Kaçak Yazarlar
- 12 Eylül 2024
‘Koca Enlil olmaksızın,
Hiçbir kent kurulmaz, hiçbir ev yapılmazdı,
Hiçbir ahır kurulmaz, hiçbir ağıl çatılmazdı,
Hiçbir kral başa geçmez, hiçbir en-rahip doğmazdı.’*
(Sümer kil tablet yazısı.)
I.
Buğdayımızın içinden kepeğini çaldıklarında biz Sümerliler hayatı kaybettik. Hiç unutmam komşu ülkeden bir Asurlu gelmişti. Bizim tüccarlarımızın yanında omuzlarını dikleştirerek beyaz un ve ekmeğini tanıttı. Artık tarihin farklı yazıldığını, elimizdeki esmer ekmekle köylü kalacağımızı söyledi. Oysa şehirliler çoktan bu beyaz ekmeğe geçmişti. Anlatılana göre buğdayın kepeğiyle hayvanları bedavaya besliyor, yine buğdayı aynı fiyata satıyorlardı. Asurlu tüccar konuşmasını bitirince atına binip uzaklaştı. Sözü ben aldım. Elim havadayken, Adamu konuşacak, diye fısıldaşmalar oldu. Ben Adamu derim ki, eğer buğdaydan kepeğin çalınmasına ses çıkarmazsak, hastalıkların nasıl da çoğalacağına beraber tanıklık edeceğiz, dedim. Homurdanmalar oldu. Ertesi günün sabahı beni anamın evinde tutukladılar. Anuya kurban kesme törenine kadar beni kralın zindanında tuttular.
Günler geçti. Bu kez sütün kaymağını çaldılar. Yağını da. Yine Asurlu bir tüccar geldi. Bize tebeşir tozuna benzer beyaz bir toz tanıttı. Suyun içine bir kaşık koydu. Su beyazlaştı. Yanındaki yardımcı kölesine iç, dedi. O da törensi bir havayla içti. Aynı süt, dedi köle. Yine elim havadaydı. Söz hakkı verdiler bana. Sütün içinden bir şeyler çıkarırsanız, dedim. Süt olmaz artık o. Dinlemediler. Bu kez meczup diye laf atanlar oldu. Bu ismi alanlar kralın zindanını artık boylamaz. Sokaklarda kimse ona dokunmadan dolaşabilirdi. Adım daha sonra meczup Adamu oldu. Duyduğuma göre artık süt satıcıları, yarım ölçek süte yarım ölçek beyaz toz suyu eklemeye başladılar. Herkes kazanıyordu. Sütü toplayan, sütü satan, tozu Asur topraklarından getiren de. Kaç Anu kurban töreni geçti bilmiyorum. Bu kez bir aşı buldu Asurlular. Asurlu tüccar tanıtıma geldi. Danalarımıza, ineklerimize o aşıyı vurup ne olacağını bize gösterdi. Hayvan bir iki günde iki katına çıkıyordu. Aynı yemi vermene rağmen olacak olan bu, dedi tüccar. Tek sorun fazla büyüyüp çatlamadan onu kesmekti. Bu kez hayvanlarımız de elimizden kayıp gitti. Yine kalabalığın sessiz dili konuşmadı. Elim havadaydı. Ama kimse beni dikkate almadı. Günler Anu’ya adanan kurbağa gibi şişmiş kurbanları keserek geçti. Yine ötelerden aynı Asurlu tüccar geldi. Sera denen şeyi tanıttı bize. Kısa sürede köleleriyle bir sera kurdu. İçine girdik. Adına domates dediği bir fide ekti. Sonra hayvanları şişirme sıvısını ekledi fide suyuna. Birkaç gün içinde fide büyüdü. Yaprakları kızılcık bir meyve verdi. Artık ben seranın içine giremiyordum. Elim havada kalakaldı. Bütün bu olanların şerrinden bizi Anu koruyacak, dediler.
Günler Anu şenliklerine yeniden vardığında, bu kez aynı Asurlu tüccar çıkıp uzaklardan geldi. Yaşlanmıştı. Köle sayısı artmıştı. Hepsi de mızraklıydı. Kölelerinin üstündeki kıyafetler de pamukluydu. Ona rağmen bize pamuktan başka yolla elde edilen bir kumaş tanıttı. Anu ışığında yalım yalım parlıyordu. Ben de merak ettim onu. İstediğiniz renk ve işleme vardı üstünde.
Sonra biz Sümerliler büyük ganimetler elde ettik. Obamızda sazdan kulübede yaşayan kalmadı. Herkesin taş evi oldu. Ama Anu ardı ardına yeri sarsıp bizi cezalandırdığında felaketlerden felaket yaşadık. Asurlu tüccar bu kez ve belki de son kez tahterevallide geldi. Ayakları ve elleri şişmişti. Ayak ağrıları çekiyordu. Bu yüzden ayağa kalkmadı. Oturduğu yerden elindeki çubuğu tanıttı bize. Sonra çimentoyu. Evler artık bununla yapılıyor, dedi. Taş evlerimizin yıkıntıları arasında bir ev yükseldi o zaman. Demirlerle örülen ilk evimizdi. Her tarafa demir örgülü evlerimiz saçıldı. Tırtıklı en az on sekiz demirli kolanlardan oluşan apartmanlarda oturmaya başladık. Söylentiye göre gökyüzüne uzanan bu evler, bizi Anu’ya daha çok yaklaştırıyordu. Uzaktan düşmanın gelişini rahatça görebiliyorduk. Yakarılarımız Anu’ya daha hızlı ulaşıyordu. Demir ve çimentodan kaçırmayı Sümerli yapı ustaları kimden öğrendi bilmiyorum. Belki de yine Asurlu bir tüccar yapmıştı yapacağını bize. Anu bizi yer sarsıntılarıyla cezalandırdığında çimentosu, demiri çalınmış evler başımıza yıkıldı. Ölen Sümerlilerin çığlıkları geceyi böldü. Şimdi hala yıkıntılar arasında gezerken o sesleri işitir gibiyim. Belki de merak etmişsinizdir. Bilmiyorum. Bu son yıkıntılar iki şey doğurdu. Gök tanrısı Anu yerine hava tanrısı Enlil gelip oturdu soframıza. Sonra ben bu coğrafyaya kral oldum. Kral Adamu dediler bana.
II.
Adamu apartmanı ağır hasarlı olarak etiketlendiğinde önce elektriğini kestiler. Sonra doğalgazını. Doğalgazı neyse de, elektrik kesilince asansör çalışmadı. Biz on katlı apartmanın yedinci katına ine çıka küçük özel eşyalarımızı elde taşıdık. Sonra dördüncü kez beni yüz üstü bırakan nakliyecilerden biri insaflı çıktı. Çünkü genç adam kamyonu ve hamallarıyla sabahın erken saatinde apartman önündeydi. Ağır hasarlı evlerin tüm eşyasını çekemem, diye beni önceden uyarmıştı adam.
Evde dizlerim titreyerek dolaşıyordum. Sanki içinde bulunduğum ev on beş yıllık anı biriktirdiğimiz ev değildi. Eşim önde ben arkada sersem geziniyorduk. Eşim ikide bir soruyordu. Bu gidecek mi? Diye. Hayır, sözü en çok çıkan söz oldu ağzımdan. Ev ve eşyalarıyla tüm duygusal bağımız kopmuştu. Belki her şey o gece olmuştu.
Yer yatağına çocukların yanına uzanıp uyumuştum o gece. Sarsıntıyla uyandım. Ev sağa sola kaykılıyordu. Tuhaf sesler de çıkıyordu. Oğlum şakacı olduğumdan, Baba bunu sen mi yapıyorsun, diye seslendi. Yapma!
Deprem oluyor sözü ilk kez eşimin ağzından çıktı. Yan odada öteki oğlumla beraber uyuyordu. Dünyanın adaletsizliğine büyüdükçe İştar’a kurban adamayı bırakmıştım. Adad’a da yüz vermiyordum artık.
O gece onlardan yardım dilemedim. Ama göğe doğru bağırdım. Yeter artık. Yetti be. Dur artık! Sesimi duyan olmadı. Durmadı. Ev sallanmaya devam ediyordu. Kırk, kırk üç saniyeden söz ettiler o gece için. Bana bir ömür geldi. Tuvalet kapısı önünde topladım herkesi. En büyük oğlum kendi odasından çıkıp gelmişti. Anne, anne çok korkuyorum diye bağırıyordu. Bilmem o an ne oldu? Birden deprem kesildi. Aşağıya inin! Hemen! Dedim. Asansöre, diye bağırdım. Eşim uyardı beni. Olmaz, dedi. Çocuklar merdiven! Diye bağırdı. İndiler. Ben de yatak odasına doğru koştum. Çekmecelerden avuçlayabildiğim kadar çorap aldım. Aşağıya koşarak indim. Apartman önünde karşılaştığım komşum, ben nice depremler gördüm, ulu İştar adına hiçbiri buna benzemiyordu. Yüzü bembeyazdı. Arabaya doğru koştuk. Arabayı çalıştırıp hızlıca uzaklaştım otoparktan.
Yollar felaketti. Araçlar zor ilerliyor, korna sesleri her yeri kaplıyordu. İştar parkı kenarında arabayı kenara çekip durdurdum. Yağmur yağıyordu. Hava buz gibiydi. Araba çalışır durumda arabanın içinde oturuyorduk. Hiçbirimizin ağzını bıçak açmıyordu. Çıkarken telefonumu, cüzdanımı almayı akıl etmiştim. Eşim telefonunu ver, dedi. O zaman fotoğraflı iletiler düşmeye başladı telefonuma. Apartmanlar yıkılmıştı Asur topraklarında. İnsanların çığlıkları tutmuştu her yanı. Doğu Asur’da yakınlarımız vardı bizim. Hepsi göçük altında kalmıştı. Bu haberi aldığımızda eşim ağlamaya başladı. Ben tepkisiz kaldım. Hep böyle oluyordu bende. Beynim bu durumda düşünmeyi, tepki üretmeyi bırakıyordu. Sanki kendini dış dünyaya kapatıyordu.
Gün ışıdığında hala arabada oturuyorduk. Sanki biri araba camına vuracak sonra bunun hepsinin bir düş olduğunu söyleyecekti. Biz de ona inanacaktık. Oysa kimse araba pencere camına vurmadı. Geçti, demedi.
Dalgın dalgın ev içinde halılara ayakkabılarımızla basarken, eşim yeniden sordu. Bu gidecek mi? Yine, Hayır, sesi çıktı ağzımdan. Nakliyecinin işi kolaydı. Kitaplığımın yarısı inmişti. Kalan yarısının çeyreğini iki sahaf gelip almıştı. Teşekkür etmeden can havliyle çıkıp gitmişlerdi. Sarsıntılar devam ediyordu. Hepimiz korkuyorduk. Daha inecek eşya var, dememe bakmadan nakliyeci evin yarısını aşağıya indirdikten sonra, yük asansörünü kapattı. Kamyona bindi ve telefonundaki konuma doğru yola çıktı. Kamyon motor sesi, İnecekse daha fazla para ödemen gerekiyor, diyen nakliyecinin sesine karıştı birden.
Kapıyı çekip çıktık biz de. Yine bir iki parça özel eşya elimizde, merdivenlerden indik. Apartman önünde eşim yukarıya baktı. Eşya asansörleri apartmanın her yanağına vantuz gibi yapışmıştı. Bak, dedi, sanki apartman yana eğilmiş. O zaman fark ettim. Sarsıntı biraz daha sürseydi kim bilir bize neler olacaktı.
Güney Asur topraklarına doğru yola çıktık. Yollar araç doluydu yine. Sürücülerin donuk yüzleri boşluğa, ileriye bakıyordu. Kimse konuşmuyordu araçlarda. Güneye ulaştığımızda yol kenarlarında çorba pişirip, bize sunan insanlar gördük. Gözleri yaşlı bizi buyur ediyorlardı. Bizim de gözlerimize yaş dolmuştu.
Günler acılarımızı çoğaltarak geçti. Daha çok kötü haber alıyorduk. İştar ibadet gününe kadar felaketin esas gerçeği henüz ortaya çıkmamıştı. Gittiğimiz yerlerde de sarsıntılar yaşadık. Dışarda geceledik.
Apartmanımızın yıkılacağı haberi geldiğinde, belki de kalan eşyalarımızdan biraz daha alabilirim umuduyla tek başıma yola çıktım. Kuzey Asur’da bulunan mahallemize vardığımda gün ışımıştı. Sokaklar sessizdi. Pazar yerlerinde çadırlar kurulmuştu. Dükkânlar kapalıydı. Oturduğumuz apartman önünde durup yeniden yukarıya baktım. Hala eğik duruyordu. Altıncı katta, alt komşumun ışığının açık olduğunu gördüm. Ağzım açık kaldı. Herkesin evini terk ettiği şu günde orada ne işi vardı? Merdivenlerden yukarıya çıktım. Artık çıktığım katların ev kapıları yoktu. Bu yüzden kaçıncı katta olduğumu anlayamadım. Aşağı inip yeniden saymaya başladım. Bir, iki… Altıncı kat kapı zilini çaldım. Emekli öğretmen komşum çıktı kapıya. Niye, dedim, hala buradasınız? Eşyalarımı almadan bir yere gitmem, dedi. Nakliyeciler söz veriyor, ama gelmiyorlar. Bir tanesi gelene kadar bekleyeceğim. Olmaz, dememe diretmeme rağmen onu apartmandan inmeye ikna edemedim. Ömrümü verdim bu eve, dedi. Beni çıkaracaklarsa gelip çıkarsınlar. Çıkmam asla. Hatta geçenlerde polis geldi. Emir böyle, diyerek. Ben sorumluluğu üstleniyorum, dedim. Ölürsem sorumlusu siz değilsiniz. Eşyalarımla gömün beni. Sarsıldık mı az önce, diye sordum kadına. Boş ver, dedi. Olacaksa bir an önce olsun. Soluğum kesilmişti. Bir güçle merdiven çıkmayı sürdürdüm. Üstü bizim evdi. Ama bizim eve ilişkin hiçbir işaret yoktu. Çünkü kapı sökülmüştü. İçeri girdiğimde ayaklar altında ezilmiş, çöpler arasında duran çocuklarımın oyuncak ayısını gördüm. Boğazım düğümlendi. Sanki sürgüne gitmişlerin soğuk, üzüntülü hali çökmüştü üstüme. Gücüm tükenmişti. Odalara göz attım. Evde demir, plastik, değerli taş ve tahta adına ne varsa söküp alınmıştı. Lavabolar, mutfak tezgâh mermerleri, kitaplığım, kombi, petekler, avizeler, iç kapılar, pencereler. Rüzgâr alıyordu ev. Aydınlık doluydu. Elimde üstünde çamurlu ayak izi bulunan ayıcık aşağıya indim.
Yeniden Güney Asur’a doğru yola çıktım. Yolda tanrı İştar öldü! Yaşasın Anum! Diye bağıran insan kalabalığı gördüm. Hiç şaşırmamıştım buna. Sanki dünya sırtında benzer şeyler oluyordu. Bir tanrı emekli oluyor, yerini başka tanrıya bırakıyordu. Tüm bunlar arasında beni şaşırtan, alt komşumun yüz görünümüydü. O görünümde tanrılardan geldiğimize dair hiçbir iz yoktu. Bu gerçekle yüzleşmek, geride bıraktığım ev anılarından, çalınan eşyalardan, apartman demiri ile çimentosundan daha yaralayıcıydı.
* Sümer Mitolojisi, Samuel Noah Kramer, Çev. Hamide Koyukan, Kabalcı yay.,İst/1999, s.14