliyor, bunu gerçekleştiriyor ve zamanı geldiğinde de ayrılıyorlardı.
Dünya üzerindeki varlığını milyonlarca yıldır sürdüren bilge bir canlıyı öldürecek ya da öldürtecek değildi, öte yandan onunla aynı çatı altında da yaşaması mümkün görünmüyordu. Bir yolunu bulmalı ve onu – bu arada ona bir isim de vermeye karar vermiş, siyah rengine bakarak esmer anlamına gelen “yağıztay” adını seçmişti- dışarıya çıkartmalı belki de olması gereken esas yere ulaşmasını sağlamalıydı. Ama şimdi davetsiz de olsa misafir misafirdi, hizmette kusur etmek olmazdı. Ansiklopediden hepçil olduğunu öğrenmişti, bu akşam ve sonraki günler Yağıztay’a peynir ikram etmeye karar verdi.
Apartmanın hemen karşısındaki bakkal dükkânına uğradı, çok sık yolu düşmezdi bu karanlık, mahzen gibi yere. İkinci gelişiydi, birkaç ay önce kolonya şişesini kırmış, Sirkeci’ye alışverişe gitmesine daha on iki gün olduğundan mecburen limon kolonyasını burada doldurtmuştu.
Yüksel Hanım alçak kapıdan içeri girdiğinde, üzerinde soluk mavi iş önlüğüyle bisküvi kutularına takviye yapıyordu Bakkal Nuri Efendi. Kapıdan sızan akşam güneşi arkasında kaldığı için yüzünü seçemedi önce girenin. “Peynir alacaktım.”, diyen kalın sesini duyunca çıkardı kim olduğunu, afalladı kaldı. Zira her işini tıkır tıkır İsviçre saati gibi yapan, mevsimler günler bile şaşarken kendisi tek bir an şaşmayan bu kadının, böyle zamansız ziyareti pek de hayra alamet değildi. Yine de şaşkın ifadeyi hemencecik atıverip sadece peşin alışveriş yapan müşterilerine özel dalkavuk gülümsemesini takındı. “Tabii, efendim, tabii, geçenlerde Ezine’den gelmiş, yumuşacık, yağlı bir peynirim var, tam ağzınıza layık!” diyerek harekete geçti. Yüksel Hanım, “Ben yemeyeceğim ya! Olur, hadi bakalım.” diye mırıldandı.
O elinde gazete kâğıdına sarılı paketi kapıdan çıkarken başka bir Bolelli sakini içeri giriyordu. Kayserililerin büyük gelini Şerife, gözlerini bir baykuşunki kadar kocaman açtı ve boynunu bir baykuşunki kadar çok çevirip, gözden uzaklaşıncaya kadar hakkında çok az şey bildiği ama çok fazla şeyi merak ettiği komşusunu takip etti. Sonra şaşkın ve soran bakışlarını bakkala çevirdi, bakkal anlatmaya dünden razıydı. “Misafiri varmış.” dedi. “On beş gün önce Ezine’den getirttiğim halis peynirden aldı, hani tam da şu rakı yanına meze olacak peynirden…”
Şerife, 50 gram tarçın tarttırdı ve tombul gövdesinden umulmayacak bir çeviklikle, koşar adım evinin yolunu tuttu. Porselen kaplara pay edilmiş aşureler ılınmaya başlamıştı. Soğumalarını beklemeye niyeti yoktu, her bir kabın üzerine alelacele birer tutam serpiştirdi (Aslında adeti tarçından çiçekler yapmaktı.) ve dağıtma işine bizzat girişti (aslında niyeti bu görevi gelinlik kızına vermekti.) O akşam apartmanın tüm sakinleri bir kâse aşureyle birlikte bir de haber aldılar: Dört numaradaki kadın, on beş gündür eve erkek alıyor, rakılı, mezeli âlemler yapıyordu.
Onlar aşurelerini afiyetle yer ve aldıkları ilginç haberi sindirmeye çalışırken Yüksel Hanım, kapağında çok sevdiği Boğaziçi manzarası ve Ziraat Bankası reklamı olan 1980 Meslekler Rehberi’nin sayfalarını karıştırıyor, teker teker böcek ilaçlama firmalarını arıyordu. Ancak zehirlemeye, kapan kurmaya, ilaçlı kâğıtlar asmaya alışkın insanlar, “böcek nakli” gibi bir iş için yardımcı olamayacaklarını söylüyor, yardımcı olmayı reddettikleri gibi bir de türlü türlü akıllar veriyor, ukalalık yapıyorlardı. En sonunda aradığı yanıtı Pesteks Haşere İlaçlama Şirketi’nden aldı ve telefonunun ucundaki yetkili bir sonraki gün adamını keşif için yollamayı kabul etti.
Tembihlendiği gibi apartmana kömürlüğe açılan arka kapıdan kimselere görünmeden giren bıyıklı şirket mümessili “Şanslıymışsın, ablacım!” dedi, gömleğinden ter, nefesinden soğan kokusu yayılıyordu. Neyse ki arkasına basılmış ayakkabılarını kapının dışında bırakmıştı. “Evi köşe bucak aradım, tekmil dolapların arkasını kontrol ettim, koca öküzün de ötesine berisine baktım ne yuva ne yumurta var. Bu tek girmiş belli ki ama şu pervazların arasında gedikleri bir an önce bir torba çimento karıp doldursan fena olmaz.” Sonra sırnaşık sırnaşık gülerek ekledi: “Apo Usta, cumartesi gelir, seninkini kılına bile zarar vermeden alır çıkarır. Bu kadar yufka yürekli olma be ablacım…” Yüksel Hanım, cevap vermedi. Sırnaşıklıktan, ter ve soğan kokusundan nefret ettiğinden bile daha çok nefret ederdi.
Pesteks’in bıyıklı mümessili, paspasın üzerindeki ayakkabılarını giyerken dalgın dalgın gülümsüyordu, bu tuhaf kadındaydı aklı. Oysa aklı onun yerine başında olsaydı, büyük ihtimalle fark edeceği bir değişiklik vardı ayakkabılarında. İçeri girerken çıkardığı gibi burunları kapıya değil, tam aksi yöne bakıyordu. Ayakkabıların yön değiştirmesinin sebebi, ikinci katın liseden tek ders beklemedeki kızıydı.
Esra isimli bu kız, zemin katta, apartmanın tek balkonsuz dairesinde oturan ailenin Kızıl Kafa Perihan teyzenin, tıpkı kendisi gibi liseden bekleme oğluna fena halde yanıktı. Günde en az beş kez dışarı çıkıyor, “Aa bu ekmek akşam yetmez bize!”, “Termosifonun gazı mı bitiyor ne?” gibi türlü bahaneler uydurarak evin gerekli gereksiz her ihtiyacına o koşuyordu. Bu kız, aynı zamanda polisiye kitaplara da pek meraklıydı. Bu kez, yeni çıkan bir dedektif mecmuasını almaya gidiyordu. Elbette, gizemli komşularının gizemli aşığı hakkındaki dedikoduyu o da duymuş, kapısının önünde bir çift erkek ayakkabısını görünce de bunların hikâyenin eksik parçalarından olabileceğini şıp diye anlamış, eline almış, evirmiş çevirmiş hatta koklamıştı.
Ayakkabıların görüldüğü haberi apartman sakinleri arasında büyük yankı uyandırdı. Ta ki başka bir haber onu gölgede bırakana dek: Yan apartmanın kapıcısı Şemsi Efendi kayıptı. Bir tam gece ve gündüz evine uğramamış, kimselere görünmemişti.
Aslında hepsinin içinde, saten masa örtüsünün üzerinde yayılan yağ lekesi gibi genişleyen bir şüphe vardı ama bunu ilk kez dillendiren Esra oldu. Önce apartmanın bütün kadınları – elbette Yüksel Hanım hariç –sabah kahvesine davet edildi ve çok geçmeden akıllarda olan, sözcüklere döküldü. Evet, bu kadının eve bir erkek aldığı kesindi, onun orası onları ilgilendirmezdi, günahı boynunaydı. Ancak eğer meselenin adli bir boyutu varsa -ki evinde dev ölü öküz kafası barındıran bir kadından her şey beklenirdi.- bu hepsinin sorumluluğuydu.
Seçilen temsilci grubu yan apartmanın zilleri arasında en altta olana üst üste bastı. Kapıcının karısını başına içi dilim patateslerle dolu tülbentten çatkı çatmış, ağlayıp, dövünürken buldular. İlk soruları “Kocanın ayağı 44 numara mı?” oldu. Kadıncağız, “he, ya 44-43-45, öyle bir şey,” dedikten sonra evinin direğinin prehistorik Yunan sütunları misali yere sapasağlam basan ayaklarını hatırlayıp daha yüksek perdeden ağlamaya başladı. Başka soru sormaları pek mümkün olmadı. Zaten gerek de görmediler. Zira istedikleri yanıtı almışlardı. Esra, ayakkabının tekini evirip, çevirirken altına da bakmış, silik de olsa köselenin üzerinde 44 rakamını seçebilmişti. Üstelik, eve hâkim olan rutubet, eski kaşar ve sirkemsi koku ayakkabıdan gelenle fazlasıyla benzeşiyordu.
Şimdi sıra soruşturmanın ikinci bölümündeydi: Gece nöbeti. Bu kez, temsilci seçimine de gerek yoktu. Kayserililerin en üst katta iki daire birleşiminden oluşan evi hepsini alacak kadar genişti. Tüm gece nöbet tutmalı, apartmana gireni – çıkanı gözlemeli, hatta zanlının kapısını da saat başı dinlemeliydiler.
Nöbet kolay iş değildi, uykuya yenik düşebilir, acıkabilirlerdi. İş bölümü hemen yapıldı. Kızıl Kafa Perihan “Sarıyer böreği yaparım.” dedi. Kuş üzümünü bol koyacaktı. Esra’nın annesinin acılı kısırı meşhurdu. Kayserililerin küçük gelini Nadire “Dünden dolma sardıydım, bir ateşe koymaya bakar.” diyerek üstüne düşen payı aldı. Tatlıları portakallı irmik helvası, birinci kattaki Nurten’in elinden olacaktı. “Biz de bir şeyler yaparız, ayol!” dese de Şerife ve kaynanası Pamuk Anne’ye ant billah, bir şey yaptırmadılar, “Çaylar, kahveler sizden ya!” diyerek her ikisini de ikna ettiler.
Gece uzundu, börekleri dilim dilim, helvaları kaşık kaşık yediler, çay üstüne çay, kahve üstüne kahve içtiler. Mideleri dolmuş ama dedektiflik hevesleri kursaklarında kalmıştı. Sokaklarında kayda değer hiçbir hareket görememiş, dört numaralı kapının gerisinde de kayda değer hiçbir ses duyamamışlardı.
Peşine düştükleri ipucu ertesi gün öğleden sonra gelecekti. Çoğu uykudan yeni kalkmıştı ki “Bir isteğiniz, emriniz var mı?” diye tek tek daireleri dolaşan kapıcılarının, bu her zamanki sorusunun yanına yeni bir tane eklediğini duydular: “Haberiniz var mı? Bizim ki dört numara, nalburdan koca bir torba çimento ısmarladı bana, hayırdır inşallah, neden acep?”
Elbette, hiçbirinin bu soruya verecekleri bir yanıtı yoktu. Olağanüstü durum toplantısı kaçınılmazdı. Esra sözü ilk alan oldu. “Ne yazık ki bir yasak aşk cinayetiyle karşı karşıya olduğumuza olan inancım artık tam. Polisiye olaylara ve adli vakalara meraklı olan bizler çok iyi biliriz ki katillerin birçoğu maktullerinin ölü bedenlerini ortadan kaldırmak için çimento kullanırlar.” Ölü, katil, maktul gibi kelimelerin olduğu bu cümleler, bugüne kadar yemek tarifinden fazla bir şey paylaşıp konuşmayan, kocaları, kaynanaları ve çocuklarından gayrı pek fazla şeyden şikâyet etmeyen bu kadınlara fazla geldi. Kimisinin tansiyonu düştü kimisininki de çıktı. Kimisine tuzlu ayran, kimisine şekerli limonata içirdiler. Ancak küçük de olsa bir topluluğa liderlik etme fırsatı bulan ve bundan pek hoşnut olan Esra, pes edecek değildi. “Metin olmalıyız.” dedi kararlı bir sesle. İçlerinden birinin mutlaka olay mahalline gitmesi konusunda ısrarcıydı. Gönüllü kişi, aşure ikramı için eve girecek sonra bir bahaneyle tuvalete gidecek, etrafta kan lekesi, bıçak hatta şansları yaver giderse belki de cesedin çimento kaplı ta kendisi gibi olayı açığa çıkaracak bir delil bulacaktı. Açığa çıkardıktan sonra gerisi kolaydı. Duruma polis el koyabilir, olay artık yargıya intikal edebilirdi.
Bu göreve en uygun kişi hiç tartışmasız aralarındaki en oturaklı kişi olan Pamuk Anne idi. Pamuk Anne isteksiz de olsa üzerine el örmesi yün yeleğini, başına çiçekli başörtüsünü geçirdi, yanına da “Ne olur ne olmaz!” diyerek genç irisi torununu alıp birkaç kat aşağı inmeyi kabul etti. Elinde bir kâse aşure vardı.
Yüksel Hanım, tam o saatlerde Yağıztay’ın naklini güvenli şekilde sağlayacak Apo Usta’yı bekliyor olmasaydı kapıyı boş bulunup kolay kolay açmaz, açtıktan sonra da kısacık boylu tombik kadınla, çocuk mu, delikanlı mı olduğu belli olmayan iri oğlana boş gözlerle bakmazdı.
Hacı Anne, “Al kızım al şunu, korkma, komşuyuz şurada!” diyerek, siyah deriden mesli ayağını eşikten attı ve bir anda soluğu içerde aldı. Yüksel Hanım ise elinde tiksinerek baktığı aşure kâsesini tutuyor (Başkalarının yaptığı şeyleri yemek huyu değildi.), onları bir an önce başından defedecek bir bahane bulmaya uğraşıyordu. Ancak o anda beklenmedik bir şey oldu. Cilalı parkelerin üzerinde bir şey hareket ediyordu. Gündüzleri görünmek pek adeti olmasa da Yağıztay, bu kez gizlendiği yerden çıkmaya karar vermiş ve sanki günlerdir onu besleyen kadına karşı minnetini göstermek istercesine babaanne ve torununun karşısına geçmiş, ön ayaklarını yukarıya kaldırıyor, adeta meydan okuyordu.
İlk konuşan “Böteke bak böteke, ben bötekten kokarım amaaaa!” diyen oğlan oldu. Ve bu sözleri “çıtırt” diye bir ses izledi. Çocuk lacivert beyaz çizgili Esem spor ayakkabısını kaldırdığında, Yağıztay artık yaşamıyordu. Parlak kara kabuğu bir tarafta, günlerdir yediği peynirlerden oluşan beyazımsı püre bir taraftaydı.
Evvela bir sessizlik sardı etrafı. Tüm salonu dolduracak, neredeyse elle tutulacak kadar katı, gri bir duman misali yoğun bir sessizlik. Bu gri dumanın içinde iki şey parlıyordu: Yüksel Hanım’ın alev saçan gözleri. “Katil, katil, katil! Yağıztay’ı öldürdün, katil!” diye olanca sesiyle adeta uludu ve dişi bir kurt gibi atılıp oğlana öyle bir Osmanlı tokadı patlattı ki koca çocuk durduğu yerde bir gitti bir geldi. Az kalsın yerle yeksan oluyordu. Dehşete düşen Pamuk Anne aralarına girmeye çalıştı ancak çılgına dönen kadından o da payını aldı. Gevşekçe bağladığı başörtüsü, kaşla göz arasında arkadan büyük bir güçle çekildi, gevşek düğüm bir anda sıkılaştı ve yaşlı gıdısının pörsümüş etini fena halde kıstırdı. Korkudan ne yapacaklarını şaşıran babaanne-torun, kopan bir kolyenin boncukları gibi zıplaya zıplaya salona saçıldılar. Can havliyle oradan oraya savruldular. Neyse ki sonunda, bir yolunu bulup hâlâ açık olan kapıdan kendilerini dışarı attılar. Onlar merdivenleri birer ikişer çıkarken, geride kalan kadının “Cadı, pis cadı, ölüm cadısı!” diyen tiz sesi apartman boşluğunda hâlâ çın çın çınlıyordu.
Çok değil sadece iki gün sonra Yüksel Hanım, pılını pırtısını toplayıp taşındı. Pamuk Anne’nin gıdısındaki kırmızılık önce mora kesti, sarıya çaldı, sonra da kayboldu. Oğlanın yanağındaki beş parmağın beşi de belli şamar izi soldu gitti. Mahalle kuaförünün manikürcüsü kızla kaçan ve bir zaman sonra bu süslü kızın bitmez tükenmez isteklerinden bıkan Kapıcı Şemsi karısına ve çocuklarına döndü.
Ancak bir zamanlar, Bolelli Apartmanı’nın dört numaralı dairesinde, masum yaşlıları ve çocukları dövecek kadar edepsiz, evinde beslediği böceklere isim takacak kadar pis bir kadının yaşadığı asla unutulmadı.