Öğlen güneşi odanın içine dolmuş, kadının içi dışında, her yeri ışığıyla aydınlatmıştı. Telefonu çalınca okumaya çalıştığı kitabı yavaşça kapattı. Ekranda aynı ismi görünce yine açmadı. Bir süre gözü telefonda, ojeleri çıkmış tırnaklarını kemirerek dalgın dalgın oturdu. Bu ses ortaya çıksın diye hangi ses bastırıldı? Kitabın giriş cümlesi buydu, zaten daha fazlasını okuyamamış, düşünceleri bu cümlenin peşinden savrulup gitmişti. Uzunca bir süre kararsız, dağınık oturmaya devam etti. Kendini mühürlediği yalnızlıktan sıkılınca kalktı. Mutfağa gidip alış artık şu teknolojiye, diyen adamın yokluğunda kendine eski usul okkalı bir kahve yaptı. Her defasında balkonda iç şu zıkkımı diyen, üst perde uyarılardan uzak, bir de sigara yakıp salonun tavanına doğru üfledi. Kahvesiyle, sigarasıyla masaya oturdu, çalıştığı mimarlık bürosunu arayıp bir hafta daha izin aldı. Nedenini sormadılar, sorsalar bile ne diyecekti? Temizlik yapıyorum, becerebilirsem beni yok sayan insanları hayatımdan temizliyorum.
O sırada telefonuna günün ilk mesajı geldi. “Aç şu telefonu, konuşalım.” Konuşmanın karşılıklı yapılan bir eylem olduğunu bile bilmeyen adamın ne konuşacağını artık merak etmediği için mesajı yanıtsız bıraktı. Dumanı üstünde tüten bir ayrılığın arifesindeki kadın, soğumaya yüz tutmuş kahvesinden büyük bir yudum aldı. Kadının ayrılma kararını bile dikkate almayan adamın, aklını başına alması için verdiği bir haftalık süre dolmak üzereydi. Aklını başına almak… Bir ömrün yanında bir hafta nedir ki? Sahi bu adam bu sürede nerede kalmıştı acaba? Bana ne diyerek içine düşen kurdun onu kemirmesine izin vermedi.
Söylemeye çalıştığı her şeyi kapris saymış, adamın ördüğü duvarlardan içeri sızamamıştı, tüm çabaları boşa düşmüştü. Bunun üzerine o da eskinin peşini bırakmadığı alışkanlıkla, kuyruğu dik tutup uzun süredir konuşmayı beceremediği adama yazmaya karar verdi. Önce telefona mı yazsa yoksa bilgisayara mı bilemedi. Her ikisine bakarken telefonda karar kıldı. Dört yıl on günlük bir ilişkiyi mail atarak bitirmek saçma geldi. Mesajları açtı ama bu kez de nasıl hitap edeceğini bilemedi. Sevgilimin, aşkımın yerine ne koyacaktı? Merhaba? Selam? Yok ya, istersen selamın aleyküm diyeyim diye düşünürken hocanın kulağına üflediği isminde karar kıldı.
Selim,
Okumayı çok sevmezsin ama belki cümlelerimi okumaya değer bulursun diye yazmaya karar verdim. Sen şimdi benim yine neye sinirlendiğimi anlayamamışsındır. Oysa ne zaman ilişkimizi konuşmak istesem, yine hangi kitaptan alıntı yapıp aynısını benden talep edeceksin acaba diyen yargısız infazlarınla duygularımı öksüz bıraktığını bilmedin. Ben de kitaplarımı cümlelerime katık yapıp duygularımı da yanıma alarak sana yazıyorum. İster oku, istersen okuma. Sen bilirsin…
Proje olarak yetiştirilen her insan gibi, senin açından bakıldığında içkin yoktu, kumarın yoktu, sadıktın, lisans, mastır her şeyin tamdı. Bir tek evlilik kalmıştı onu da benimle tamamlamak istedin. Kendi ailem dahil çoğu kişinin düşündüğü gibi huysuz ve doyumsuz bir kadın olduğumdan senin yarımın olmayı kabul etmeyince hepinizin planlarını bozdum. Onları da arkana alıp benim kendi tamamımı bulmama izin vermedin. Sana kalsa bunun için bile senden özür dilemem gerekirdi ama “Ben Tatar Ramazan, bu oyunu bozarım…”
“Ne yapmaya çalışıyorsun kızım ya, ayrılmadan son şakanı mı yapacaksın?” diyerek yazdığını sildi. Dikkati dağılınca su almak için mutfağa gitti, gitmişken de bir sigara yakıp balkondan sokağı izleyerek içti. Salonda içerek kime başkaldırıyorum acaba? En fazla perdeleri kokutuyorum, diye düşündü. Mutfak sandalyesine ilişip orada yazmaya devam etti.
İyi ayarlanmış saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez diye okumuştum bir kitapta. Cümle nasıl da gelip kalbimin üzerine oturarak beni soluksuz bırakmıştı. Uzun süre öylece kalakalmıştım. Oysa bozuk saatin bile iki kere doğruyu gösterdiği bu dünyada, ben yıllarımı ziyan etmiştim. Saatimin ayarını sen bozdun demek en kolayı biliyorum ama yine biliyorum ki ben saatimin zembereğini sana vererek hayatımın elimden kayışının seyircisi olmayı seçmiştim ve bunun adına da aşk demiştim.
Gözyaşlarının arkasından ekranı göremeyince yazdıklarından yine koptu. Tekrar okumaya, düzeltmeye, eksiltmeye, çoğaltmaya cesaret edemedi. Pişman olup hepsini silmekten korkuyordu. Onun yerine sinirle gözyaşlarını sildi. Telefonu yeniden çalmaya başladı. Açmayınca zil sesi yerini, senin derdin ne? diyen kızgın mesajlara bıraktı. Karnının gurultusu bu sesleri bastırınca iki gündür yemek yemediğini hatırladı. Aç karnına aklını başına toplayamayacağı gerçeğiyle, buzdolabından biraz peynir aldı, kurumuş ekmeğin arasına koyup kemirmeye başladı. Tezgâhın üzerindeki geceden kalan şişe gözüne ilişince, mastır yapmadığından dolayı kadeh yerine, su bardağına koyup ağzındakileri ıslatmak için şaraptan bir yudum aldı. Sirkeye dönmesine aldırmadan yüzünü buruşturarak içmeye devam etti. Zihnini susturamayacağını bildiğinden, telefonunu susturdu. Elinde bardakla salona geçti. Yıllardır beyninin her kıvrımında dolaşıp duran, artık ezber ettiği düşüncelerini yeniden yazmaya başladı.
Oscar Wilde: Asla sana sıradan gibi davranan birini sevme demiş. Ben bunu okuyunca mı seni anladım yoksa seni anlayınca mı bu cümle dikkatimi çekti hiç bilemedim. Bildiğim: Ben anlayana kadar hayatımın bilinmezliklerinden sızıp beni ele geçirdin ve ele geçirdiğin kadının bütün ayarlarını bozdun. Bilerek yapmadın hatta bilmeden yaptın. Karşındaki insanın da seninle aynı haklara sahip olduğunu bilmedin mesela. Sen yaptığın her şeyi bana iyilik gibi sundun, ben de minnetle kabul ettim. Benim yaparken normal bulduğum her şey, sende neden evrilerek iyilik olarak bana döndüğünü hiç sorgulamadım. Sanırım sorunlarım içinden çıkılmaz hale gelince, biraz rahat ve huzur için sorgulamamayı seçtim. İlkesizlik bana sihirli geldi. Prensipsiz yaşamak… Dilsiz taklidi yapmak…
Telefona sesini kazandırınca, kızgın mesajların yerini küfürlü mesajların aldığını gördü. Durdu, yazdıklarına baktı. Bunları kaç kere zihninde tekrarlamıştı ama ilk defa, tek başına anlamsız olan kelimeler yazdıkça bir araya gelip kocasının yüzüne dönüşmüştü. Yazmak, gerçekleri netleştirmiş, onu geri dönülmez bir yola sokmuştu. Bir süre şaşkınlıkla ekrana baktı. Ağlamaya başladı. Ben seni çok sevmiştim salak, diye boşluğa bağırdı. Kelimeler, daireler çizerek altın çerçeveye hapsolup mutlulukla birbirlerine bakan gelin ve damadın üstünde durdu. Kadın da onları takip edincene hayallerle evlendiği adamı gördü. Oysa biliyordu, hayal kurmaya başlayan insan önce nelere sahip olmadığını anlardı.Düşüncelerini yine zihnine hapsetmemek için yazmaya devam etti.
Şimdi düşünüyorum da aslında sen, benim peşinden gitmeye çalıştıkça önümden kaçan gölgem gibiydin. Bazı zamanlar gölgem gölgenin üstüne düştü ama sana hiç ulaşamadı. Yine de kendi gölgemi kaybetmek pahasına nedense seni bırakmadım. Seni bırakmayışımı zayıflık olarak mı gördün? ‘Benim için ne yaptın?’ Her tartışmayı o yüzden mi böyle bitirirdin? Benim için ne yaptın? Senden en çok bunu duydum ve cümleyi oluşturan her harften nefret ettim. Oysa ben senin için yaptıklarımı Tanrı’ya bile yapmamıştım. Onu da görmedin. Kendimi boş verdiğim için onun da beni boş verdiği bu hayatta, artık kimse için bir şey yapmak istemiyorum. Gitme sırası bana geçti, gidi….
Telefon sesine, bu sefer kapının ısrarla çalan zili de eklendi. Zilin sustuğu yerde yumruklar konuşmaya başladı. Kapı dayak yemiş gibi zangır zangır titriyordu. Onu özür dilemeler, seni seviyorumlar, takip etti. Ağlıyor muydu? Bir ilk…
Kendi açılmayan kapısına, komşularının açılan kapı sesleri cevap oldu. Ne yapacağını bilemedi.
İçinde küçücük bir umut ışığı belirdi ama o kadar solgundu ki her an solabileceğini bilerek yazdıklarına baktı. Eli yavaşça silme tuşuna gitti.
Kalktı, kapıyı açtı.