Destancı
Öykü

Destancı

Mehmet Muhtar Salmanoğlu

Tacettin Avcıoğlu’na,

 

Döşeklerin damlara serildiği, cibinliklerin kurulduğu, serin yaylaklarda damı olanların yola revan olduğu yazın ilk günleriydi, Çukurova sıcakları dayanılacak gibi değildi. Daha serin yerlere gitmek, yeni hikâyeler toplamak için sazımı omuzladım.

 

Bir destancıyım ben. Kasaba kasaba, köy köy dolaşır, sazımla yanık yüreklerin ateşini alır, destanlar söylerim. Ömrü baharında toprağa düşenlerin, kavuşmayan âşıkların, zelzelelerin, savaşların dile gelemeyen sözüyüm. Sazımı omuzuma vurur, diyar diyar gezer, hikâyeler toplarım. Bir hafta, bilemediniz bir ay sonra bu hikâyeler sazımın telinde, avazımda şiir olur, onları saman sarısı teksir kâğıtlara basar, o acının yaşandığı kasaba, köy meydanlarında bir yandan söyler bir yandan destanımı dağıtırım. Oralarda sözü sazımın teline bağlar, destan satarım bir kuruşa. Yüreği paralanan kasabalılar, köylüler de destanımdan birer ikişer alır; kavuşamayanlara, gurbette hayatını kaybedenlere gözyaşı döker, ben de haftalık iaşemi çıkarırım.

 

Sıcaklardan kurtulmak, bohçama yeni hikâyeler katmak için Antakya’ya uzanayım dedim. Sık sık gittiğim yerlerdendi Antakya. Akşam serinliğinde rahat bir uyku çeker, gündüz Habibi Neccar Dağı’ndan esen yelle soluklanır, hikâyelere gönül kapımı aralarım diyerek düştüm yola.

 

Antakya’ya vardığımda adımlarım beni her zamanki gibi Uzun Çarşı’ya götürdü. Kunduracı ustası, kadim dostum Ebu Cemil’e uğrayayım, hal hatırını sorup kahvesini içeyim dedim. Uzun Çarşı her zamanki gibi ana baba günüydü, iğne atsanız yere düşmezdi. Çeyiz için şehre inmiş köylüler, çökelek, tuzlu yoğurt, yeşil zeytin almak için çarşıyı mesken tutmuş kalabalıklar arasından zar zor ilerleyerek sol kolum üzerindeki kemerli kapıdan genişçe avluya girdim. Terlemiş, yorulmuştum. Avlunun ortasındaki şadırvanın taş oturaklarına oturup yüzüme biraz su çarptım, şadırvanın üzerini bir örtü gibi kaplayan koca çınardan kuş cıvıltıları geliyordu. Avluyu bir çember gibi saran dizi dizi sıralanmış küçük kunduracı dükkânlarında Ebu Cemil’i aradı gözlerim. Bir pehlivanı andıran cüssesi, kır saçları, narçiçeğine çalan yüzüyle Ebu Cemil tahta bir kürsüye oturmuş saya kesiyordu. Yerimden yekinip dükkâna doğru seğirttim. Beni görünce “Hoş geldin bre âşık,” diyerek havada süzülen bir karta gibi kollarını açtı, kucakladı beni. Bir tabure çekip ‘’Eee, yanıyo mu Çukurova,’’ dedi. Çırağına seslenip iki sade kahve söyledi hemen “Yanmaz mı ye Ebu Cemil, yumurta koysan pişer bu havada,” deyip gelen kahveden bir yudum aldım. Ebu Cemil, şen şakrak, muhabbet ehli insanlardandı. Neşesi çekicinin sesinde yankılanır, bazen belden aşağı fıkralar anlatır, üzerimdeki yol yorgunluğunu alırdı.  Bu defa kederli bir hali vardı sanki. Havdan sudan konuştuktan sonra, “Hayırdır Ebu Cemil, durgunsun bugün,” deyince başını kaldırıp Habibi Neccar Dağı’na üzgün üzgün baktı. “Hiç sorma âşık, ölümlü dünya,” deyip bir offf çekti. Onu konuşturmak için “Dünya hali, gün akşamlı hayat ölümlü,” dedim.  “Öyle de ölüm Allah’ın emri, hepimiz yolcuyuz amma en acısı genç yaşta, daha ömrüne doyamadan çekip gitmek,” deyince anladım ateşin ocağına düştüğünü. “Allah rahmet etsin, yakının mıydı,” dedim üzgün bir sesle. “Abimin oğlu, askerdeydi, amansız bir hastalığın pençesine yakalandı, bir hafta önce geldi cenazesi…”

 

Ne diyeceğimi bilemedim. Sabır diledim, “Kavat ola,” deyip ayrıldım oradan.

 

Köylerine gidip başsağlığı dileyecek, merhumun hikâyesini dinleyecektim. Daha önce birkaç defa gitmiştim o dağ köyüne. Köy minibüslerinin kalktığı durağa vardığımda minibüs hareket etmek üzereydi. Şoför hemen bana ön koltuktaki boş yeri gösterdi. Zeytin, incir ağaçları arasından, dar yollardan geçiyor, köye doğru yol alıyorduk. Bir saat sonra köy meydanındaydık. Meydandaki kahvenin önünde oturmuş köylüler beni görünce ayaklanıp yer gösterdi, çay söyleyip hal hatırımı sordu. Baş sağlığı diledim köylülere. Merhumun evini sordum, sanırım yeğeni olacak, delikanlılardan biri “Götüreyim sizi,” dedi.  Taş duvarlı toprak damlı evler arasından, tezek ve zeytinyağı kokan sokaklardan geçip geniş bahçeli bir evin önüne geldik. Tek katlı, çatılı bu evin önünde durdu delikanlı. Başıyla evi göstererek “Burası” dedi. Kapıyı çalıp girdik geniş bahçeli eve. Evin sağ tarafındaki çardağın altında üç erkek iki kadın oturuyordu. Bizi görünce hareketlendiler, “Selamünaleyküm, başınız sağ olsun, Ebu Cemil selam eder,” deyip bana gösterilen yere oturdum. “Hoş geldin âşık, Allah razı olsun,” dedi kısa boylu, pos bıyıklı adam. Delikanlı kulağıma eğilip ‘babası’ dedi. “Merhumun ruhuna el Fatiha” deyip ellerimi semaya açıp hayır duamı okudum. Biraz sonra başı yazmalı, şalvarlı genç bir kız bisküvi, lokum ve çay bıraktı önüme. Başımı eğdim, çayımı yudumladım, bisküviden bir parça attım ağzıma. Pos bıyıklı, yüzünün her tarafını keder ve acı bürümüş adam “Merhum tek erkek çocuğumdu, Allah kimseye evlat acısı yaşatmasın,” dedi. Sesi öyle acıklıydı ki, tevekkülle isyan o seste vücut bulmuştu sanki. Gözümden dökülen yaşa mani olamadım. Elimin tersiyle gözyaşımı silerken “Müsaade ederseniz merhuma bir destan düzmek isterim,” dedim mahcup bir sesle. “Hatırasını yaşatacaksa,” dedi babası. Ondan merhumun hikâyesini dinlemek, kelimeleri tespihe dizer gibi sazımla düzen vermek istediğimi tam söylemiştim ki babası:

 

“Sekiz çocuğum var, merhum tek erkek çocuktu. İki yıl önce bitirdi liseyi, vatani görevini yapar gelir, burada bir devlet dairesinde ona iş bulur, sonra da baş göz ederim diyordum. Askere gittiğinde iyiydi, yoktu bir hastalığı. Beş ay sonra telefon geldi, Erzurum’da hastanede yatıyormuş.  Kardeşimle düştük yola, Antep’e varmıştık ki bu defa uçakla Ankara’ya götürüldüğü haberi geldi. Oradan Ankara’ya… Vardığımızda sizlere ömürdü.”

 

Durdu, sesi birden alevlenir gibi oldu. Yaralı bir kurdun öfkesiyle devam etti:

 

“Evlat acısına mı yanayım, bizi orada bir başımıza bırakanlara mı? Bir ambulans, bir cenaze nakil aracı verirler diye bekledik. Ne gelen var ne giden. Otobüsün birine rica minnet ettik, yüklendik cenazeyi.”

 

“Allah rahmet etsin, nur içinde yatsın şehidimiz,” deyince merhumun babası yüzüme şaşkın şaşkın baktı. “Şehit mi, ne şehidi, oğlumu şehit bile kabul etmediler,” sözü kırık dökük bir şekilde döküldü dudaklarından. Nasıl olur, olmaz böyle şey, dercesine baktım etrafıma. Tam o esnada birkaç kişi geldi taziyeye. Bir hafta sonra ziyaretlerine geleceğimi söyleyip müsaade istedim merhumun babasından.

 

Adana’ya içim bin bir kederle dönmüştüm. Bir hafta içinde merhuma bir destan dizmiş, teksir kâğıtlarda bunu çoğaltmış, Antakya’ya, oradan da Kuseyr’in o dağ köyüne doğru yeniden yola düşmüştüm.

 

Çarşamba günüydü. Her çarşamba bu köyde pazar kurulur, Kuseyr o köye akar. Pazara uğramadan merhumun babasını ziyaret edip destandan birkaç nüsha bıraktım. Sazımın teline vurup destanı çığırmak istedim amma yas evinde bu uygun düşmezdi. Merhumun babası nüshalardan birini eline aldı, elleri titriyor yüzünden ızdırap akıyordu,  ilk dörtlüğü okumaya başlamıştı ki gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Sesi titriyor, kelimeler ağzından çıktıkça acı çekiyor, boğazında düğüm düğüm oluyordu:

 

“Bileydim gelmezdim bu yola

Vücudum boyandı kana

Nasip değil imiş dönmek vatana

Babam gözyaşı dökün ağlasın”

 

Gerisini getiremedi, destanın basılı olduğu teksiri bıraktı önündeki masaya. ‘’Allah senden razı olsun âşık, yüreğim dağlandı amma hatırasını yaşattın ya,’’ deyip masada duran bardağı sürahiden doldurup ağzına götürdü. Destanı dinleyen yedi kızı ve başını siyah eşarplarla çatmış karısı evin girişindeki merdivenlere, çiçek tarhının yanındaki kerpiçlere oturmuştu. Kızlardan biri bu sırada kahveleri getirdi. Babası kızına dönerek   ‘’Kızım sen oku abinin destanını, getiremedim gerisini,’’ deyip teksiri ona uzattı. İp incecik, dal gibi bir kızdı, bizim oraların buğday tenli Yörük kızlarına benzemiyordu, sesi teni gibi esmerdi.

 

“Başka ilden dikin mezar taşımı

Silmeyin tabutumun kanlı yaşını

Felek aldı yedi bacının bir kardeşini

Bacıların gardaş desin ağlasın.”

 

Gözyaşları sel olmuş akıyor, merhumun annesi “Ye ruhi, ye kabi, ye aris,”(1) deyip dövünüp duruyordu. Destandan henüz bir dörtlük okuyan esmerce kız yükselen feryatlara dayanamadı, okumayı bıraktı. Annesi, “Kızım oku, oku da merhumun ruhu rahatlasın,” dedi hıçkırarak. Kızın dudaklarından diğer dörtlük akmaya başladı:

 

“Adana’dan görülür Hatay’ın dağı

Bir baba bir oğlu söndü ocağı

Ben şehit oldum asker ocağı

Anam saçlarını yolsun ağlasın”

 

Bu dörtlüğü bitirir bitirmez ağlamaktan kızarmış gözlerini bana çevirip destanı masaya fırlattı, eve doğru koştu. Bu acıya fazla dayanamazdım, bir an önce yas evinden uzaklaşmalıydım. Ağlamalar, gözyaşları arasında müsaade isteyip pazar yerine gittim. İçimdeki acı ve kederle köy meydanındaki kahvenin önündeki taburelerden birine oturup vurdum sazın teline.

 

“Yaralıdır Tacettin Avcı

Döküldü hâkim doktor savcı

Bulunmaz dediler ölüm ilacı

Yarama sarılan derman ağlasın”

 

Kahvenin önünde oturanlar, sesimi duyan pazarcılar, pazar alışverişine gelenler köylüler beni kederle dinliyor, destanı kapış kapış alıyor, ayaklarımın dibine bıraktığım sazın kılıfına paralar yağmur gibi akıyordu. Bense sazımın teline vurdukça vuruyor, destanımı huşuya okuyordum. Pazarda hayat durmuş susmuştu, sazım konuşuyordu bir tek.

 

“Erzurum dağı dumanlıdır duman

Yetişin doktorlar halim yaman

Sağlığımda kalmadı güman

Aman yavrucum desin ağlasın”

 

Kuseyr’e çok gelmiş, destanlar okumuştum. Daha ben destanı okumayı bitirmeden önümdeki teksirler bitmişti. Bu ilk kez oluyordu. Destanımı bitirdiğimde kahveci önüme bir çay bıraktı. Çayımı bitirmiştim ki destanı bir kez daha okumamı istediler. Ayağa kalkıp sazımın kuşağını boynuma geçirdim. Pazarı boydan boya yürüyecek, destanı Kuseyr’in kalbine okuyacaktım.   Çalıp yürüyor, ciğerim şişip iniyordu. Hasırlar üzerine serili, dalından yeni koparılmış sebze meyve kokuları arasına dörtlüklerim karışıyor, entarilerin, şalvarların, kırışık gömleklerin asılı olduğu tellere sesim değiyor, pazarda rahmetlinin hatırasıyla yürüyordum.

 

O gün Adana’ya nasıl döndüm bilmiyorum. Bir daha gidemedim Kuseyr’e. Yıllar geçti. Şubat depreminden sonra merhumun babasını merak ettim, telefon numarasını buldum buluşturdum. Korka korka çaldırdım numarasını. İki üç çalmadan sonra açıldı telefon. Alo, dedi cılız bir ses. “Ben Âşık Hamza, Merhum Tacettin’in babasını aramıştım,’’ dedim ürkek bir sesle. ‘’Benim, siz kimsiniz,” dedi. Kendimi tanıttım, yıllar önce merhum oğluna destan düzdüğümü, hayatta olmasına sevindiğimi söyledim çok geçmiş olsun diyerek. Yardımcı olacağım bir şey varsa başım gözüm üstüne demiştim ki “Allah sizden, sizin gibi insan evlatlarından razı olsun. Evimiz yıkıldı, nemiz var nemiz yok kaybettik amma şükür hayattayız. Destanın başucumda durur her daim. İnsan kaybetmeden anlamıyor kıymetlisini,” dedi aksanlı Türkçesiyle. Ne diyeceğimi bilemedim, kelimeler yumru olmuş boğazımda düğümlenmişti. Ben sormadan “Âşık, senden sonra gitmediğim yer, çalmadığım kapı, önümü iliklemediğim masa kalmadı. Merhumun şehadeti için tükettiğim nefesleri, açtığım davaları bir ben bilirim bir de Allah bilir. Nihayet geçen yıl şehadeti kabul gördü. Oğlumun mezar taşı üzerinde dalgalanan bir bayrak var,” dedi.

 

Hayattaydı, merhumun şehadeti kabul edilmişti. Bu yüreğime su serpse de evini barkını soramadım, ne haldeydi? Antakya’nın yerle bir olduğunu biliyordum. Televizyon ekranlarında, gazetelerin sayfalarında şehrin haritadan silindiğini görüyor, okuyordum. Cesaretimi toplayıp, “Şimdi neredesiniz, eviniz ne halde,” dedim korka korka. “Şehri terk ettik, evimiz kalbimiz gibi enkaz yığını. Gurbete düştü yolumuz.”

 

İnsanı kahreden gurbette olmak değil âşık, zaten ben kendi gurbetime merhumdan sonra gitmiştim. Şimdi de yurduma gurbetteyim. İnsanın gurbeti önce evladına, sonra yurdunaymış.

 

1: Ye ruhi, ye kalbi, ye aris: Ruhum, kalbim, ey damat