Bu Günler, Bu Günler
Öykü

Bu Günler, Bu Günler

Dilek Şimşek

Aldığı biraları buzdolabına yerleştiriyor. Raflar boş. Peynir de alsaydım keşke diye düşündü. Market kapanmıştır. Saatine bakıyor, yirmi bir otuz, kapanmıştır. Kesin bilgi. Üstünü başını çıkarıp duşa girdi. Günün kokusunu atmak gerek. Önce bir bira içse ne olur. İçmeyecek, hele bir soğusunlar.

 

Duştan çıktığında biraz rahatlamıştı. Saçlarını havluyla kurutmaya başladı, saç kurutma makinasının vuuu sesine dayanamayacak bu sıcakta. Yatak odasına geçip iyice kurulandı. Bacakları ve ayaklarına baktı, krem sürse iyi olacak. Krem kutusu nerede. Şifonyerin üzerinde yok. O sıra kedisi ayaklarına sürtündü. Eğilip kucağına aldı. Oğluuummm. Kedi gözlerini kısıp başını omzuna yaslayıp gurlamaya başladı. Kedisine sarıldı, tüyleri ıslak yüzüne yapıştı… Kremi sonra sürse de olur. Kedisi pat diye omzundan yatağa atladı. Perdeleri çekip ışığı yaktı. Krem kutusu yerde gözüne çarpıyor. Kedi geceliğinin üzerinden ona bakıyor. Keyfi yerinde. Dolaptan yeni bir gecelik çıkarıp üzerine geçirip salona geçti.

 

Salonu ne büyük ne küçük. Bir duvarda beyaz bir kitaplık, raflar dolu. Ktapların önünde yana yatmış olanlar, kapağı açık olanlar, arasından notlar taşanlar. Kitaplığın tam karşısında gri bir kanepe. Taşındığında aldığı ilk şey. Bir yıl olmuş. Kanepenin üzerindeki bilgisayarı açtı, bilgisayarı açmasıyla kedisi klavyenin üzerinde bitiverdi. Kuyruğu burnuna değiyor. Bir sağa bir sola sallanan dik kuyruğun ucundan tuttu, karnından tutup yanına aldı kediyi. Müzik dinleyecek. Peyk’le başlasın gece, “Bu ben.” Şarkının melodisini, sözlerini seviyor, en çok “haberim yok yaşlanmışım” sözlerini. Kaç yıldır aynı duyguyla.

 

Düşünmeye başladı, ne zaman yaşlanmıştı. Evi taşıdığında mı, o evi bir kediyle paylaşmaya başladığında mı, saçlarını kurutmayı sıkıcı bulduktan sonra mı. Haberi olmamıştı ki, kimin haberi oluyordu. Bir bakıyorsun yaşlanmışsın.

 

İkinci şarkı başladığında buzdolabının yolunu tutmuştu bile. Bir şişe çıkardı, kapağını açıp içmeye başladı. Oh. Biraz daha soğusa daha iyi olacak. Üç ya da dördüncü şarkıda olmalı listesi. Ne güzel yapıyorlar, üç beş şarkı dinliyorsun, bir bakıyorsun adamlar sana liste hazırlamış. Sezen Aksu söylüyor, “nergisin, zerenin taç yapraklarında, seninle baharı kutlamaya geliyorum.”

 

Elindeki birayla koltuğa döndü, bilgisayarın parlak ekranına bakmaya başladı. İlk tatillerini hatırladı. O zamanlar dünya keşfedilecek şeylerle dolu büyülü bir yer, önlerinde birlikte keşif yapacak uzun bir hayat vardı. Keşke sigarayı bırakmasaydım derken telefon çaldı. Kimseyle konuşmak istemiyor. Bu bira ne zaman yarıya geldi. Bilgisayarı bir kenara bırakıp masaya geçti, defterini açtı, yeni bir sayfaya geçti, tarih attı, yazmaya başladı.

 

“Sevgili günlük, sayfaların bembeyaz ama kalbim senin kadar temiz değil. İş yeri boktan, çok çalışıyorum. Aslında çok çalışıyoruz dediğimiz gün iş yeri boktan bir yer değil sadece iş yeri olacak, hepimiz işimize bakacağız, mutlu, musmutlu olacağız. O Salih’in de canı cehenneme. Her gün iltifat edecek bir şey buluyor, bıkmaz mı bu adam, salak. Aslı’nın gözü var onda, haberi yok. Müdür on dosya yığdı önüme, iyi oldu, kafam dağılır. Haftaya bayram tatili, Çeşme’ye mi gitsem, bir tura katılıp Karadeniz yaylalarını mı görsem, hiç gitmedim oralara, çok güzelmiş. En iyisi evde oturmak, hem Simba’ya kim bakacak.”

 

Yazdıklarını okudu, suratı asıldı. Sanatla dolu günlükler, mektuplar yazmayı, yıllar sonra keşfedilip okunmayı diledi. Birası bitince yeniden mutfağa yollandı, ikincisi istediği gibi soğumuş. Masaya oturup yazmaya devam edecek. Ferdi Özbeğen içli içli “ah o günler, o günler” diyor. Güzel günleri olmadı değil. O kıvırcık saçlı kız kocasına, eski kocasına, sekreter olana kadar. Kedisinin miyavlaması duyuluyor, birasından bir yudum alıp yatak odasına yöneldi. Simba geceliğin üzerinde yuvarlanıyor. Yanına uzanıp sırtını okşamaya başladı. Öteki odadan telefonun sesi geliyor, iki oldu akşam akşam. Bakmayacak. Simba birden ayağa kalktı, kuyruğunu havaya dikti, gerindi, yataktan atlayıp koridora doğru koşmaya başladı. Komik bu hayvan.

 

Yataktan kalkıp tuvalete gitti. Sifonu çekip ellerini yıkamaya başladı. Aynadaki görüntüsüne takıldı gözü, irkildi bir an, bu kadın da kim. güldü, kendisiymiş. Uzun uzun seyretti kendini. Saçlarını boyatmayı bıraksa mı, ne kadar beyazı olduğunu tahmin edemiyor. Yakın gözlüğü kullanmaya başlaması gerek, bir de beyaz saçlar. Yok, daha erken. Yaşlanmak ayrı, yaşlı olmak ayrı.

 

Telefonun sesi Linkin Park’ın müziğine eşlik ediyor. “In the end.” Ne listeymiş ama. Telefon susmuyor. Birasını ağız tadıyla içemeyecek. Kanepeye oturup arayana baktı, şaşırdı, telefon elinde bakakaldı. Nereden çıktı şimdi bu? Ses kesildi. Ekrana bakıyor, üçünde de o aramış. Bir eli telefonda öteki saçlarında oturuyor. Bütün sesler kesilmiş, sadece kalp atışını duyuyor. Bir yıl sonra neden arıyor?

 

Kanepede ne kadar zaman geçirdi, bilmiyor, bilgisayarın pili bitmiş, çalan bir şarkı yok. Kalkıp mutfağa yollandı. Kalkmasıyla birlikte Simba ayaklarına dolandı. Eğilip kucağına aldı. Kedi yere atladı, mutfağa birlikte gitmeye başladılar. Bu bira buz gibi. Büyük bir yudum alıp dışarı baktı, karanlık içini bunalttı. Dolunay olsaydı biraz daha aydınlık olurdu diye iç geçirdi. Ah bir sigara olsaydı şimdi.

 

En iyisi köşedeki tekele gitmek. Omuzlarına bir şal attı, gecelikle olmasını umursamadı. Terliklerini geçirdi ayağına, kapıdan çıkarken Simba’ya göz göze geldiler. “Bekle,” dedi “bir sigara alıp döneceğim.”