Bu Topraklara Cemre Düşmedi
Öykü

Bu Topraklara Cemre Düşmedi

Neşe Snaet

Oturduğumuz plastik sandalyelerde kendimizi izlediğimiz oyuna kaptırmışken arkamda oturan küçük çocuğun başı sırtıma düşüyor. Dönüp baktığımda üç yaşlarında yuvarlak al yüzlü çocuğun soğuk başını hissediyorum. Korkuyla kucağıma alıyorum çocuğu, yanımda oturan kardeşimle hastaneye yetiştirmeye çalışıyoruz. Hiç tanımadığım güzel yüzlü çocuk, bir anda benim çocuğum oluyor. Kendi çocuğumu kaybettiğimi sanıyorum, çığlık atarak uyanıyorum. Yataktan fırlayıp yan odada uyuyan kızımın yanına gidiyorum. Orada mışıl mışıl uyuyor, yine de sarılıyorum sımsıkı uyandırma pahasına.

 

Kaybolan çocukların bulunmadığı, sayılarının her geçen gün arttığı bu coğrafyada, çocuk büyütmenin dehşetiyle daha da sıkı sarılıyorum kızıma. Bir distopyada yaşıyoruz sanki. Az önce çığlıkla uyandığım uykudan uyanır gibi uyanmak istiyorum.

 

Gece yatarken sessize aldığım telefonumun titrediğini duyuyorum. Arayan Cemre. Bu gece yola çıkacağını haber veriyor, onunla geliyor muyum, diye soruyor. Son bir haftadır gündemi meşgul eden kız çocuğunun kaybolduğu köye gitmek istiyor. Röportaj ya da belgesel bir şeyler yapmalıyız, diyerek beni ikna etmeye çalışıyor.

 

– Sude’yi yalnız bırakamam diyorum, kararsızlıkla.

– Gelmemek için tek bahanen Sude mi? diye ısrar ediyor. Bilemiyorum, korkuyorum. Çocuklarını kaybetmiş annelerin hüzünleriyle karşılaşmaktan, onları teselli edememekten, acılarını paylaşamamaktan korkuyorum. Ben kızıma sıcak yatağında sarılırken, onların yalnız ve soğuk yataklarını görmekten korkuyorum.

– Cesur olmalıyız Naz. Sen gitmesen ben gitmesem kim gidecek o karanlık köylere… Düşüneceğimi söyleyip telefonu kapatıyorum. Sude’yi okuldan alıp anneme bırakabilirim pekâlâ. Birkaç gün için küçük bir çanta hazırlayıp Cemre’ye yetişirim.

 

Köyün sınırına vardığımızda şafak sökmek üzereydi. Arkamızda koca bir toz bulutu bırakarak köye doğru ilerliyorduk. Cemre, bütün gece direksiyon sallamaktan uykusuz kalmış gözlerini ovuşturarak, bak şurada bir bakkal var, hadi gidip konuşalım, dedi. Bakkallar köyün muhtarı gibidir, bir şeyler duymuştur kız hakkında.

 

Kapının önünde yığılı patates çuvallarını geçerek içeri girdik. Tezgâhın başında esmer bir adam, pirinç tartıyordu. “ Bak bu şekerler yeni geldi Gurbet Ana vereyim mi çocuklara götürürsün.” Yemenisiyle örttüğü ağzından sesi zor duyulan kadın, “Yok şimdi param çıkışmaz onlara” diyerek elinin tersiyle itti şekerleri. “Senden para isteyen mi var, virirsin sonra”

 

“Sağlıcakla kal evladım” derken bir yandan da göz ucuyla bize bakıyordu Gurbet Ana. Kadının bakkaldan çıkmasıyla Cemre atıldı, filanca televizyonundan geliyoruz, diyerek söze başladı. Burada olanların haber yapılması sizin için de önemli, bu topraklarda neler olduğunu bilmek herkesin hakkı. Bakkaldan çıt çıkmıyordu. Neden bir şey söylemiyorsunuz. Hiçbir şey bilmiyor musunuz? Niye, Asya bu bakkaldan alışveriş yapmaz mıydı? Avuç kadar köy, nasıl tanımazsınız!!!

 

“Pes doğrusu Cemre ya, adamı korkuttun resmen. Kesin bizi sivil polis sanmıştır.”

“Ne sanırsa sansın, hadi muhtara gidelim, o bize yardımcı olur.”

 

Köyün muhtarı da haberlerde duyduklarımızdan daha farklı bir şey söylememişti bize. Ellerimiz boş, Asya’nın evine doğru yürüyorduk. Güneş yükselmiş, toprağın rengi şimdi daha da sarı görünüyordu gözümüze. Eve vardığımızda, evin önündeki kaldırımda iki kız çocuğu oturuyordu. Bizi görünce daha kısa olanı ayağa kalktı, okul formasını andıran eteğini çekiştirdi, bacaklarının görünmesinden çekinerek. Bu sefer söze ben başladım:

 

– Merhaba, biz Asya’nın evini arıyoruz burası mı?”

– Asya’dan bir haber mi var abla? – Hayır, biz de bir şeyler öğrenmek için geldik.

– Aynı okula gidiyoruz onunla ama günlerdir okula gelmiyor.

– Sever miydi okulu?

– Hem de nasıl? Bi de kitap okumayı çok severdi. Ben ablamlar gibi gelin olmucam öğretmen olacam, derdi. Elinden Çalıkuşu’nu hiç eksik etmezdi. Arkadaşıyla gurur duyuyordu anlatırken. Diğer kız ise dudak bükerek bakıyordu arkadaşına.

– Sen de okuldan arkadaşı mısın Asya’nın?

– Yok, ben komşusuyum, dedi çekinerek daha uzun olan kız. Yaşça diğerinden daha büyüktü.

– Okuldan sonra Asya bize geldi. Ona gelinliğimi gösterdim. Kızdı bana, bu gelinliği giyeceğime ölürüm daha iyi dedi. Bir daha onu görmedim.

-İçerde mi annesi, onunla da konuşsak?

-Fatma ablaaa..

– Ne var?

– İki abla geldi seni soruyor?

 

Fatma Hanım, bizi görünce afalladı, içeri geri dönmek istedi ama yapamadı, dürüst olmakla Anadolu’ya özgü misafirperver olma arasında bocaladı bir süre.

 

-Asya’yı sormaya geldiyseniz, ben bir şey bilmiyorum. Polislere de anlattım, herbir şeyciği. Asya’nın annesi miydi bu kadın. Asya’nın annesi… Sude kaybolsa ne yapardım diye düşündüm bir an kadına bakarken, delirirdim herhalde. Ben de onunla beraber kaybolurdum. Daha ne yapardım ne yapamazdım bilmiyorum ama Fatma gibi sakin olamazdım. Fatma Asya’yı merak etmiyordu, Fatma, Asya için endişelenmiyordu. Çünkü Fatma Asya’ya ne olduğunu biliyordu. Hadi gidelim, dedim Cemre’ye kolunu çekiştirerek

 

-Dur yahu daha yeni geldik, hiçbir şey bilmiyoruz kız hakkında.

 

-Görmüyor musun Cemre, bütün köy hiçbir şey konuşmuyor, kimse Asya’yı görmemiş. İşin en acı yanı ise annesi dahi Asya’yı okuldan arkadaşı kadar merak etmiyor…

 

Dönüş yolunda ikimizin de ağzını bıçak açmadı. Cemre şehre dönünce yazacağı makalesini düşünüyordu sanırım. “Karanlıklar bir gün ortaya çıkacak.” diye mırıldandı nedense sonradan. Bense Asya’nın yalnızlığını… Annesinin onu bir kez olsun sevmeyişini… Saçını hiç okşamayışını… Sonra hayallerini, öğretmen olmak istiyordu Asya, Çalıkuşu’nu çok seviyordu. Niye izin vermediniz ona. Niye? Bir gün güzel bir haber alır mıyım senden Asya…