Kaçak Yazarlar
- 12 Eylül 2024
Tek kılavuzum belleğim; değirmeni arıyorum. Aracımla da gelebilirdim ama tam olarak nerede arayacağımı bilemiyordum ki! Sanki kıvrımlı bir bayırdan inmem, sapa bir yerlere, gediklere girmem gerekecekti, nasıl yapardım o zaman? En iyisi bisiklet dedim. Buldum bir dostumdan. Yıllardır bindiğim yoktu, hani bisiklete binmek unutulmaz derler ya, doğru mu doğru bir söz o. Ben de atladığım gibi pedala bastım.
Bir iki gün önce birilerine, daha doğrusu kentin eskicelerine (daha eskiceleri sizlere ömür) sordum, ne anımsayabilen vardı ne de yerini yolunu tanımlayabilecek! Kimisi:
“Değirmen mi? Ne değirmeni yahu? Yanılmayasın sakın?” gibi umut kırıcı sorular sorsa da ben anımsamamda direndim:
“Su değirmeni canım. Un da bulgur da öğütülürdü. Yakında değilse de uzakta da değildi. Birinde ikindileyin gittiğimiz, hava tam kararmadan döndüğümüze göre…”
Bazı ipucu kırıntıları daha verdiğim halde, anımsayan olmadı.
Birisi, “Bu zamanda un mu öğüttüreceksin yoksa?” diye güya hafife aldı.
Birisi, onun bu sorusu üzerine, en iyi unu -yufkası da iyi oluyordu- hangi dükkânda bulabileceğimi, iyesinin takma adını da ekleyerek tanımladı.
Birisi de, “Değirmen mi kalır bugüne efendi? Tee yıllar yıllar önce battal oldu gitti senin o aradıkların. Bugün un da bulgur da fabrikadan geliyor. Hemi de misler gibi…” dedi.
Un öğüttürmek ya da satın almak gibi bir amacım yoktu. Battal olduklarını ben de pekiyi biliyordum elbet. Misler gibiye gelince bir bakıma yalandı orası: Nerede o eski özlü unlar, özlü bulgurlar? Konu bunlar değildi ama: Amacım yalnızca değirmeni görmekti. Bakarsınız ki -yıkık dökük de olsa- yerindedir! Bakarsınız ki -sanmam ya- eski zamanların bir yadigârı diyerek korunuyordur!
Anladım ki kendi göbeğimi kendim keseceğim. Kesebilirsem o da…
Yaprakları ufacık ufacık olur ya, öylesinden bir akasya ağacının altına oturdum. Yön! Önce yönü anımsamalıydım: Pazara yakın o dar, eğrice sokaktaki evimizdeydik ya henüz? İkindiydi. Babam ile arabacı, kaput bezinden koca koca torbaları yüklüyorlardı. Ben kapının önünde onları izliyordum. Yükleme bitince arabaya bindik, ola ki sırtımızı torbalara yasladık. Bizim sokaktan öbür sokağa, oradan da ana caddeye mi döndük? Gittik, gittik, ana cadde bitti, bir cadde daha bitti. L. Caddesi mi olmalı orası? Uzunca bir süre de bir bayırı tırmandık, bir düzlüğe geldik, belki yarım saat, belki bir saat sonrası bayırı inerken hızlandı mıydı atlar, ardından birtakım gediklere girdik gibi ve bana o zaman kocaman görünen bir yapının önünde durduk. Değirmen orasıydı. Yarı karanlık bir yer. Penceresinin demirine sıpalı bir merkep bağlıydı. Babam mı yoksa arabacı mı seslenince değirmenci kapısında göründü. Hepimiz -sanırım bir dut ağacının altındaki- kerevete oturduk. Arabacı atını suvardı, yemledi mi? Öyle olması gerekirdi ya? Biraz sonra da torbalar sırasıyla teslim edildi.
Bu kopuk kopuk anımsamalarla yönümü buldum sanki. Yanılmıyorsam Y. köyüne doğru gitmeliydim. Düzlüklerde pek zorlanmadım da o uzun bayırda ııh… Hele bazı yerlerde bisiklet beni götürmedi, bir yüzüm ağlar bir yüzüm güler, indim, ben bisikleti götürdüm. Bir yıllık ter süzüldü mü bedenimden? Mutlaka süzüldü! Neye gizlemeli? Ara sıra bir ağacın gölgesine sığınıyor, bir an deliliğime, üstelik zırdeliliğime karar veriyor, en iyisi daha da ilerlemeden döneyim diyor, ama onu da kendime yediremiyordum.
Yerini doğru dürüst anımsamazsın, duruyor mu durmuyor mu, onu da bilmezsin. Ee, ne diye rahatını bozarsın söylenmelerim arasında Y. köyü belirdi. Daha doğrusu ben öyle öngördüm. Gittim bir süre. Tabelası doğruladı, evet, burası o köydü. Dur bakalım dedim, kimseye tek söz etmeyeyim, sormayayım da, kendi kendime arayayım bir. Öteye uzandım, beriye uzandım. Bir köy nasıl olursa burası da tıpkı öyleydi, ancak değirmene benzeteceğim bir yer yoktu. Fakat bu suyu gür ark? Arkın duvar yanındaki nazlı söğütler? Yanı sıra yüzüme vuran serinlik? Tanıdık gibi geliyordu bütün bunlar. Durdum orada: İnsan birtakım yerleri, nesneleri vb.ni uzun, enikonu uzun yıllar sonra da anımsayabilirdi ama sözgelimi yüzüne vuran serinliği de anımsayabilir miydi? Önce usavurmak istedim. Peki, neden bu yolu deniyordum ki? Ya us ötesi bir konuysa bu? Ya yüzüme vuran serinlik falan da yoksa? Bir sanrıydı belki? Hayır, dedim hemen. Bir yerde tıpkı buradaki gibi gür bir su aksın, yanında tıpkı buradaki gibi nazlı söğütler salınsın da insanın yüzüne bir serinlik vurmasın? Olamazdı. Hem daha duyuyordum o serinliği yüzümde. Geriye tek o soru kalıyordu: Doğru mu anımsıyordum? Bir karar veremedim.
Yeniden yüklendim pedala. Yol buralarda düzce uzanıyordu. Kimisi tek kimisi iki katlı evler vardı sağlı sollu. Biraz daha ötede de duvarlar… İlkin bir bağın duvarları sandım. Ona da benzemiyordu ama. Bu kadar yüksek olmazdı ki bağ duvarları. Yüksek olduğu gibi bazı yerleri yıkık döküktü. Yol da biraz biraz bozuluyordu artık. İndim, bisikleti yedeğime alarak yürüdüm. Önce bir seki gördüm. Kapının hemen sol yanında yarı yıkık. Sağ yanında da kuru bir dut ağacı. Yapılı bir insanınkinden daha da kadar kalınca gövdesi, kuru kuru kırık dalları, öylece duruyordu. Kederden boğuluyor gibi geldi bir an. Sonra ne kederi yahu, dedim; canı mı vardı ki artık, keder duysun zavallım? Hepimiz ne tuhaflıklar yaparız, arada ben de yaparım elbet, gittim yanına, kalın, kat kat, odunsu kabuklarını sıvazladım bir süre. Seviyor muydum, -güya- avutuyor muydum, bilemeden… Belki de ne edeceğimi kestiremeyince…
Bulunduğum yerden sekiz on adım kadar geriledim. Bu ön duvarı olsun tam görebilmek istiyordum. Solda o toprak seki, hemen az ardında enine demirleriyle o pencere, ortada tahtadan o koca kapı, sağda bugün kupkuru, ölü o dut ağacı… Yıllar boyu, üzerine oturduğumuz kerevet diye anımsadığım, bu toprak seki olmalı. Birden cıngılkadifeleri de anımsadım. Daha doğrusu sarı mı, turuncu mu, sarı turuncu arası mı top top bir renk parladı, albenili albenili göz kırptı; o zaman anımsadım; sekinin dibinde cıngılkadifeler de olduğunu.
İskeleti kırık mırık da olsa yerindeydi, bir yanında -herhalde asma kilide bağlanan- paslı bir zincir kalıntısı da sarkıyor, ama o koca kapı yoktu; aslında kapının kocalığını da iskeletinden anladım ya! Buralardan birileri mi, yabandan birileri mi söktü götürdü? Hayatın bir asal kuralı da budur: Bir yer yeter ki ıssız kalmasın, bazen bir solukta, bazen ağır aksak ama mutlaka yağmalanır. Pencerenin kanatları yoksa da iskeleti, enine demirleri duruyordu. Merkebi oraya bağlıydı değirmencinin. Sıpası da anasının yanında. Nasıl bir yer göreceğimi bilememenin tedirginliğiyle kapıdan sokuldum. Apaydınlık! Üzerini örten damı yoktu ki artık! Kimbilir ne zaman kepti? Tökezleye tökezleye geziniyorum. Üzerine basınca dağılan tahta kırıntıları, kırık kiremitler ve asıl bir ot ile bitki gürlüğü… Duvarların diplerinde bile kucak kucak ot, bitki! Canım doğa! Buradan olmazsa oradan, dirilecek bir yer buluyor mutlaka, üzerindeki yükleri, ağırlıkları alt ede ede yekiniyor.
Ya değirmen düzeneği? Ortada herhangi bir iz, bir im yok! Belki var da ben göremiyorum üst üste yıkıntı yığınlarından? Yine aynı tuhaflık yokluyor tinimi: Acaba diyorum, kendi haline terk edilince derin üzüntüsünden -kahrından- olduğu yerde eridi mi o düzenek? Ya da karanlık mı karanlık, göz gözü görmez bir gecede, o hantal gövdesiyle kalktı gitti mi? Değirmenci bir zaman önce ölünce, yerine de birisi gelmeyince, ne yapsın? Bekle bekle, sonunda kimin canına yetmezdi ki?
Arka duvarın iki metre kadar yukarısındaki kemerli oluk duruyordu. Ama ne gür gür yürüyen bir su vardı, ne de yoğun bir uğultu duyuluyordu! O duvar da yıkık döküktü ya, oluk, öyle sanıyorum ki kunt kemeri sayesinde ayaktaydı. Kapının sağ yanından döndüm, oraya doğru gittim. Suyu ta ötelerden değirmene getiren ark ne vardı ne yoktu: Rüzgâr mı zaman mı, ikisi birden mi sürükledi doldurdu bunca doğa yığıntısını? Kuzey demek ki o yan: Duvarda, olukta kuru kuru yosunlar. Hâlâ duruyor ama bir el sürmeyin, toz gibi ufalanıyor.
Geri değirmene döndüm. Bir de ocak olmalıydı? Onu da ancak kemerinden bulabildim. Alt bölümü bütünüyle yığıntıların arkasında… İlkinde bir ikindi vaktiydi, torbaları götürdük teslim ettik. İkincisinde hazır olan unumuzu getirmek üzere oradayız. Değirmencinin ısmarladığı helvayı aldık bir yerden, yine bir at arabasına bindik geldik. Kesesine davrandı değirmenci ama babam durdurdu. Bugün anlıyorum ki altta kalmak istemediğinden yemek yemeden göndermem diye üsteledi. Ocak, isli bir tencere oradan mı belleğimde? Biz sekide oyalanırken koca bir bulgur pilavı tabağını, üzerinde yağda yumurtasıyla getirdi siniye koydu. Ayran taslarını da… Kat kat yufkaları da sanki… Değirmenci pilavı yufkaya sara sara mı yiyordu? Ah bu bellek!
Kapının pencerenin iskeletine bakalım ne kadar sağlam diye parmağımın tersiyle tık tık vurunca kara kuru böcekler fırlıyor, bir yandan da sarımtırak bir toz akıyor. Biraz bastırınca kopuyor oralar. Birden “Malım sana kimler malım desin!” sözünü anımsıyorum. Annem de babam da kullanırlardı bir yeri gelince. Ne doğru bir söz diyorum, sen yeter ki ölme! Sonrası ortada!
Ya değirmenci? Kimdi? Adı sanı neydi? Bir ailesi, karısı, kızları, oğulları var mıydı? Yüzü, boyu posu nasıldı? Hani derde derman olsun diye tek bir özelliği canlansa? Yalnızca una bulalı bir adam geliyor gözlerimin önüne. Torbaları yüklemeyi bitirince pat pat… giysilerini silkeliyor.
Yıkık duvarlara daha yakından bir göz atıyorum. Unutulan, sözgelimi ölümle orada kalakalan bir fotoğraf olabilir, kovuklara tıkılan bir alındı, belge, mektup, pusula, zarf vb. olabilir. O zaman değirmenci hakkında bir ipucu edinebilirdim. Yok. Kırıntısı yok. İyi ama bulsam neyime yarayacaktı ki? Fotoğrafı bu, adı soyadı bu, doğum tarihi de bilmem ne. Ee, sonrası? Zihnim birden farklı bir konuya kayıyor: Ben aslında bir dirimsellik ardındaydım. Bulabilseydim o dirimsellik bir yerlerden sökün edecek gelecekti. Somut bir dirimsellik olmayacaktı elbette bu. Yalnızca imgelemde… Eh onu da yabana atmamalı!
Döndüm sekiye oturdum. Sırtım değirmene dönüktü. Bağlara bakıyordum. Gökyüzüne bakıyordum. Böyle yaparsam zihnimde ağırlık olan ne varsa kanatlanır gider sanıyordum.
Olmadı ama. Bir yarım saat sonra bisiklete bindiğimde, değirmenin yıkıntısına durdum durdum el salladım. Ta artık göremez oluncaya kadar.