Büyükelçilikte Kaos
Öykü

Büyükelçilikte Kaos

Sedat Erden

Büyükelçi, Victor’un imza kartonu içinde sunduğu yazıyı okuyup imzaladı ve sonra sertçe: “Başkomiser Nihat Bey odama gelsin,” diye buyurdu. İki gündür canı çok sıkkındı. Personel de bunu hissetmiş olmalıydı ki kimsenin sesi çıkmıyordu, gergin bir hava vardı ortalıkta.

 

İki gün önce başlamıştı her şey. Banka müdürü kendisini telefonla aramış, imzaladığı çekin karşılıksız olduğunu bildirmişti. Büyükelçi önce bunun bir yanlışlıktan kaynaklanmış olduğunu düşünmüştü. Bakanlığın gönderdiği kırk beş bin dolarlık ödenek karşılığında henüz ciddi bir masraf yapılmamıştı. Müdüre Büyükelçilik hesabının tekrar kontrol edilmesini rica edip, kaç dolar kaldığını sorduğunda aldığı yanıt karşısında dili tutuldu! Hesapta topu topu 750 Dolar vardı. Bu nasıl olabilir, diye sorduğunda Müdür açıkladı: “Ekselans, bildiğiniz gibi İdari Ataşe Semih Güngör’ün hesaptan nakit para çekme ve çek imzalama yetkisi var. Bu yetkiyi ekselansları yazılı bir beyanla bankamıza ilettiniz.  O tarihten bu yana Senyör Güngör değişik tarihlerde kırk dört bin küsur doları elden çekti. İmzaladığı dekontlar dosyamızda mevcut. Talep edildiği takdirde birer örneğini sunabiliriz.”  O zaman, Semih Bey’in sık sık at yarışlarına gittiğine dair, ancak kendisinin pek üzerinde durmadığı duyumlar aklına gelmiş ve yüzüne kan basmıştı! Onu hemen odasına çağırdığında her zamanki baba oğul sevecenliğinden uzaktı aralarındaki ilişki. Sanki olanları anlamış gibi tutuk ve gergindi Semih Bey. “Şimdi banka müdürü ile görüştüm,” diye söze girdi Büyükelçi. “Hesaptaki paraların tümü çekilmiş.”  Semih Bey’in vereceği yanıtı merak ederek gözlerini onun gözlerine dikti. Semih Bey önce sarardı, anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Sonra kendini toparlayıp: “Beyefendi, siz beni itham mı ediyorsunuz? Böyle bir şeyi kesinlikle reddediyorum. Meslek hayatım boyunca doğruluktan ayrılmadım, adıma leke sürdürmedim. Böyle bir iftira karşısında kendimi savunmaya kararlıyım.” Bu yanıt karşısında Büyükelçi’nin nutku tutuldu ilkin. Bu adam zaman mı kazanmak istiyordu? “Ne iftirası! Ben seni oğlum gibi sevdim, sana güvendim. Hiçbir büyükelçinin yapmadığı bir şey yaptım. Sana çek imzalama, bankadan nakit çekme yetkisi verdim. Elçiliğin bütün parası sıfırlanmış! Hâlâ kalkmış iftira diyorsun. Bankadan bu parayı peyderpey sen çekmedin mi? Müdür imzalı dekontlardan söz ediyor.” Semih Bey kendini iyice toparlamış olmalıydı, bakışları şimdi küstahçaydı. “Ben elçiliğin parasını filan çekmedim,” dedi ve odayı terk etti.

 

İyi ki düzenli olarak tansiyon ilacını alıyordu, yoksa kalp sektesinden gitmesi işten bile değildi. Her şey Semih Bey’in, iki yıl önce Mexico City’ye tayin olmasıyla başlamıştı. Böyle küçük misyonlarda ilişkiler ya çok iyi ya da berbattır. Bu sıkıcı ülkede Büyükelçinin kanı Semih’e kaynayıverdi. Onu sık sık ikametgâhta yemeğe davet ediyordu. Kendisine anlattığına göre Semih’in bundan önceki görev yeri Şili, Santiago Büyükelçiliğiymiş. Orada beş yıl kalmış, bir öğretmen hanımla evlenmiş. İngilizce yanında mükemmel bir İspanyolca da edinmiş. Babası emekli tümgeneralmiş. 12 Eylül darbesinde etkin kişilerden biriymiş. O dönem kapanıp kendisi de emekli olunca bazı sol örgütler babasının peşine düşmüş. Onu ölümle tehdit ediyorlarmış. Babası ülkeyi terk edip yurt dışında yaşamayı düşünmeye başlamış. Semih bunun üzerine anne ve babasına Santiago’ya gelmelerini önermiş. Şili’nin çok uzak ve güvenilir, insanların da dost canlısı olması, onları etkilemiş. Ayrıca ucuz bir ülkeymiş. Orada son günlerini emekli maaşlarıyla huzur içinde geçirebilirlermiş. Bunun üzerine anne ve baba karar verip Santiago’ya göç etmişler. Güzel bir hayatları varmış orada. Ama beş yıl çabucak geçmiş. Semih merkeze dönüp iki yıl kaldıktan sonra yeniden Santiago’ya tayinini istemiş. Çünkü çalışan eşi yanında artık anne ve babası da Santiago’da yaşıyorlarmış. Ama Bakanlığın geleneği aynı misyona ikinci kez tayine elvermiyormuş. Bunun üzerine Semih’i bu kez, İspanyolca bildiğini dikkate alarak, buraya Mexico City’ye yollamışlar. Hiç mutlu değilmiş burada. Çocuğunun hasreti içini yakıyormuş. Aldığı maaşın yarısını eşine yolluyor gerisiyle de geçinmeye çalışıyormuş.

 

Büyükelçi Semih’in babasını hatırlıyordu. Millî Savunma Bakanlığı ile Dışişlerinin müşterek toplantılarında birkaç kez karşılaşmışlardı. Şimdi de çocuğuyla Mexico şehrinde birlikteydiler. Hayat sürprizlerle doluydu gerçekten. Semih’e yakınlık duymuş, güvenmiş, belki de çocukları olmadığından aralarında baba oğul ilişkisine benzer bir yakınlık doğmuştu. Büyükelçi’nin bu son göreviydi; dönüşte emekli olacak ve köşesine çekilecekti. Bu son görevini huzur içinde geçirmek istiyordu. “Bak, Semih,” dedi bir gün. Sana güvenim tam. Eşim ve ben seni oğlumuz gibi görüyoruz. Ben bu hesap kitap işleriyle uğraşmak istemiyorum. Misyonun para işleri sana teslim. Uygun gördüğün şekilde masrafları karşıla. Bankaya da para çekmeye yetkili olduğuna dair bir yazı yazarım.” O günden sonra da para işleriyle pek ilgilenmemişti.

 

Durumu henüz Bakanlığa bildirmemişti. Bu tür konuların GİZLİ-HİZMETE ÖZEL telgrafla iletilmesi gerekirdi ama artık Semih’e asla güvenmiyordu. Bu tür kripto mesajları göndermede tek yetkili oydu. Ama neyse ki, yeni tayin olanlar yarın Mexico City’e varıyorlardı. Gelen açık telgrafla Bakanlık bunu haber vermişti. Atanan İdari Memur Ulvi Kıvanç hakkında duydukları olumluydu, kendisine güvenebilirdi. Müsteşar olarak gelen Alper Kadıoğlu ise başlı başına sorundu. Paraya düşkünlüğüyle tanınırdı. Geçkin yaşına, kalın gözlüklerine, koca göbeğine rağmen kadınlara tutkunluğu onu Bakanlıkta sevilmeyen biri yapmıştı. Üstüne üstlük pek de tembeldi. Masasında işlem görmeden bekleyen dosyalar onu hiç rahatsız etmezdi. Bakanlık uzun bir süredir onu yurt dışına tayin etmiyordu. Etkili bir siyasetçiden torpil yapmış olmalıydı ki bu kez yurt dışına atanmıştı. Başında bu belâ varken Bakanlığın bir de onu buraya yollaması nasıl bir talihti?

 

Kapının tıklamasıyla irkildi. Gelen Başkomiser Nihat Bey’di.  Her zamankinin aksine ona oturması için işaret etmedi, nezaket gösterisi yapamayacak kadar öfkeliydi.

 

“Nihat Bey,” dedi. “Yarın yeni atanan arkadaşlar geliyor, saat 14:00 de. Benim makam aracını alıp onları karşılayın. Daha önce de uygun bir otelde yer ayırtın. Ev bulana kadar otelde kalacaklar. Otel sefarete uzak olmasın, ücreti de makul olsun. Victor’a da söyle onlara düzgün bir emlakçı bulsun.”

 

“Baş üstüne, beyefendi,” dedi Başkomiser.

“Ayrıca, Semih bundan böyle dosyalara ulaşmayacak. Hele kripto odasına asla girmeyecek!”

Başkomiser ’in şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.

“Evet, kripto odası ona yasak! Bahçede dolaşabilir, bekleme salonunda oturabilir. Ama kesinlikle dosyalara, belgelere el sürmeyecek!”

Başkomiser olanlardan hiçbir şey anlamamıştı. Nasıl olur da her şeyden sorumlu olan Semih Bey bundan böyle ofise bile giremeyecekti.

Dışarı çıkmak üzereydi ki Büyükelçi onu durdurdu: “Turgut’a da haber ver. Hemen odama gelsin.”

“Baş üstüne, beyefendi.”

Turgut odaya girince oturması için ona işaret etti. Yüzüne sahte bir sevecenlik ifadesi yerleştirdi.

“Eee, Turgut. Nasıl işler?”

“Çalışıyoruz, Büyükelçim. Bir sorun yok.”

“Kaç yıldır buradasın?”

“On yıl oldu, efendim.”

“Hanımın da Meksikalı. Artık sen buralı olmuşsun.”

“Öyle oldu, beyefendi. Kısmet böyleymiş.

“İki çocuk var, değil mi?”

“Evet, efendim.”

“Gayet güzel İspanyolca da konuşuyorsun. Her konuda yardımcı oluyorsun bize.”

“Rica ederim, efendim. Görevim.”

“Peki çocukların Türkçe biliyorlar mı?”

“Maalesef, beyefendi. Hiç gidemedik memlekete. Uçak biletleri çok pahalı. Mahalli kâtip olarak maaşım da malum. Ailece gidip gelmek yıkım olur bizim için.”

“Haklısın,” dedi Büyükelçi. Sonra birden konuşmanın yönünü değiştirdi: “Gördüğüm kadarıyla Semih ile gayet samimisiniz.”

“Evet, efendim. İyi anlaşırız.”

“Evine de davet eder misin?”

Turgut’a bu uzun diyalog pek tekin gelmedi. Büyükelçi neyin peşindeydi?

“Evet, beyefendi. Bazen yemeğe davet ederiz. O da bizi dışarıda yemeğe götürür.”

“Ne iyi! Dostluk güzel şey. Peki, at yarışlarına da gittiğiniz oldu mu?”

“Hayır, efendim. Benim öyle alışkanlığım yoktur. O yalnız gider.”

“Aferin! Böyle kötü alışkanlıklar edinme. Bak, Semih oraya para yetiştirmek için sefaretin ödeneğini bitirdi.”

Turgut’un sapsarı olduğunu fark etti Büyükelçi. “Ve sen,” dedi “devletin parası çalınırken kılını bile kıpırdatmadın! Olanları haber vermedin. Sen Büyükelçi’ye mi bağlısın yoksa Semih’e mi?”

“Benim bir şeyden haberim yok, sayın Büyükelçim,” diye kekeledi Turgut.

“Buna inanmamı bekleme,” diye gürledi Büyükelçi. Senin ne kadar gözü açık biri olduğunu bilmez miyim? Haberin yok ha! Bu sefarette uçan sineği bile bilirsin sen. Şimdiden haber veriyorum. Kendine iş ara!”

“Büyükelçim,” diye fırladı ayağa Turgut. “Acıyın bana. Çocuklarım var.”

“Semih sana iş bulur,” diye dişlerinin arasından fısıldadı Büyükelçi ve ona kapıyı gösterdi.

 

Şu yaşta bu başıma gelenler nedir, diye içinden geçirdi Büyükelçi. Kırk yıl kadar bu bakanlığa hizmet etmiş, müsteşar yardımcılığına kadar yükselmişti. Çocukları olmadığı için kendini işine vermişti. Bakanlıkta bir itibarı, bir ağırlığı vardı. Bu olanları Bakanlığa nasıl bildirecekti?  Olanların bir açıklaması yoktu. Kançılaryanın bütün ödeneğini bir piç kurusuna emanet etmiş o da paraların dibine darı ekmişti. Gönderdiği raporu okuyan yetkililer kendisine acıyacaklar mıydı, yoksa bıyık altından gülümseyecekler miydi? Zengin bir adam sayılmazdı; bu kadar hizmet karşılığında Ankara’nın iyi bir semtinde şık bir apartman dairesi bir de Bodrum’da bir yazlığı vardı. Burada biriktireceği bir miktar parayla da emekliliğini rahat, huzur içinde geçirmeyi planlıyordu. Bu kırk dört bin lirayı şimdi nasıl ödeyecekti? Bankadan kredi almaktan başka bir çare göremiyordu, krediyi de on taksitte ödeyebilirdi. O zamana kadar da görev süresi biter beş kuruşsuz Ankara’ya dönüp emekli olurdu. Makam odasından bahçeye bir göz attı. Semih aşağıda dolanıp duruyordu. Başkomiser onunla konuşmuştu demek ki.  Bu gençler neden böyle doyumsuz oluyordu? Aldığın maaş yetmiyor muydu sana? Elçiliğin parasıyla at yarışlarında zengin olup sonra da parayı yerine koyacaktın, öyle mi? Sana bu akılları kim verdi, çocuk? Şeytan mı üfledi?  Yeni gelenlerin yerleşmek için normalde on beş gün mehil müddetleri vardı. Onların hemen işe başlamalarını buyuracaktı, çünkü şartlar hiç de normal değildi. Bir de bunları usulen akşam yemeğine davet etmeliydi. Hiç içinden gelmiyordu bu. Hele müsteşarın gevezeliklerine hiç katlanamazdı. Adam bir söz ustasıydı, çapkınlığıyla da ün salmıştı. Bir de tabii dillere destan olan para düşkünlüğü vardı. Allah’ım, sen bana sabır ver!

 

Müsteşar, büyükelçinin otele gönderdiği makam aracıyla Kançılarya ’ya geldiğinde önce makam odasını görmek istedi. Sıradan bir odaydı bu; bir ahşap masa, bir makam koltuğu ve iki deri koltuk. Bir de bir etajer ve raflarında birkaç klasör ve kitaplar vardı.  Büyükelçilikte ikinci adam için bu odayı pek sönük buldu. Aslında burada ikinci adam olmaktansa Avrupa’da bir başkonsolosluğa başkonsolos olarak atanmayı tercih ederdi. O zaman kimsenin ağzının kokusunu çekmez, konsolosluğu istediği gibi yönetir, ödeneği de gönlünce harcayabilirdi. Mexico City’e yalnız gelmişti. Karısıyla uzun zamandır ilişkileri limoniydi. Kızı da annesine uymuş kendisiyle konuşmuyordu. İşte insanoğlu böyle nankördü. Onu en iyi okullarda okutmuş, bir dediğini iki etmemişti. Şimdi iyi bir iş sahibi olup kendi hayatını kurunca dönüp babasının yüzüne bile bakmıyordu. Öyle olsun! Burası bir Avrupa ülkesi olmasa da para ve mevki sahibi olunca insan herhalde sıkılmaz. Yerli kadınlar iri yarı ve ablak suratlıydı ama İspanyol kökenliler sarı saçları, ince belleriyle hemen dikkatini çekmişti.

 

Odasından çıktı, İdari Ataşe Ulvi Bey’i de yanına alarak Büyükelçinin odasına girdi. Büyükelçi kahvesini içiyordu, elinde sigara olmadığı için sigara kullanmadığını tahmin etti.

 

“Günaydın, sayın Büyükelçim,” diye söze girişti. “Nasılsınız? Emirleriniz üzerine hemen göreve başladık. Artık fırsat buldukça kiralık ev konusuyla ilgileniriz, efendim.”

 

“Hoş geldiniz,” dedi Büyükelçi soğukça. “Belki fark etmişsinizdir, bazı sorunlarla uğraşıyoruz. İdari Ataşe Semih bütün ödenekleri yiyip bitirmiş. Bugün durumu Bakanlığa rapor edeceğim. Telgraf metnini hazırladım. Ulvi Bey siz hemen kripto çekin. Alper Bey, ben Semih Bey’in kripto odasına girmesini yasakladım. Buna siz de dikkat edin, dosyaları da karıştırmasın.”

 

Müsteşar Alper Bey Büyükelçinin odasından canı sıkkın çıktı. Büyükelçi kendisine sıcak bir kabul göstermediği gibi bir kahve bile ısmarlamamıştı. Sinirlendi. Victor’a bağırdı: “Semih Bey odama gelsin!”

 

Semih odaya girdiği zaman Müsteşar onu şöyle bir süzdü. Uzunca boylu, yüzünde çiçek döküntüsüne benzer bir yara izi, bir dişi de düşmüş, inplantın vidası görünüyor. Belli ki parasızlıktan dişçiye gidemiyor.

 

“Ben buraya müsteşar olarak atandım, ikinci adam yani. Anlat bakalım ne haltlar yedin?” diye gürledi.

Semih gayet sakindi. “Ne yapmışım?”

“Pişkin pişkin de konuşuyor. Ödenekleri yiyip bitirmişsin.”

 

Bunun üzerine Semih döndü, kapıyı kapadı. Sonra Müsteşarın burnuna kadar sokulup: “Ulan, ibne! Senin ne bok olduğunu bilmeyen mi var? Ben zaten batmışım. Bana bulaşma, ağzını burnunu kırarım senin!”

 

Sonra sakince odadan çıktı. Müsteşar allak bullak olmuştu.  Otelde olanları Ulvi Bey’e anlatırken korkudan hâlâ titriyordu. “Bu İdari Ataşe değil, bildiğin mafya!” diyordu.

 

Ertesi gün Büyükelçi Ulvi Bey’i odasına çağırıp eline yeni bir metin verdi. “Bunu da kapatıp Bakanlığa gönder, lütfen. Ayrıca seni Bakanlıktan soruşturdum. Hakkında olumlu şeyler duydum. Burada kimseye güvenmiyorum. Bakanlığa gönderdiğim kripto telgrafların içeriğinden Müsteşar dahil kimsenin haberi olmamalı,” dedi. Telgraf metninde Bakanlığa hizmet ettiği uzun yılların sonunda bu tür bir olaya neden olduğu için büyük üzüntü duyduğunu, hiçbir bahane üretmeden sorumluluğu tamamen kabul ettiğini, ödeneği son kuruşuna kadar en kısa zamanda yerine koyacağını söylüyordu. Telgrafın sonunda ise, Bakanlığın takdirini saygıyla karşılamakla birlikte, para konusunda mimli olan Alper Kadıoğlu gibi birinin Müsteşar olarak atanmasından duyduğu rahatsızlığı dile getiriyordu. “Böyle bir sorunla baş etmeye çalışırken yanımda güvenilir birini görmeyi çok arzu ederdim,” diyerek Bakanlığa serzenişte bulunuyordu.

 

O gün Müsteşar Büyükelçinin odasına girdi, teklifsiz bir tavırla koltuğa oturdu. “Sayın Büyükelçim, geçen gün Semih’i odama çağırıp hesap sordum. Birtakım açıklamalar yapacağını beklerken bana küstahça cevaplar verdi. Sanırım onunla bu sefarette beraber çalışma olanağı yok. Zat-ı aliniz de aynı fikirdeyseniz onun merkeze alınması konusunda Bakanlığa bir telgraf çekebiliriz.”

 

Büyükelçi söylenenleri duymamış gibi pencereden dışarı bakıyordu.

“Sonra tabii Bakanlık da onun aleyhine adli soruşturma başlatır.”

 

Büyükelçi yüzünü pencereden döndü ve Müsteşara baktı. “Bunu ben de düşünüyorum,” dedi. “Ama Merkez’e döneceğinden kuşkuluyum. Şili’ye kaçacaktır, uçak parası bulmaya çalışıyordur.”

 

“Adam tam bir haydut,” diye devam etti Müsteşar. “Beni de tehdit etti. Bu sefarette çalışması artık sakıncalı. Siz hiç endişe etmeyin, onun yaptığı işleri de üzerime ben alırım. Para pul işleriyle zât-ı âlinizi meşgul etmem. Bunun için bankaya bir talimat göndermeniz yeterli.”

 

Büyükelçinin yüzü birden sarardı, bir şey söylemek istedi ama boğazından ses çıkmadı. Sonra yüzüne kan bastığını hissetti. Sabah tansiyon ilacını almış mıydı? Bağırmak istiyor ama bunu başaramıyordu. Müsteşara kapıyı işaret etti. Müsteşar telaşla odayı terk etti.

 

Geçenlerde televizyonda seyrettiği bir belgesel gözünün önüne geldi. Bir çakal bir antilobu bacağından yakalamış bırakmıyordu.  Çakal o güçlü çenesiyle antilobun kemiğini kırıp onu yere yatırdı. Sonra hemen pençesiyle hayvanın karnını yarıp başını karnına gömdü. İç organlarını yiyordu. Antilop çaresiz onu seyrediyordu. Saniye saniye ölüme yaklaşıyordu. Sonra birden vücudunda alarm zilleri çaldı sanki. Ayağa fırladı, çakal hemen geri çekildi. Antilop boynuzlarını ileri uzattı, kendini korumaya kararlıydı. Ama kanlı bağırsakları yere kadar sarkıyordu. Çakal hiç acele etmiyordu, zaman ondan yanaydı çünkü. Bu sırada bir başka yönden başka bir çakal göründü. İki yönden saldırdılar. Ve her şey bitti!

 

Bu antilop kendisiydi! Çakallar iki yönden saldırıya geçmişlerdi. Yaşlı, hasta bir insandı. Bu kötülere nasıl karşı koyacaktı? Boğulacak gibiydi. Derin bir nefes aldı. Sonra var gücüyle haykırdı: “Çakallaaar! Eşşoğlu eşşekleeer!”

 

Müsteşar, Ulvi Bey’e bir şeyler anlatıyordu. Bağırtıları duyunca bir adım geriye sıçradı. “Eyvah,” dedi. “Büyükelçi çıldırdı!”