“Bokla içli dışlı yaşıyorduk. Ve bu bizi güldürüyordu.”
Annie Ernaux, Seneler
“Bokla içli dışlı yaşıyorduk. Ve bu bizi güldürüyordu.”
Annie Ernaux, Seneler
Başlangıçta dere vardı. Tüm mahallenin pisliği onunla birlikte akardı.
Sizin mahallenizde de olmalı. Önce dere vardı çünkü. Evler, onun etrafında yükseliverdi. Bir gecede, palas pandıras… Küçücük gecekondular, dip dibe, üst üste… Birbirlerine yer açmaya çalıştıkça sıkıştılar iyice. Belki de o yüzden yalnız değildi burada hiç kimse. Komşudan gelen çay kaşığı şıkırtılarıyla uyanır, komşu amcaların, ağabeylerin horlamalarıyla uykuya dalardınız. Mahallenin evleri tek bir ciğermiş gibi nefes alıp verirdi.
Fuuuuu…
Fuuuuuu…
Tüm evlerin pencereleri, kapıları sabah ezan sesiyle birlikte açılır, akşamları yatsı ezanından sonra kapatılırdı. Tek bir boşaltım sistemi vardı mahallenin. Tüm boklar, çişler, kirler derenin akan suyuna karışırdı. Mahalle büyüyüp arka arkaya bebeler doğdukça derenin suyu azaldı, boku çoğaldı, kopkoyu bir renge döndü. Babalar, akşam yemeğinden sonra tuvalete kapandığında derenin vay hâline. Mahallenin en pis koktuğu zaman da işte bu saatlerdi. Hadi bu kokuyu tarif et deseniz, edemem, inanın bana, mahalleden herhangi biri de edemez. Çünkü biz bu kokunun içine doğduk. Dere hep oradaydı. Biz oynarken, ağlarken, gülerken, uyurken. En çok da gülerken… Hep oradaydı. Boklu da değildi zaten adı, Yeşildere’ydi. Ona boklu diyenler derenin ardına gidip geri dönenlerdi.
Peki ya mahallenin kalbi? Mahallenin kalbi, kadınlarıydı. Erkekler işe gittikten sonra mahalle şenlenir, erkeklerin eve dönmesiyle birlikte suskunluğa bürünürdü. Genç babalar işe, emekli dedeler kahvehaneye, hacı amcalar da camiye giderdi. Onlara “haydi güle güle” dedikten sonra kadınlar kapı önlerine çıkar, birbirlerine seslenirdi. Akşam yemeğini hazır edip, tencereyi ocaktan alan kadınlar birer birer çıkar gelirdi. Bir ellerinde minderleri, bir ellerinde oyaları, örgüleri. Uzun uzun oturulur, çiğdemler çitlenir, çaylar içilir, dedikodular edilirdi.
Gup gup
Gup gup
Gup gup
En çok dedikodu ederlerken atardı mahallenin kalbi, gup gup diye. Korkmazlardı kadınlar bir gün sıra onlara da gelirse diye. Gelirdi de, hikâyenin bir ucu sendeyse, diğer ucu da onlardaydı işte. Nurdan karısı kötü yola düşmüştü, Rıfat ağabey eşini, bakkalın karısıyla aldatıyordu, Kopil Hüsnü konfeksiyonda alavere dalavere bir işler çeviriyordu, Tülay abla iki aylık oğlunu da alıp geri dönmüştü baba evine, Kuru Yıldız aynı anda iki oğlanla birden gönül eğlendiriyordu, İsmet amca kumar borcunu ödeyemeyince evsiz kalmış, sersefildi, Küpeli Eşref, delinin tekiydi. Hepimiz aynı bokun laciverti. Öyle ya, kime sorsan evinde bir oda eksikti. Derdi tasası olmayan bir Allah’tı. Yine de gürül gürül akardı mahallenin kanı. Sokaklarından yaşam enerjisi fışkırırdı.
Orhan Gencebaay!!
Müslüm Gürseees!!
Ferdi Tayfuuur!!
Her cuma öğleden sonra mahallenin sokaklarında yankılanırdı bu sözler. İçinde hiç darı, mısır sözcüğü geçmese de hepimiz bilirdik. Fırlardık sokağa. Üzerinde buram buram buhar tüten gri renkli, çift kulplu dev kazanın etrafına toplaşır, sıranın bize gelmesini beklerdik. Yılmaz ağabey, kazanın içinden yarım darıyı maşayla çıkarır, elindeki saman kâğıdına koyar, kirli önlüğünün cebinden çıkardığı tuzluğu darının üzerinde sallardı. Darısını alan çocuk elindeki bozuk parayı uzatır, sırasını savardı. Bazen de mahallece yenirdi darılar. Kapıların önünde oturan kadınlar, camiden çıkan erkekler, “haydi ver oradan bize de birer tane” derdi. “Felekten bir gün çalalım”. Boklu dereyi geçip karşı mahalleye varmadan biterdi kazan. Kalan koçanlar çöpe atılmazdı. Güneşin altında kurusun diye çatılara, taraçalara, damlara fırlatılır, kış geldiğinde sobada çatır çatır yakılırdı. Koçanlar yanarken sıcak yaz günleri hatırlanır, o günlerin anısına Ferdi Tayfur’dan bir şarkı mırıldanılırdı: “Nasıl da geçiverdi koskoca bir yaz mevsimi / Sonumu bile bile yakmışım kendimi”. Mevsimler döner, mahallede yeniden, yeniden gün doğardı.
Çocuklarsa gözü, kulağıydı mahallenin. Bütün gün, sabahtan akşam ezanına kadar sokakta oynarlardı. Kim gelmiş, kim gitmiş, ne olmuş, hepsini bilirlerdi. Mesela Kamber Amca! Mavi dondurma termosuyla mahalleye girdiğinde bağırmasına gerek kalmazdı. Onu ilk gören çocuk devralırdı bu görevi:
Kamber Amca geldi!
Koşuun!
Bu cümleyi duyan çocuklar gerçekten de koşturur, dondurmacının etrafını sarardı. Mahalle bir anda sessizleşir, tepeden bakıldığında arıların kovanda kıpırdaşması gibi çocuklar da termosun etrafında kıpır kıpır bekleşirdi. Evde kıyıda köşede kalmış bozukluklar bu an için saklanır, annelerine yalvaran çocuklar en küçük bozukluğa razı olur, karşılığında tatlı kaşığı kadar bir dondurma da olsa sıraya girerdi. Çok da çeşit yoktu ha. Sade, limonlu ve vişneli. Yine de termosun içine eğilip bakardı çocuklar, neyi seçsem acaba diye. Parası çok olanlar karışık isterdi. Kamber amca, az da olsa çok da koysa her çocukla konuşurdu. Suyun içinde duran dondurma kaşığını çıkarır, gülümseyip “Ne vereyim bakem?” derdi. Öyle top top yapamazdı, kaşıkta ne varsa olduğu gibi külahın üstüne koyardı. Dondurmayı alan çocuk arı sürüsünden ayrılır, çiçekten bal toplar gibi yavaş yavaş, gıdım gıdım dondurmasını yalardı. Kıtır külah hemen bitmesin diye dişinin ucuyla azar azar ısırırdı. Hepsi aralarında sözleşmiş gibi külahın en dibini yemez, herhâlde dondurmayı bulan zatın ruhu için toprağa atardı. Bazılarının anneleri pencereden seslenir, ılık su içmek için eve çağırırdı bademcikleri şişmesin diye. Diğerleri de kaldıkları yerden oyuna devam ederdi. Anlayacağınız Kamber’siz bir yaz düşünülemezdi.
Yaz bitince okullar açılırdı yeniden. Her çocuk okulun ilk yılı kitaplarda gördüğü hayatlara şaşırırdı. İkinci yılı o hayatlara imrenir, apartmanda yaşamak isterdi. Üçüncü yılında da evden kaçmayı düşünürdü. Bir gün kurtulacağım bu berbat mahalleden. Böyle derlerdi asfalyaları attığında. Evet, ben de dokuz yaşında kaçtım evden. Ama sadece üç sokak aşağıya inebildim. Derenin ardını görmek için nasıl can atıyordum bilseniz ama gidemedim. İster korkaklık deyin ister cahillik, yapamadım işte. Geride kitaplarım vardı, bırakamadım. Eğer bir çocuk dokuz yaşındayken evden kaçamıyorsa daha da kaçamayacak demektir. O zaman bunu bilmiyordum. Biraz daha büyüyünce tekrar denerim diye düşünmüştüm, yanılmışım. Dokuz yaşında evden kaçan başka çocuklar oldu ama. Evet evet, kaçıp kurtuldular. Derenin ötesine geçtiler. Bir daha onları gören olmadı, diye bitirmek isterdim sözlerimi. Ne yazık ki, gördük onları, döndüler. Döndüklerinde anladık boka battığımızı, leş gibi bir hayatımız olduğunu. Mahalleye girer girmez burunlarını tıkadılar:
Iyyyy…
Iıyyyy…
“Iııy” dediler, sürekli. Bize yardım edeceklerini söylediler, önce boklu dereyi temizleyeceklermiş, ilk işimiz bu. Uğraştılar çabaladılar, pislikten arıtamadılar, çareyi üstünü örtmekte buldular. Geldiler bir gece, soğuk bir kış gecesi, beton mikseriyle, kapattılar dereyi. Betona gömdüler. İşe bak, boklar yine derenin içinden akıp gidiyordu, sadece biz görmüyorduk o kadar. Bravo, artık temizdik!
Mahalle o gün uzuun bir uykuya daldı. Sanırsınız beton, tüm evlerin üzerine döküldü. Sabah ezanı okunduğunda açılmadı kapılar, pencereler. Çıkmadı babalar evlerinden, işe gitmediler. Şenlenmedi mahalle o sabah. Ne bir kadın sesi ne bir çocuk sesi… Gözü, kulağı, ağzı kapalı. Birlikte nefes almıyordu artık mahalle. Kalbi inceden inceye atıyordu sadece.
gup gup gup gup
Günlerce, aylarca uyuduk. Bir yaz sabahı mahalleye giren bir finişerin sesiyle uyandık. Sıra toprağa gelmişti demek. Uyandık nihayet, o da ne, kokuyorduk, evlerimiz kokuyordu, ama nasıl bir koku, etrafımız ölülerle çevrilmişçesine, leş gibi… Bu sefer biz dedik, evde, tek başımıza, böğüre böğüre:
Iyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyy!
Başlangıçta dere vardı. Tüm mahallenin pisliği onunla birlikte akardı. Ondan önce de hikâye vardı ve dereden sonra da var olmaya devam etti. Bir gün örttüler derenin üstünü, gömdüler hikâyenin ucunu.
SON