Çirkin Beton Bina*
Öykü

Çirkin Beton Bina*

Zeynep Ebla Ceylan

Önlerindeki çift şeritli yol tıkanmıştı. Trafik ışıkları yüzünden gidemeyen otobüse sığmaya çalışan ıslak insanlar birbirini ittiriyordu. Kadınlar, aralarında mesafe bırakmayan adamlara öfkeli bakıyor, erkeklerse – bir kısmı diyelim – şartların oluşturduğu bu fırsattan yararlanmanın keyfini çıkarıyordu, sabahın köründe.

 

“Birer çay daha söyleyelim mi?”

Başıyla onay verdi kadın.

“İki çay, biri çok demli olmasın,” diye seslendi adam çay ocağına doğru.

 

Çaycı bir kısmını tabaklarına döktüğü çayları getirdi. Açık olanı hiç sormadan kadının önüne bıraktı. Yeşil yanınca ilerlemeye başlayan otobüsün arkasındaki büyük beton bina bütün çirkinliğiyle bir kez daha önlerinde belirdi. Memurlar, işçiler yağan pis yağmurdan yüzlerini gizleyerek başları önlerinde, hızlı adımlarla binaya giriyordu. Tedbiri elden bırakmayanlar kapıya gelince kapadıkları şemsiyelerini sallayıp ıslanmayan başları dik geçiyordu güvenlikten. Adam tabaklarını cam kenarındaki fesleğen saksısına döktüğü çay bardaklarını değiştirdi. Bardağına dört küp şeker atıp karıştırmaya başladı. Karşıdaki binaya bakıyordu. Kadın tiksinerek bardağın içinde hızla dönen kaşığa baktı.

 

“Erimiştir artık.”

“Dalmışım,” dedi adam ve kaşığı kenara koyup çayından içti. “Acımış sanki.”

Duymazdan geldi kadın. Ayağa kalkıp çay bardağını aldı.

 

“Sigara içeceğim,” dedi ve cam kapıyı açıp pastanenin önüne çıktı. Adam kadını izledi, bardağı boş ıslak masaya bırakışını, mantosunun cebinden Parlament paketini çıkarışını, uzun beyaz sigarayı dudağına götürüşünü, çakmağı yakarken gözünü kapayışını. Ve üflediği dumanın arkasında daha da griye boyanan büyük beton binayı. Çayını bitirip masaya bıraktığı anda çaycı bitiverdi dibinde.

 

“Yarım saat var daha açılmasına. Kahve yapayım mı?”

“Olur,” dedi adam. “Bir sade, bir şekerli. Sade olan duble olsun.”

 

Kadının yanına çıktı. Önünde ambulans, polis arabası ve resmi araçların olduğu binanın güvenlik girişinde birikmeye başlayan insanlara baktı uzun uzun.

 

“Hiç bu kadar çirkin bina görmemiştim,” dedi.

“Görmüşsündür,” dedi kadın.

“Görmemiş olabilirim. Senin gördüğümü düşünmen hiçbir şey kanıtlamaz.”

 

Kadın da gözünü binadan ayırmadan bitirdiği sigarasını söndürdü kültablasında, parmaklarının ucuyla ezdi, ezdi.

 

“Üşüyeceksin burada. İçeri girelim. Kahve söyledim.”

 

Cevap vermeden döndü kadın pastaneye doğru. Camekandaki Arapça yazıya baktı. “Ne yazıyor acaba?” dedi kendi duyacağı bir sesle.

 

“Başındaki kaf harfi. Kahvedir muhtemelen.”

 

Oturmalarıyla çaycı elinde fincanlarla göründü. Şekerli olanı hiç sormadan kadının önüne bıraktı. Adam fincanları değiştirirken kadının yüzüğünü çeviriyordu.

 

“Yapmak zorunda değiliz.”

“Zorundayız,” dedi kadın.

“Hesabı ödeyip çıkıp gidebiliriz.”

“O binaya gireceğiz.”

“Yarın Hindistan’a gidiyorum.”

“Orada görmüşsündür işte bu kadar çirkin bir binayı. Önceki gidişinde. Ya da Rusya’da belki.” Telefonunu çıkardı çantasından. Elektronik postaları incelemeye koyuldu.

“Sen de gelebilirsin benle. Önceden de gelebilirdin.”

“Peki sonrasında ne yapacağız?”

“Sonrasında her şey çok güzel olacak. Tıpkı üniversitedeki gibi.”

“Eğer senle gelirsem yine her şey eskisi gibi olacak ve beni yine eskisi gibi seveceksin, öyle mi?”

“Seni sevmediğimi düşünmen hiçbir şeyi kanıtlamaz.”

“Benden nasıl böyle bir şey isteyebiliyorsun?”

“Çünkü bizi yoran, ilişkimizi bozan bu.”

Adamın işaret ettiği telefonunu kapayıp çantasına koydu kadın. Çantanın içindeki şeffaf dosyayı çıkarıp içindeki kağıtları kontrol etti.

“Böyle daha mı iyi hissedeceksin kendini?”

“Ben zaten iyiyim.”

Duraktaki otobüs binayı kapamıştı yine. Mesaiye geç kalan memurlar birbirini itekleyerek inmeye, inenler koşturarak karşıya geçmeye çalışıyordu.

“Hesabı öde de kalkalım. Saat dokuz oldu.”

 

* Ernest Hemingway’in Beyaz Fillere Benzeyen Tepeler öyküsünden esinle.