Bugün Aslında Dündü adıyla izlediğimiz Groundhog Day, 1993 yapımı fantastik bir romantik komedi filmi. Holywood yapımı film, uzun salgın döneminde epeyce izlendi. Ben de çoğu kimse gibi bu filmi salgın günlerinde çevrimiçi platformlarda adından çokça söz edildiği dönemde izlemiştim. Daha önce böyle bir filmden haberdar değildim. Filmi izlerken bir an bütün bir hayatın aslında her gün yeniden yaşanan tek bir günün türevleri olabileceğini düşünüp için için üzülmüş, dahası kaygılanmıştım. Film, nefret ettiği bir günü tekrar tekrar yaşamak zorunda kalan birinin hikâyesini anlatıyor. Kahramanımız, ekranlardaki samimi kişiliği ve eğlenceli yüzüyle kendine has bir şöhrete sahip olan, ancak kameralardan kurtulduğu an kendini beğenmiş ve kibirli kişiliğine geri dönen bir hava durumu spikeri. Bu kendini beğenmiş kibirli spikerimiz bir gün, hiç sevmediği kırsal yaşamın hüküm sürdüğü kasabalardan birine, Groundhog Day etkinliklerini (bir tür yöresel festival) izlemek üzere görevlendirilir. Buradaki sakin hayat ona göre değildir, ayrıca burada yaşayan kasabalılar da onun pek ilgisini çekmez. Hoşlanmasa da görevi gereği buralara bir günlüğüne de olsa katlanmak zorundadır. Ancak ansızın çıkan bir kar fırtınası tüm ulaşım yollarını kapatır ve kahramanımız talihsiz kaderiyle baş başa kalır. Ertesi sabah uyandığında ise onu daha büyük bir sürpriz beklemektedir: Kahramanımız, zaman döngüsüne yakalanmıştır; nefret ettiği o günü tekrar tekrar yaşamak zorundadır!
***
Hatırlarsınız: Uzun süren salgın günlerinde hepimizin payına kaygı, endişe, kuşku ve acı düşmüştü. Hastalanan, hayatını kaybeden arkadaşlarımız, dostlarımız olmuştu. Gazetelerde sevdiğimiz, dost bildiğimiz, kendimizi yakın hissettiğimiz pek çok değerli insanımızın, aydınımızın, sanatçımız, bilim insanımızın, şairimizin, yazarımızın, müzisyenimizin, ressamımızın, tiyatrocumuzun ölüm haberlerini okumuştuk derin bir kederle… Salgın uzadıkça bu duygularımız da derinleşmişti. Korkuyu, kaygıyı, endişeyi, acıyı, kederi daha derinden hisseder olmuştuk… Yaşadığımız o tek bir gün benzer bir biçimde her gün yeniden karşımıza çıkar olmuştu…
O günleri gün gün defterime kaydettiğimden biliyorum: Önce uyku düzenimiz bozuldu. Geceler gündüzümüz, gündüzler ise gecelerimiz oldu. Yer değiştiren birer gölge gibi geçmeye başladı günler, geceler. Hep aynı mekânda, hep aynı pencerenin önünde umarsızca öylesine bakar olduk akıp giden gündelik hayatımıza. Sabahları bizi uyandıracak olan alarm müziğinin yerini günün salgın raporu haberleri aldı. Hipnotize olmuş gibi her akşam neredeyse hep aynı saatte ekran başında bugün kaç kişinin salgına tutulduğunun, kaç kişinin öldüğünün “bilanço”suna “kilitlendik”. Bilançodaki “sayıları” bir önceki günle, daha önceki günlerle karşılaştırmaya başladık. Oysa hepsi de aynı gündü, sadece tarihleri farklıydı…
***
Hayat kimi zaman bize yaşadıklarımızı temize çekme fırsatı sunar. Okumaya, yazmaya eğilimli olunca, insan ister istemez “temize çekme” eyleminin önemini ve değerini başkalarına göre daha erken kavrıyor. Bilirsiniz: Bir zamanlar yazdıklarımızı önce karalama defterine yazar, sonra temize çekerdik. İlkokuldan kalma sarı karalama defterlerinden kimilerini hâlâ saklarım. Temize çekerken yazdıklarımızı yeniden beynimizin, daha doğrusu bilincimizin süzgecinden geçiririz. Kimi zaman önceki yazdıklarımızı (siz yaşadıklarımızı diye okuyun) beğenmeyip değiştirdiğimiz, kimi zaman da yanlış ya da gereksiz bulup çıkardığımız, yok saydığımız olur… Ama yine de tüm bunlar karalama defterinde öylece durur. Yazı (siz hayat diye okuyun) biraz da temize çekerek gelişir ve olgunlaşır. Yoksa yazarken de yaşarken de bir büyük tekrarın burgacında günler, aylar, yıllar geçer. Bir de bakmışsınız ki hep aynı yazıyı yazmışsınız, hep aynı şeyleri okumuşsunuz, hep aynı filmi izlemişsiniz, hep aynı günü yaşamışsınız…
Hayat işte böyle anlarda devreye girip sizi bu hipnotize olmuşluk halinden uyandırmak ister. Örneğin tarihteki ilk barış antlaşması bir güneş tutulmasının sonucudur. Gündüz gözüne yaşanan o bir anlık, yarım ya da bir saatlik karanlık; o her gün, her gündüz ışığıyla aydınlatan, ısısıyla ısıtan, tanrı yerine konulan güneşin bir an için de olsa gölgelenebiliyor olması, bu olağanüstülük insanları “şaşırtır”, içinde bulundukları hipnotizmadan (savaş hâlinden) “uyandırır”. O an insanlar birbirlerinin kanını emip kan kardeşi (kanka) olurlar. Barış olur aralarında. Uzun sürmüş tek bir günün savaş hâlinden, barış içinde yeni bir hayat kurarlar her gün yeniden… Temize çekmiş olurlar hayatlarını. Hayat onlara o an için bir güneş tutulması şeklinde görünmüş, eşsiz bir fırsat sunmuştur.
Hayat en büyük uyarıcıdır aslında ama biz yine de kendi kaderimizi yaşamak isteriz. Tolstoy anılarında, öykülerinde zaman zaman ispinoz kuşundan söz eder. “Güzel ötüyor ama hep aynı şarkı.” diye yazar bir öyküsünde…
Bir de “beyaz sayfa açmak” deyimi var. “Temize çekme”nin yerini tutmaz bana göre “beyaz sayfa açmak”. İlkinde gelişip olgunlaşmak var, ikincisinde ise öncesini inkâr, her şeye yeniden başlamak… Oysa hayat böyle ilerlemez. Atlas bile o taşı (dünyayı) sırtlayıp dağın tepesine taşırken günün sonunda başarısız olsa da hep bir önceki günü temize çekiyordu aslında. Her gün yeni bir beyaz sayfası yoktu açacak… Başımız sıkıştıkça “her şeye yeni baştan başlamak”tan, sürekli “beyaz sayfa açmak”tan söz etmemiz, hayatın çeşitli yönleriyle karşılaştıkça işin kolayına kaçmamızdandır. Elbette kişilerin de toplumlarında büyük dönemeçlerden geçtiği, keskin virajlar aldığı anlar olur. Bir badire atlattıktan sonra beyaz bir sayfa açmak belki bir süre iyi gelir, ama ağrı kesici gibidir… Doğu masalarında bu durum, halının altına süpürülen kızgın bir yılanın hikâyesiyle anlatılır. Bir ara anlatırım bu doğu masalını. Bir de ona benzer bir Japon masalı var, onu da anlatırım…