Çam Ağacı
Öykü

Çam Ağacı

Mustafa Seyfi

Yağmur yağdığı zaman dünyada benden mutlusu yok. Çünkü sen bir çam ağacısın. Dikenlerin var, huysuz ve yeşil. Sakalların gibi. Sakalların son yıllara kadar simsiyahtı, sonra beyazladı. Ama diken gibiydi gene. Ne diyordum? Sen bir çam ağacısın. Arada adını bilmediğim kuşlar konuyor dallarına, arılar konuyor, rüzgâr hışırdıyor tellerinde. Diğer ağaçlar gibi uzun gölgen olmasa da suyuna gidince altında nefeslenmeme müsaade edersin ara sıra. Varırım yamacına, bir dağ başındasın, kıyından incecik bir dere geçer. O dere altı ay kurudur, altı ay yağmurlu. Senin elli altı yılının kaçı bozkırdı, kaçı yağmurlu, öğrenemedim.

 

Gittiğim gibi elini öpüp başıma korum, buz gibidir ellerin. Konuşurum, susarsın. Anlatırım, susarsın. Baktım bitmez bu suskunluk, ben de vazgeçtim sonra uzun uzun anlatmaktan. İnsanın böyle bir çam ağacına benzemesi lazım zaten. Hele otuzunu geçtiyse. Hele yol boyu bir ömür alacakaranlık sürecek gibiyse. Senle ya da benle alakası yok bu durumun ey çam ağacı; hayat hepimizden büyüktür ne de olsa. Bak; ben de suskunum şimdi, kalıtsal bir inatla sen ve ben birbirimizin suskunluğunu dinliyoruz.

 

İnsanoğlu tanrıyı en çok yağmur yağdığında hissediyormuş. Yahut bana öyle geliyor. Çünkü yağmur yağdığı zaman sen ferahlıyorsun çam ağacı, biliyorum. Sanki yağmuru ben yağdırmışım gibi kıvanç doluyor kalbime. Kendimi işe yarar bir adam sayıyorum. Ya da cennetten kovulmuş bir melek, meteoroloji işleriyle meşgul olan, Mikail miydi neydi. Neyse işte. Din hocasının ortaokulda ezberlettiklerinden sonra hafızama hiç dua sokmadığımdan, ellerimi açıp dudaklarımı kıpırdatarak bir şeyler de mırıldanmıyorum senin huzuruna vardığımda. Hem öyle yapsam sen de kızarsın, biliyorum. Çünkü ağaçlar Müslüman değil. Ve sen de bir çam ağacısın.

 

Hepimizin laneti bu; dünyada aşağı yukarı bir yetmiş yıl eskiyip çürümek ve sonra toprağa gömülmek. Toprak kirlenmiyor mu bu kadar kiri basınca bağrına? Bilmiyorum. Cevabını bilmediğim soruların sayısı yüz bindi, senden sonra milyon oldu çam ağacı. Hem sen ne diye yetmiş yıl bile durmadın aramızda? Bir bebek gıdısı, aynada dökülmüş bir tutam beyaz saç, hastane koridorlarında ilaç kokusu… Hiçbiri görmeden, yaşamadan, beklemeden… Sahiden bu kadar mı yorulmuştun, bu kadar mı bıkmıştın bizden?

 

Bazen hiç uyanmak istemediğim rüyalar görüyorum seninle. Hiç kurtulmak istemeyeceğim bir uçurum hissi. Elimi tutuyorsun, kızıyorsun sarsaklığıma eskiden olduğu gibi. Sana diyorum ki içimden, ey çam ağacı elimi bırakabilirsin. Buradan sonraki uçurum tanıdık. Gökyüzünde doğum lekesi gibi bir bulut. Buradan sonraki gökyüzü de tanıdık. Hayat yeni bir şey sunmuyor bana, bize… Sen olsaydın da değişmeyecekti bir şey, biliyorum. Gene de bir çiçek atıyor içimde. O kadar çok kötü insan tanıdım ki, iyi olanları ayırt edebilmek su içmek kadar basit bir şey oldu artık. Ben de tanıyorum artık hayatı, ambalajının ne boktan bir renk olduğunu biliyorum. Elimi tutma çam ağacı, yoksa sen de düşeceksin. Beni düşünme. Beni düşünme ki sen de düşme, diyorum. İkimiz de düşüyoruz, ben uyanıyorum. Yarım kalmış bir uçurumun hasretiyle geriniyor bedenim. Sen olsaydın da ben bir uçurumdan düşseydim diye bir türküye tutunuyor kalbim.

 

Sen bir çam ağacısın, kökünden yüz binlerce börtü böceğin beslendiği. Dallarında dikenler, dikenlerde güneşin süzdüğü sapsarı bir hayatın z raporu. Peş peşe gelir rüzgârın taşıdığı toz, doğa gelin eder çiçekleri, arılar polen taşır çocuk misali bir yerden bir yere.

 

On küsur yıldır taşıdığım ölü toprağını, senin üzerine serptim ve geri geldim sevgili çam ağacı. Gene de geçmedi ruhuma yerleşmiş o tarifsiz tiksinti. Nefes almanın, 21. yüzyıl adını verdikleri sirkte bir gösteri hayvanı olmanın, hatta bütünü palavra bir tarihin parçası olmanın tiksintisi… Birey olmanın ilk şartı yalnızlık çam ağacı, ama mutsuz olmanın da. Konuyu dağıtıyorum her zamanki gibi. Acıyı durdurmuyor hiçbir ilaç, yalnızca unutma alışkanlığı kazandırıyor insana. Bu kadar benzediğimiz için kırdık birbirimizi böyle, bunu unutamadım. Aynadaki yansımasından korkan iki vahşi hayvandık ikimiz.

 

Sen bir işportacıydın çam ağacı. Senin yüzünden sevmiyorum zabıtaları, adı kolluk olan bütün kuvvetleri. Yirmi beş yıl bir sokağın köşesinde, önce kömürcü sonra süpermarket olan bir binanın dibinde, sokağın köşesi olmuştun. Senin durduğun yerden biçimlendi yerini beğenmeyen bir fidan gibi hayata karşı eğri duruşum. Şimdi senin sokağından geçiyorum. O sokak geçiyor içimden. Binlerce çıkmaz sokak, o sokak olup geçiyor içimden. Durup bakıyorum yine, sıcakta soğukta, aha tam şuracıkta, sokağın köşesi olmuş senin hayalına. Senin durduğun köşe; hayatı karşına aldığın nokta: Nefret ediyorum şimdi parlatılmış bütün bu haksızlık çağından. Çoğu şey eskisi gibi değil çam ağacı, ben de eskisi gibi değilim. Yaşlanıyorum, yorgunum. Yeni bir ölüme kadar, hayat bizi nerede sınayacak diye bekliyorum. Tek yaptığım; üzerimden silindirli gibi geçen zamanı durup izlemek, onun hakkında konuşup yorumlar getirmek, nasıl yenildiğimi anlatmak…

 

Sözlerime son vermem gerek artık, gene o beyaz mermer ülkesine yaklaşıyorum. Bulutun dokuduğu yağmur iniyor yere. İçimde cennetten tazminatsız kovulmuş işsiz bir melek sevinci. Arabadan iniyorum. Babamın mezarı başındayım: Babam bir çam ağacı. Köküne, gövdesine, yapraklarına sızıyor yağmur damlaları. Babam, mezarının yanı başına diktiğimiz o dikenli çam ağacı. Burada sonunu bulup kâinata kavuştu ve sonsuz oldu babam.

 

Baba, sen bir çam ağacısın artık: Var ol, devrin daim olsun.