Levent de hayatı takvimleştirerek yaşayanlardan biriydi. Her yanlışında kendine o kadar kızıyordu ki hataya düşecek gibi olduğunda onu vazgeçirecek bir alarm sistemi geliştirmişti. Alarm ötüyordu. Sabah altıyı çeyrek geçiyor olsa gerek. Gri havanın bir cilvesi olan yağmurun sesine uzunca eşlik etti alarm. Levent uzun zamandır yapmadığı bir şeyi yapıyordu, uyanmıyordu. Belki de az kalsın uyanıyordu.
Güneşte bakınca rengi değişmeyen gözlerini açtı. Bir müddet öylece tavanı izledi, hareket etmedi. Alarm çalmaya devam ediyordu. Levent’in kalkmak isteyip istemediğini düşünecek kadar vakti yoktu, neden yorulmuş muydu acaba? Hemen üzerindeki örtüden kurtuldu. Bir müddet üstü açık bir şekilde tavanı izledi. Doğrulup ayağa kalktı, alarmı susturdu. Saate baktı, morali hepten bozulmuştu. Daha yaşamadan bugünü hiç sevmeyeceğine kanaat getirdi. Nereden çıkmıştı bu Allah’ın cezası yağmur şimdi! Keşke dün değil de bugün evden çalışsalardı. Yok yok onun şanssızlığıydı bu! Tüm bunları mutfakta ayakta atıştırırken düşündü. Sadece düşünmek birkaç yıldır pek yapmadığı şeydi.
Bugün günlerden çarşamba geçen cuma giydiği takım elbiseyi giysindi. Çılgınlar gibi kullanmak istediği yeni ayakkabısı çamur olmasın diye eski pabuçları dolaptan çıkarsındı. Saçlarını her zamanki gibi öne doğru tarasındı. Aynaya baktığında tek gördüğü yaşlandığı olsundu. Evrak çantası da tamam. Aman ha! Evde bir şey unutmasın, kendisini mümkünse unutsun.
Kapıyı sertçe arkasından çekti. Bir altı bir üstü kilitledi, alt komşuları rahatsız edebilecek adımlarla merdivenlerden indi. Apartmandan çıkmadan şemsiyesini unuttuğunu fark etti, gerisin geriye döndü. Baş döndürücü bir hızla kata çıktı. Kapının kilidini söylenerek açtı. Eve ayakkabıyla girmemek için bağcıklarını söker gibi çözdü. Şemsiyeyi alıp geldi, ayakkabılarını bağlarken elleri titriyordu. Kesin geç kalmıştı, kesin. Kapıyı kilitledi sonra döndü tekrar kilitleyip kilitlemediğini kontrol etti. Korkunun palazlanıp daha da büyüttüğü tek şey yine başka bir korkuydu, bu ne titretici ihtişam.
Sokağa çıktığı gibi siyah şemsiyesini açtı, başka renk olacak hali yoktu ya! Yolu kaç dakikada gideceğini düşünürken etrafına zaten pek bakmıyordu. Her gün gördüğü sokağı bir gün daha görmenin heyecanı boştu. Islanmayacak kadar içerde hissedince yürüyen merdivenlerde şemsiyesini kapattı, katladı. Şu hale bak, elleri nasıl da ıslanmıştı. Yüzünü buruşturarak aşağıya indi. Son yürüyen merdivene gelmişti ki bir koşuşturma olduğunu gördü, tren geliyordu. Levent çok işe yaramayan cinsten bir hızla yetişmeye çalışıyordu. Normalde yapmayacağı, yapan birini görse yüzünü ekşiteceği ne varsa şimdi onu yapıyordu. Kalabalığı ite kaka yarıp trenin kapısına varacak kadar küçülmüştü. Kapanmasın istedi, panikle elindeki siyah şemsiyeyi kapıların arasına soktu. Kapının açılmasını umarak o an elini de sokabilirdi ama bereket versin ihtiyatlı bir adamdı. Eğer bu treni kaçırırsa diğer tren dört koca dakika sonra gelecekti. Aktarma yapacağı öteki treni düşündü, yedi dakika da oradan kaybetse toplam on bir dakika gecikecekti. Bu ne kötü bir sabahtı böyle ve o kapılar açılmadı.
Levent yetişmeyi umduğu vagonun içini seyrederken siyah şemsiyenin kapıya sıkışmasına şahitlik etti. Hemen şemsiyeyi geri çekmeye çalıştı, olmuyordu. Şemsiye sanki yerini bulmuş yapboz parçası gibi tık diye oturmuştu kapı aralığına, iyice bir yerleşmişti. Levent şemsiyeyi tutup çekmeye çalıştıysa da nafile, durum daha vahim bir hal aldı. O söylenmeye, kızıp bağırmaya başladıkça etraftaki insanlar, ondan geriye bir adım attılar. Levent boşlukla boyanmış bir daire içindeydi. İnsanlar bakışlarıyla onu küçük küçücük ettiler. Elleri o kadar küçülmüştü ki şemsiyeyi artık kavrayamıyordu ya da bir dakika, tren hareket mi ediyordu? Gidebileceği yere kadar sıkışmış siyah şemsiyenin peşinden koştu Levent. Ama şemsiye, tren tamamen hızlanıp diğer durağa doğru yola çıkınca önce duvara sonra tünele çarpa çarpa kırıldı, un ufak oldu. Kırılırken o kadar büyük bir ses çıkardı ki insanlar kulaklarını elleriyle kapattılar. Hem geç kalan hem de artık bir şemsiyesi olmayan Levent, hayatla olan kavgasını sürdürüyordu. Doğrusu nerelerden geçmişti be! Ama bu kapıdan geçememişti işte. Üzerine, çok ağlanmış bir gecenin sabahında yaşanan ferahlıktan çöktü. Nasılsa o bir yolunu bulur, evhamlarıyla bu ferahlığı da kuruturdu. Belliydi artık geç kalmıştı ve yağmur dinmezse ıslanacaktı, bunu kabullenirken başka tren geldi çattı.
Öylece dikildiği yerde aklından neler geçiyordu. Kapanmak üzere olan kapıları elimizdeki siyah şemsiyeyle zorlamamalı mıyız? Böyle sorulara gerek yoktu. Levent, Levent’e gidiyordu tamam ama bu bir içe yolculuk değildi, şu dördüncü olanaydı, hani plaza ve iş merkezleriyle doldurulan. Bunları kendini bilen birine sormak lazımdı, Levent ancak kaçta uyanması gerektiğini biliyordu. Ah! Altıda uyanmış olsaydı keşke.
Tren, metro duraklarında durdukça Levent’in yüreği hopluyordu. Durması gereken her bir noktada haddinden fazla bekliyormuş gibi oluyordu. Bir iki durağı atlayıp geçsek diye içinden geçirip durdu. Her binen yolcuyu şöyle bir süzüyor, rahatsız edici bakışlarını devirerek başka yana çekiyordu. Sanki herkes ona kırılan siyah şemsiyesini hatırlatıyordu.
İneceği yere iki durak kala kapıya iyice bir sokuldu. İnsanların trene binmesini zorlaştıracak denli ortada duruyordu. Hazırdı, inmeye hazır! İner inmez koşar adım yürüyen merdivene, oradan aktarma akbil basmaya. Nihayet trenin kapısı açıldı, perona ilk ayak basan bilin bakalım kim olmuştu? Levent trene o kadar önce binmişti ki boş koltuklar arasında afalladı nereye oturacağını şaşırdı, oturduğu yerden kalktı bir başka yere oturdu. Ne fark edecekse, nereye otursa ait hissetmiyor, rahat edemiyordu nasıl olsa.
Uyumak için koyun sayar gibi inmek için dakikaları sayıyordu. En sonunda dikkatini bir kadının elindeki şemsiyeye verebildi. Kırılan şemsiyesinin aynısı olduğuna oracıkta yemin edebilirdi. Tam o esnada fazla düzgün telaffuzlu bir kadın sesi, ineceği durağın adını haykırdı. Sanki adını seslenmişler gibi kalktı yerinden. Kalkması için gün sayan biri hemen oturdu Levent’in yerine. Doğrusunu isterseniz boşlukları sevmeyen yalnızca doğa değildi.
Levent metro istasyonundan çıkarken yağmur daha da bastırdı. Gözlerini kısarak yürümeye başlayan Levent, garip bir duyguya kapıldı. Tıpkı denizin yüzeyine dokunanların çıkardığı halkalar gibi içinde birtakım duygular dalgalanıyordu. Yüzünü hafif ama çok hafif göğe kaldırdı, bu onu rahatlattı. Adını unuttuğu için seslenemediği tanıdık misali duygularına yabancıydı. Şuradaki dükkâna girip bir şemsiye alarak bu acı verici adi oyunu hemen sonlandırabilirdi. Yok, hayır! Şemsiyesi varmış da açmamış gibi bir izlenim yaratmak istemiyordu. Ne yaptığını ve yapacağını insanlara göre şekillendirmeye alışmıştı. Bir şeyi yapmak üzereyken ona baksalar el çabukluğuyla başka şey yapmaya başlardı, aynı sihirbaz gibi. Şemsiye almak için değil belki ama fırına girmek niyetiyle durdu. Her gün poğaça yemesi gerekiyordu, yani o öyle zannediyordu en azından. Günaydın dedi, normalde hiç oralı olmadan biri otlu ev yapımı diğeri patatesli poğaça uzatan adam, bu sefer gülümsedi. Levent’e dışarıyı göstererek birden hızlandı, dedi. Levent de evet anlamında kafa salladı, dudağının ucunda yerlere döküldü dökülecek bir gülümseme vardı. Parayı uzatıp alelacele çıktı.
Ne oluyordu? Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Sanki manavın biri, Levent’in sabahına içi geçmiş marullara yaptığı gibi canlansın isteyerek aniden su serpmişti. Levent yaşadıklarını gözünde büyütürken, ki bu az yaşamaktan kaynaklı bir hastalıktır, az kalsın arabayı beklemeden karşıya geçecekti. Durdu, durduysa da sürücü eliyle geç yaptı, Levent’e yol vermişti. Levent geçmeyip öylece bekliyordu. Sürücü tekrar ve tekrar eliyle geç işareti yaptı. Levent bu sefer geçti. Tam bunu da büyütecek sonra düşünecekti ki geç kaldığı aklına geldi, koşar gibi yürümüyordu. Artık koşuyordu. Ayakları her yere vurduğunda çıp çıp sesleri çıkarıyordu.
Kendini zor bela içeri attı. Danışmadaki kız, iş arkadaşıyla konuşuyordu, Levent’e pek dikkat etmediler. Levent ilk kez günaydın demelerini beklemişti, bu saçma beklentiden derhal kurtuldu. Asansörün düğmesine bastı. Peşinden gelen birkaç kişi daha vardı, onlar da asansörü beklemeye başlamıştı. Tek geç kalanın kendisi olmadığına emindi fakat ara ara gülüşme ve fısıldaşmalar duysa da arkasındakilerin kim olduğunu çıkaramadı. Herkes asansöre doluştu, en yakın parmak kat numarasının yazılı olduğu tuşa dokundu. Nuray, Levent’e ilk defa bu kadar çok, toplam iki buçuk kere bakmıştı. Biri kartını okuttu, kapı açılınca ofise hep beraber girdiler. Levent, ekip arkadaşlarının olduğu masaya ilerledi.
Tam tahmin ettiği gibi hepsi vaktinde gelmişti. Bir gün bile gecikmeden hep vaktinde geliyorlardı. Bilgisayardan gözünü çeken, onun yağmurda ıslanmış haline kayıtsız kalamıyordu. Levent de ilk defa bu kadar konuşkandı. Sabah başından geçenleri bir bir anlattı. O aslında neden geç kaldığını açıklamak için anlatmıştı, onlar eğlenceli buldukları için güldüler. Levent o gün her zamankinden daha az kahve içti, oldukça enerjikti.
İşlerini hallederken tuhaf bir biçimde keyifli hissediyordu. Bu hissin yoğunlaştığı anlarda işlerin son teslim tarihlerine bakarak kendini sakinleştirdi. Keyiflilik hali onu tedirgin ediyordu. Takvimine bakarken Aslı’ya olan sözünü anımsadı. Anımsamadı aslında oraya yazmıştı işte, not almıştı, unutması zaten imkansızdı. Gözleri zamanla onun hem aklı hem de kulağı ve burnu olmuştu. Havanın güzel olduğu bir gün gideriz diye mırıldandı. Hoş bağırsa da kimse onu duyamazdı, masadaki herkeste kulaklık vardı.
Yarım saat geç çıktı işten, yağmur dinmişti. Bunun için üzülüyor olamazdı canım. Düşüncesine tahammül edemediği için üzerinde şemsirella yazılı bir pankart olan kutudan, eline ilk gelen şemsiyeyi satın aldı. Hepsi aynıydı zaten, neyine bakacaktı. Şemsiyenin bir rengi yoktu, şeffaftı. Levent yağmurun nasıl yağdığını görebilecek ama yağmurda ıslanmayacaktı, kafasına koymuştu. O gece birkaç yedek alarm daha kurdu.