Deliler Evi
Öykü

Deliler Evi

Ayşenur Aysel

Beni deli diye bir akıl hastanesine kapattıklarında henüz on beş yaşındaydım. Kaybetmeyi bilmeyecek kadar genç, ama kaybettiklerini anlayabilecek kadar olgun bir yaştaydım. O zamanlar her şey sisli bir rüya gibiydi; hatıralarım kesik kesik, kopuk ve bulanıktı. O günlerden bana armağan kalan şeyler, aklı başında olmayan hatıralardı.

 

Gözümün önünden gitmeyen birkaç görüntü var. Akıl hastanesi, garip bir şekilde, bir morgun tam karşısına inşa edilmişti. Sigara odasının penceresinden görünen tek manzara morgdu. Her gün oradan cenazeler uğurlanır, aileler ciğerlerini söke söke ağıtlar yakar, gözyaşı dökerdi. Sanırım devletin ya da hekimlerin amacı, tam anlamıyla delirmeyen misafirlerini de iyice delirtmekti. Bir büyükbaş hayvanı bile bayıltacak kadar ağır ilaçlar içiriliyordu bize. Yemekler ise korkunçtu; tatsız, soğuk ve özenilmemiş. Hemşireler ise… Hepsi birbirinden acımasız ve duygusuzdu. Sanki özellikle böyle seçilmişlerdi. Krem rengiyle boyanmış duvarlar, içindeki insan kalabalığına rağmen her zaman buz gibi soğuktu. Sözde hastalarının onlara göre “delirmiş insanların” içini ısıtabilecek tek şey, parmaklıkların ardından bazen görünen güneşti. Bahçeye yalnızca “seçilmiş” deliler çıkabilirdi ama o da köydeki bir tavuk kümesi kadar küçüktü. Orada bir tabure ya da bank bile yoktu; sanırım bir an bile rahat edeceğimiz düşüncesinden korkuyorlardı. Deliler burada ikiye ayrılıyordu: Bu cehennemden çıkmayı hedefleyenler ve burada ölmeyi bekleyenler. O yaşta şunu anladım: İnsan, tüm şartlar uygun olsa bile, bazen ölemiyor. Ve ölememek, insanı daha da hırçınlaştırıyor. Yetkililer ise, yaşanan her sinir krizini ya da isyanı “biraz daha delirmek” olarak kabul ediyordu. Her krizde ilaçların dozu artırılıyor, bizi bayıltmak için adeta bir inekten deveye geçiyorlardı. Doktorların, hemşirelerin ve diğer görevlilerin tek derdi, nöbetlerinin sakin ve huzurlu geçmesiydi. Bizim kırılan kalplerimiz, yıkılan hayallerimiz, çoktan kaybolmuş geleceğimiz onları ilgilendirmiyordu. Onların önem verdiği tek şey, maaşlarını zamanında alıp huzurlu bir gün geçirebilmekti ama delilerin dünyasında her şey farklıydı.

 

Bahadır’ı ve onun o meşhur repliğini asla unutamıyorum. Saçları dökülmeye başlamış, hafif göbekli ve sürekli hareket eden biriydi. Her sabah hayata neden geldiğimizi sorar, ardından düşünüyormuş gibi yapıp kendi sorusuna cevap verirdi. Her defasında, sanki o anda hayatın anlamını keşfetmiş gibi bir ciddiyet olurdu yüzünde. Sanırım şizofrendi. Hayatın manasını aradığı o anlarda aslında bir hayatı olduğunun bile farkında değildi. Kendi başına yaşayamayan, çorabını bile giyemeyen ve yaptığı tek şey çekirdek çitlemek olan bir adamdı. Bir de Neriman vardı. Türbanını asla başından çıkarmayan, dini inancı güçlü bir kadın. Onun en ilginç özelliği, her soruya aynı cevabı vermesiydi: “Şimdi ne yapacağız? Öleceğiz artık.” Teşhisini hatırlamıyorum, ama yıllarca baktığı annesini kaybettikten sonra, hayatını tek bir cümleye ve iki soruya sığdırdığı için buraya kapatılmıştı. Son olarak hatırladığım kişi Erdal abiydi. Alkolik olduğu için kendi isteğiyle yatan bir mahalle abisi. Yirmili yaşlarında sevdiği kızı başkasına verdiler diye içkiye sığınmış, hayatını bu uğurda harcamış bir yaşlı delikanlı. Hababam Sınıfı’nın Mahmut Hoca’sı kıvamında, dışarıdan sert görünür ama aslında yardımsever biriydi. Kendisi dışında herkes için faydalıydı; tam bir babayiğit. Bazen kolonya isterdi, ama neyse ki içeriye alınması yasaktı.

 

Gelelim bana… Ailemi bir trafik kazasında kaybettikten sonra toparlanamadım. Konuşmayı kestim, yemek yemeyi reddettim ve haliyle çok kilo verdim. Halalarım ve babaannem beni benden daha çok düşündüklerini sanarak çözümün özel bir doktora yüklüce para ödeyip, ardından beni devletin tımarhanesine yatırmak olduğuna karar verdiler. Oraya girdiğimde canı yanmış ama sağlıklı bir insandım. Çıkarken ise insan olduğumdan bile emin değildim. İyileşmek için yatırıldığım yerde günden güne kötüleştim. Kötüleşmek bir yana, adeta çürüdüm. Beynimden başlayan çürüme, önce ellerime, ardından sırasıyla tüm organlarıma yayıldı. Günden güne hızla ilerledi bu çürüme. Öyle ki artık bedenimin çürüyen kokusunu duyuyordum. Evim dışında hiçbir yerde güvende ya da huzurlu hissetmedim. Bu yüzden dışarı çıkamadım, çalışamadım, hayatımı kazanamadım. Ve beni “çok seven” yakınlarımın büyük desteğiyle, şimdi de başka bir akıl hastanesine yatırıldım. Bunları size yeni tımarhanemden yazıyorum. Çok şükür ki burada ne bir manzara var ne de bir sigara odası. Ölü de yok ölü yakını da. Tek gördüğüm şey bir cihaz, çeneme sıkıştırılmış tıkaç benzeri bir alet ve birkaç yetkili.

 

Anlayacağınız, terfi ettim. Bir üst mertebeye…