Gülmek yıkıcı bir eylemdir. Bu nedenle hiçbir iktidar ondan hoşlanmaz. Gülmeyi yıkıcı yapan ise, bir paradoks gibi görünebilir ama iktidarın akıl dışılıkları ve bünyesindeki saçmalıklardır. Daha doğrusu, özellikle de baskıyı ayyuka çıkaran iktidarlar, kendini saçmalıklarla var etmek zorundadır. Düşünceyi yasaklamak, düşüncenin ifade edilmesini engelleyip, cezalandırmak, bir dizi saçmalığın ve gülünçlüğün ortaya çıkmasına yol açmaz mı mesela? Düşüncesi engellenen kişi, bu düşüncesini bir süre sonra başka kılıflar altında, ama özellikle de mizah tekniklerine başvurarak (Bunun için aşırı bir zekâya da gerek yoktur. Yasakların insanı yaratıcı kıldığını herkes bilir.) yansıtma yoluna gidecektir. Böylece kapıdan kovulan düşünce, bacadan içeriye süzülecektir. Gülmenin, dolayısıyla da mizahın bin bir çeşit aracı devreye girdiğinde, baskı, tahakküm, aşırı ciddiyet ve iktidar kibri bir anda güneşin altındaki kartopu gibi erimeye başlayacaktır. İktidar sahiplerinin aşırı saldırgan bir ruh haline bürünmeleri bunun bir sonucudur.
Gülme, bir bakıma Sokrates’in bahsettiği at sineğine benzer. At sineği kendinden binlerce kat büyük at’ı yok etmez ama çılgına çevirmekten de geri kalmaz. Baskıcı iktidarlar, gülme eylemi ve mizahı çoğu zaman ahlakdışı ilan edip, geniş kesimlerin gözünden düşürmeye çalışır. Dinler, gülmeyi Şeytan’la bir tutarlar. Sıradan bir insanın ağzından şu sözü çok duyarız: Çok güldüm, Şeytan başıma bir iş getirecek! İktidar ve dinler, içine korku, hayranlık ve sahte bir saygı duygusu yerleştirdikleri ciddilik durumuyla insanlar üzerindeki tahakkümlerini sürdürürken, arkalarına binlerce yıllık yönetme tecrübelerini alırlar. Bu yüzden iktidarın yüzü ifadesizdir. Gülmenin ve esprinin kırıntısına bile rastlanmaz orada.
Umberto Eco, Gülün Adı romanında gülmeye epey geniş bir yer ayırır. Belki de bu yazının yazılmasına sebep olan da buydu. Romanda Melk manastırındaki yasaklı kütüphanenin sorumlusu Rahip Jorge kördür ama elleriyle her şeyi görür. Edebiyat tarihçileri ve Eco’nun kendisi de Jorge’nin aslında Borges olduğunu söylerler. İki isim arasındaki söyleyiş uyumu zaten dikkatimizi çeker. Baskıcı Juan Peron iktidarının 1955’te devrilmesinin hemen ardından Arjantin Ulusal Kütüphanesi Müdürlüğüne getirilen Borges, aileden gelen bir hastalık nedeniyle görme yeteneğini tamamen kaybedince, hep hayal ettiği kütüphanecilik görevi için şu unutulmaz cümleyi kurar:
“Bana aynı anda hem sekiz yüz bin kitabı hem de karanlığı veren Tanrı’nın muhteşem ironisi.”
Jorge, sakladığı, korumasına aldığı bir kitabın okunmasını şiddetle engellemeye çalışan biridir. Kendisi aynı zamanda Ortaçağ Hıristiyan tarikatlarının en bağnazlardan birinin üyesidir. Jorge, romanın sonlarına doğru, yasaklı kitabın sırrının ortaya çıktığı bölümde, manastırda işlenen esrarengiz cinayetleri araştırmakla görevli, sorgucu rahiplerden biri olan William’a şunları anlatır:
“Gülme bedenimizin güçsüzlüğüdür; yozlaşması, yavanlığıdır. Köylünün eğlencesi, sarhoşun özgürlüğüdür; kilise bile akıllıca davranarak, şölenlere, şenliklere, panayırlara, insanı neşelendirerek öteki isteklerden ve tutkulardan uzak tutan bu günlük yozlaşmaya izin vermiştir… Ama yine de gülme, basit insanların savunması, halk için kutsal olmayan bir gizem olarak kalır. Tanrı’nın kurulu düzenine baş kaldırmaktansa, yemeğinizi yiyip, sürahilerle şişeleri devirdikten sonra, düzeni alaya alan pis güldürülerinizin tadını çıkarın; aptallar kralını seçin; eşekler ve domuzlara yaraşır cümbüşlerde kendinizi yitirin; tepetaklak Satürn şenlikleri yapın…”
Jorge, uzun konuşmasında şenliklerde, bir diğer deyişle insanların kendilerini gülmenin ve alayın kollarında unuttukları o zaman diliminde, yeryüzünde kısa bir süre için dünyanın tepetaklak bir görünümünün belirdiğini söyler ve sözlerine şöyle devam eder:
“Gülmek, köylüleri Şeytan korkusundan kurtarır; çünkü aptallar şenliğinde, Şeytan da zavallı bir aptal olarak belirir; bu yüzden de denetim altına alınabilir. Gülmek, bir köylüyü bir an için korkudan kurtarır. Ama yasa korku aracılığıyla kendini kabul ettirir; yasanın gerçek adı Tanrı korkusudur.”
İktidar, din ve Tanrı gülmeyi tepelemek için her zaman kol kola yürümüştür. Jorge’nin de konuşmasında geçtiği gibi, gülme ve şenlik anları, kurulu düzeni bir anlığına da olsa alaşağı eder. Böyle zamanlarda zorunlu itaatin yerini alay, korkunun yerini neşe alır.
Umberto Eco, bu dev romanında, bağnaz Jorge’nin ağzından gülme eyleminin ve onun dinsel iktidar için ne anlama geldiğinin derin bir portresini çizer.
Manastırın yasaklı kitabı da zaten gülme üzerine bir kitaptır: Aristo’nun ikinci kitabı! Kitabın sayfaları bir tür zehirle sıvanmıştır. Dokunanı öldürüyor. Yani gülmeyi konu edinen bu kitabın ölümcül olması simgeselliğin ötesine geçip, kelimenin gerçek anlamıyla dokunanı fiziki olarak öldürmüş oluyor. William’la Jorge arasında sayfalarca devam eden konuşmalardaki bir başka diyalog gülmeye, şenliğe ve yaşam sevincine karşı dinin yaklaşımını özetler nitelikte:
“Bu kitabı niçin ötekilerden daha çok korumak istedin? Güldürüden söz eden birçok başka kitap var; gülmeyi öven birçok kitap var. Niçin bu kitap içini öylesine korkuyla dolduruyordu?” diye sordu William.
Jorge: “Çünkü onu Filozof yazmıştı. (Aristo) O adamın yazdığı her kitap Hıristiyanlığın yüzlerce yıllık bilgi birikiminin bir bölümünü yok etti.”
Gülme, tahakküm sahipleri için tehlikeli iken, baskı altında tutulanlar için ise bir rahatlama aracıdır. Bir taraf için kendi güvenliğine karşı yıkıcı bir umut doğurma anlamına geliyorken, öbür taraf için geçici de olsa katlanılması zor bir dünyanın dışına fırlatılma duygusudur.
Mark Twain, Dünyadan Mektuplar (Letters from the earth) adlı eserinde şunları yazar: “…soyunuz, bütün o yoksulluğuna karşın, tartışmasız olarak gerçekten etkili bir silaha sahiptir: Gülme. Güç, para, inandırma, destek toplama, baskı yapma yüzyılların çabasıyla devasa bir dalavereyi kaldırabilir, biraz yerinden oynatabilir, biraz zayıflatabilir; ama onu bir darbede paramparça edecek olan şey gülmedir.”
Kibirli, burnundan kıl aldırmayan insanların da korkulu rüyasıdır gülme. Bu kişilerin eleştiriye tahammülü olmaz hiçbir zaman. İçlerindeki kofluğu, etraflarına çektikleri surlarla görünmez kılmaya çabalarlar. Foyaları açığa çıkmasın diye içinde bulundukları suyu bulandırıp dururlar. Basit bir hatasını bile yüzüne vuran birine düşman kesilirler. Zekâ belirtilerinin olduğu her yerden dörtnala uzaklaşırlar. Gülmenin hedefi olacaklarına, vahşi bir ormanda tek başlarına yol almayı tercih ederler. Onları dev aynasının karşısından alıp, itin g.tüne sokma ihtimali olduğunu düşündükleri bir esprinin sahibine hınçla yumruk sallarlar. Çünkü bilirler ki, gülmenin benlikte açacağı yara kolayca iyileşmez.
Gülün Adı, okuyucusunu çepeçevre kuşatan bir roman. Ortaçağ Avrupa’sının kasvetli dünyasını okur neredeyse her satırında hisseder. İtalya’nın kırsalında, dağların arasındaki ücra bir manastırın tüyler ürperten dehlizlerinde, okur, roman kahramanlarının bir adım gerisinde, heyecan içinde, bir gölge gibi sürüklendiği hissine kapılır. Ama Umberto Eco Gülün Adı’nda sadece bir roman yazmamıştır. Aynı zamanda inceden inceye anlatılmış bir Ortaçağ tarihi ve Ortaçağ felsefesidir de. Tarikat ve mezheplerin elleri sürekli birbirlerinin gırtlağını sıkarken, bitmek bilmeyen iktidar kavgaları sıradan halka ve köylülere genellikle bir vahşet olarak yansır. Manastırın duvarları aşırı inancın ve bağnazlığın yol açtığı cinnet çığlıklarıyla yankılanıp durur. Müminle cellât aynı kişilerdir. Herkes kendi kâbusunu sırtında taşır. İnançla çıldırmanın arasındaki o ince çizgi de çoktan silinip gitmiştir zaten.
Gülün Adı çok katmanlı bir dünya seriyor önümüze. Tıpkı olayların geçtiği manastır gibi labirenti çağrıştıran düşünceler ve felsefi denemeler arasında gidip geliriz romanı okurken. Ama romanın sonuna eklenen uzun yazısında Umberto Eco, romanın eğlendirici de olması gerektiğini savunan görüşler belirtir. Oysa okur kendini neredeyse her sayfada diken üstünde hisseder. Peş peşe işlenen cinayetler okuyanı soluksuz bırakacak niteliktedir. Romanın atmosferi insanı endişeden endişeye sevk eder. Okuru kuşatan tedirgin ruh hali, eğlenme düşüncesini çabucak silip atar.
Umberto Eco, Gülün Adı’nın yayınlanmasıyla ilgili aynı yazısında okurda ilgi uyandıran bir anekdot aktarır. Romanı yayına hazırlayan yayınevinin yetkilileri, ilk yüz sayfanın usandırıcı olduğunu, çıkarılmasının yerinde olacağını Umberto Eco’ya söylediklerinde, Eco bunu reddettiğini söyler ve reddetme gerekçesini şöyle açıklar:
“…çünkü diye öne sürüyordum, bir insan manastıra girip orada yedi gün yaşamak istiyorsa, onun ritmini kabul etmek zorundadır. Bunu başaramazsa, kitabın bütününü okumayı da hiçbir zaman başaramayacaktır. Bu nedenle, ilk yüz sayfanın bir kefaret ve başlangıç işlevi vardır…” Gülün Adı bu tartışmaya rağmen, şu iç ferahlatan giriş cümlesiyle başlar: “Kasım sonlarında güzel bir sabahtı.”
Ufuk açıcı, sorgulatan, okuru yer yer kuşkudan kuşkuya düşüren romanlar, edebiyatın dönüştürücü gücünü ve sihrini bir kez daha kanıtlamış oluyor Gülün Adı’yla.
Büyük yalancılar da, yani bir öğreti icat edip, bunu bütün dünyaya zor ve şiddet yoluyla dayatmaya kalkışanlar asıl gülmeye düşmandır. Çünkü inşa ettikleri öğretilerin içi tıka basa saçmalıklarla doludur ve bunu bir ok gibi patlatacak olanın da gülme ve mizah olduğunun farkındadırlar. Bütün katı yapı ve örgütlerde bu yüzden kendi mensuplarına bıkmadan, usanmadan ciddiyet telkin edilir. Gülme konusunda kült haline gelen Kahkahanın Zaferi adlı kitabında Barry Sanders şunları yazar:
“Yürekten bir gülüş, deyim yerindeyse, boraların hızına erişebilir, saçma savları yıkabilir ve yolu üzerinde durma budalalığını gösteren sağlam hasımlarını devirebilir. Tek söz söylemeden, bir kahkaha en büyük zorbanın tehditlerinde gedik açabilir ya da en can sıkıcı kimseleri yola getirebilir.”