Bu Şehirde Bize Ait Ne Var?
Rahat-sız

Bu Şehirde Bize Ait Ne Var?

Anıl Çetinel Örselli

Bir kentin meydanları, sokakları, heykelleri, tiyatroları, sinemaları, parkları ve daha nice yapıları yaşanmışlıkları içinde barındırır. Zaman geçtikçe bir bakmışsınız insanla yaşadığı kentin belleği hemhâl olmuş.

 

Bir kentin sokakları, meydanları, caddeleri, o kentin kültür ve sanat hayatına kan pompalayan, insanları ve aynı zamanda hafızayı taşıyan damarlar değil midir? Şehrin sokaklarında atılan her adım pek çok yaşanmışlığa denk gelir, birilerinin düştüğü yere basar adımlarımız. Hafızanın tazelenmesi, yaşanılanın unutulmaması için anlamlı izler bırakılmalı belki her kaldırım taşına… ama günümüzde ne yazık ki bu izler bile isteye birer birer silinmekte!

 

Mekânlar üzerinde süregelen hegemonya mücadelesi, kentin ruhunda ve çehresinde geri dönülmez hasarlar bırakmaktadır. Burada asıl soru belki de şu olmalıdır: bir şehrin mekânlarını değiştireceksek, kimin kollektif hafızasına, kimin estetiğine ve kimin yararına öncelik tanınacaktır? İdeolojik olarak sokak adlarını değiştirmek, toplumsal olayların izlerini o meydanlardan silmek için yerlerine yeni yapılar dikmek yahut o kentle bütünleşik sanatsal/sosyal mekânların varlığını koruyamamak/ranta kurban etmek şüphesiz kent “halkının” ve “hafızasının” yararına değildir.  Güç mücadelesinin bir sonucu olarak ülkemizde kentsel mekânlar iktidarın baskısıyla hunharca yok edilmektedir. Bu tip bir belleksizleştirmenin en belirgin örneğini de Ankara ve edebiyat evreni üzerinden vermek isterim.

13 Nisan 1914’de İstanbul’da doğan ve yine çok genç yaşta İstanbul’da vefat eden Orhan Veli’nin ünlü dizelerini hatırlayalım…

“İstanbul’da Boğaziçi’nde

Bir garip Orhan Veli’yim

Veli’nin oğluyum

Tarifsiz kederler içindeyim.”

İlginçtir ki “İstanbul Şairi” olarak bilinen Orhan Veli bu canım dizeleri Ankara’da yazmıştır. Yaşamının büyük bir kısmı başkentte geçen ve o malum “çukur” hadisesini de Ankara’da yaşayan şair, çocukluğunda Yahudi Mahallesi’nde top koşturmuş, Taş Mektep’te öğrencilik yıllarını geçirmiş, burada âşık olmuş ve yine bir güzel havada memuriyetini burada sonlandırmıştır.

 

“Beni bu güzel havalar mahvetti,

Böyle havada istifa ettim

Evkaftaki memuriyetimden.”

 

Başkentin belleğinin temel taşlarından Evkaf Apartmanı Orhan Veli ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ruhunu taşımış ancak zaman içinde Küçük Tiyatro’ya dönüştürülmüştür. Fiziki yapısı hemen hemen aynı kalmakla birlikte bu yapı, Evkaf’ın kent hafızasındaki gerçek değerini yansıtmamaktadır. Yine Orhan Veli’nin yaşadığı Sümer Sokak’taki iki göz kulübenin yerinde yeller esmektedir. Melih Cevdet, Oktay Rıfat ve Orhan Veli’nin kendi çocukları gibi belleyip üzerine titrediği garip akımının doğduğu Özen ve Kutlu Pastaneleri de yine rant uğruna yok edilenlerdendir. Sevgi Soysal’ın Yenişehir’i de yoktur artık, Kürdün Meyhanesi de yoktur Arap’ın Yeri de, Yeni Sahne de… Liste böyle uzar gider ve ne acıdır ki bu kente doğan çocuklar bu sosyal mekanları hiç bilmeyecekler…

 

YAZARIYLA ÖZDEŞLEŞEN KENTLER ve MEKANLAR

 

‘Her yazarın bir mekânı olmalıdır’ fikrinden hareketle edebiyat tarihi boyunca yazarlar yaşadıkları kentlerle özdeşleştirilmiş, kentlerin adı yazarların adıyla anılmaya başlamıştır. Bu bağlamda, Ankara’nın kent hafızasından dünya kentlerine şöyle bir uzanırsak durumun vahametini ortaya koymak sanırım daha mümkün olacaktır.

Örneğin; modern edebiyatın kurucularından James Joyce neredeyse Dublin ile bütünleşmiştir. Ulysses’in baş kahramanı Leopold Bloom’un Dublin’de gittiği yerleri aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ görmek mümkündür. Oscar Wilde, Samuel Beckett, Bernard Shaw gibi yazarların da evi olan Dublin’de, edebiyat şehrin her köşesine yayılmış durumdadır.

 

Ernest Hemingway’in Küba Devrimi’nden sonra kendine mekân olarak seçtiği ve ömrünün büyük kısmını geçirdiği Havana’da, ona ve Fidel Castro ile olan dostluklarına tanıklık eden mekânlar halen korunmaktadır.

 

Arjantinli yazar, şair ve çevirmen Jorge Luis Borges’in kenti Buenos Aires bugün hala müdavimi olduğu kafe olan Cafe Tortoni ve Borges’in ünlü Alef öyküsüne konu olan evi barındırmaktadır.

 

Dostoyevski de yine kenti St. Petersburg’la bütünleşmiştir. Yalnızca Dostoyevski değil Gogol, Turgenyev gibi ünlü yazarların romanlarına konu olan St. Petersburg, yazarlarının izlerini göğsünde gururla taşır.

Dünyanın dört bir yanından Prag’a seyahat edenler onun Kafka’nın kenti olduğunu bilerek, bu şehrin Kafka’nın ruhuna işleyen sokaklarını bulvarlarını görmeye giderler. Kafka eşittir Prag özdeşleşmesini yaratan bu durum edebiyat tarihinin mekân-yazar unsurunun en önemli örneklerindendir. Franz Kafka’nın bu kentte ziyarete açık bir de müzesi bulunmaktadır.

 

Londra ise Charles Dickens ile anılır. Londra’yı gezerken Oliver Twist’in yaşamına eşlik edebilir, kendinizi İki Şehrin Hikayesi’nde yer alan yerlerden birisi olan St. Barnabas Evi’nin önünde bulabilirsiniz. Yazarın yaşamış olduğu ev günümüzde müze olarak hizmet vermektedir.

 

Edebiyat tarihinin en önemli eserlerini kaleme alan Marquez’in de şüphesiz ayrılmaz parçası; (Yüzyıllık Yalnızlık’ta da geçen) Kolombiya’nın fakir köylerinden birisi olan Aracataca’nın ta kendisidir. Marquez’in doğduğu ev Kolombiya’nın en çok ziyaret edilen müzeleri arasında yer almaktadır.

 

Kendi de tam bir kent direnişçisi ve Paris tutkunu olan Victor Hugo, 1800’lü yıllarda Paris şehir planlamacılarının Notre Dame Katedrali’ni bakımsızlığından dolayı yıkmak istemelerinin üzerine halkın dikkatini dünyanın sayılı mimari eserlerinden olan katedralin üzerine çekmek için Notre Dame’ın Kamburu adlı eserini kaleme almıştır. Okurları Hugo’nun her eseri ile Paris’in bir diğer yüzünü görme fırsatını yakalar. Victor Hugo’nun evi müzeye dönüştürülmüş olup Paris’in hafızasındaki yerini korumaktadır.

 

Edebiyatçılarını, onlarla özdeşleşmiş mekanlarını, sosyal ve kültürel yapılarını gittikçe kaybeden bir başkentten dünyaya bakınca insan daha iyi anlıyor düştüğü çukurları.

 

Peki, kent hafızamızı nasıl koruyabiliriz? Tarihi ve anısal değeri olan yapılara duyarlılık göstermeyi hedefleyerek, direnerek ve bu kültürü edinerek tabii… Aziz Nesin’in de dediği gibi, “Çocuklara daha iyi bir dünya bırakmak yerine, dünyaya daha iyi çocuklar bıraksanız, sorun kendiliğinden çözülecek aslında.”