Gece yarısı tekrar mezarlığa dönüyorum, satmak için bir şeyler bulmalıyım. Mezarlığın karanlığında ölülerin dilekleri parlıyor. Eğer zamanında gelip etrafınıza iyice bakıp dikkatlice kulak verseniz, mezarlıkta değerli şeyler bulabilirsiniz. Babam ve dedem antika satıcısıydı, ben de antikalar ve unutulmuş hayaller arasında büyüdüm. Zamanı ve nesillerin dileklerini içinde saklayan İtalyan yapımı iki yüz yıllık çatlak bir duvar saati gibi. Depomuz bu tür şeylerle doluydu. Elbette benim gördüğüm ve kimsenin bilmediği şeyler de vardı. Mesela, üzerinde on iki değişik renkte mumun yandığı çikolatalı bir doğum günü pastası vardı. Birisi onu deponun dibindeki altı kişilik yemek masasının üzerine bırakmıştı. Bir zamanlar muhteşem bir masa olmalıydı, şimdi üzeri çatlak ve bir ayağı kırıktı. Masa, müşterisi olmayan eşyaların arasında unutulmuş, karanlık bir köşeye bırakılmıştı. Genellikle oraya benden başkası uğramazdı. Mumların ışığının yansımalarını görünce kalbim hızla atmaya başladı. Eski dolaplar ve büfeler arasından deponun sonuna doğru ilerledim. Bu doğum günü pastasını, altı kişilik yemek masasının üstüne koyan kişi hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Babamla bu tür şeyleri konuşmak anlamsızdı, çünkü benim gördüğüm şeyleri o göremezdi. Uzun bir süre masa ve tozlu bir büfe arasındaki dar alanda durup pastaya dik dik baktım. Sonra garip bir şey gördüm. Oradayken mumlar yandığı halde tükenmiyordu. Normalde bilirsiniz pastalardaki mumlar hızla yanıp kremanın üzerine damlamasın diye hemen söndürülür. Ama bu on iki mum saatlerdir yanmasına rağmen bir türlü sönmedi. Mumları üfleyip depodan çıktım.
Ölülerden miras kalan eşyalarla uğraşanlar çok şey öğrenir. Örneğin, ben antikalara bakıp önceki sahipleri hakkında bilgi edinmeye alışkınım. Tabii ki her zaman işe yaramaz, ama bazen başarılı olmak gerçekten heyecan vericidir. Birkaç gün sonra, depoda titreyen mumların ışığı yeniden belirdi. Oraya gittiğimde on iki mum yine yavaş yavaş yanıyordu. Parmağımı pastaya batırıp tadına baktım, taze ve lezzetliydi. Belki sahibini bulabilirim diye pastaya yumuldum. Tam o anda, masanın başında oturan çocuğu fark ettim. O da pastaya yumulmuştu. Her şey yavaş yavaş anlam kazanmaya başladı. İsmi Ali Rıza’ydı, yıllar önce bir bombardımanda ölmüştü. Bombardımanın olduğu gece, on ikinci doğum günüydü ve on iki mumlu bir pasta istemişti. Altı kişilik yemek masası, evlerine düşen bombadan geriye kalan nadir şeylerden biriydi. Bu sefer mumları söndürmeden depodan çıktım. Birkaç gün sonra, yeni evlenmiş bir çift, altı kişilik yemek masası almak için dükkânımıza geldi. Onlara kırık masayı gösterdim. Masaya bayılıp satın aldılar. Onun, şöyle bir elden geçirildikten sonra, evlerinin en özel parçasına dönüşeceğini söylediler. Babam, kırık bir masanın satılmasına inanamıyordu. Onun on iki mumdan da haberi yoktu ama ben o genç çiftin de, Ali Rıza’nın on ikinci yaş gününde tuttuğu dilekten habersiz olduğuna eminim!
Büyük şehirlerin civarında geniş araziler bulunur; insanların kullanmayıp atıkları ya da kullanıp attıklarıyla ve çöplerle doludur. Bu çöplerde bazen değerli şeyler de bulunur. Mesela ben, altın saat veya sağlam bir bisiklet bulmayı başaran çöpçüler tanıyorum. Ancak en değerli şeylerin insanların gömüldüğü yerlerde bulunduğunu düşünüyorum. Dünya üzerindeki tüm mezarlıklar, kabul olmamış dileklerle doludur ve aralarında bazen değerli şeyler de bulunur. Eğer gece yarısında mezarlıklardan korkmaz ve aramak için fırsat bulursanız, kesinlikle benim gibi sizi de zenginleştirecek şeyler bulabilirsiniz. Bugün Tahran’ın en ünlü antika dükkanının sahibiyim. Ancak beni gerçekten tanıyanlar, benim antikalardan daha çok, nadir ve birinci sınıf dilekler sattığımı çok iyi bilir. Almanya, Rusya ve Japonya’dan bile iyi müşterilerim oldu. Ancak pek az kişi benim bu değerli şeyleri nereden bulduğumun farkındadır. Yıllardır, Tahran’ın çevresindeki mezarlıklarda gece yarısı yürüyüp, son şanslarını kaybeden insanların, boş ve tekrarlanan dileklerinin arasında en değerli şeyleri buluyorum.
Sahil yolunda, üstü açık bir arabada, ela gözlü bir kadın var ve rüzgâr sarı saçlarını savuruyor… Bu, üç yıl önce yapayalnız hayatını kaybeden Rıza’nın dileğiydi. Birbirine sarılmış bir çift… Bu, hayatının son gününe kadar ablasının kocasına âşık olan Melihe’nin dileğiydi; yedi yıl önce, yumurtalık kanserinden ölmüş. Yetmiş beş metrekarelik bir daire… Siamak’ın dileği. Tüm hayatını kiracı olarak geçirdikten sonra, kırk iki yaşında kalp krizinden ölen sıradan bir muhasebeci. Şirin, bir ağacın dalında oturmuş ayaklarını sallıyor, mavi elbiseli ve gülümseyen on altı yaşında bir kız… O, bir sınır garnizonun koruma kulesinde kendini vuran, Morteza’nın dileğiydi.
Dolu bir bavul para, özel havuzlu büyük daireler, fit ve parlak vücutlar, binlerce dolarlık fahişeler, ünlü olmak, mücevherler, pahalı arabalar… Mezarlık, sıradan dileklerle dolup taşıyor, şekilsiz insanların basit ve sade hayatlarıyla. Bunlar, yavaş yavaş ay ışığının altında çürüyüp kaybolan ve her gün yeni ölülerin yanlarında getiren, bencil dilekler. Her dilek satın almak için değerli değildir, kimse kolayca hayal edebileceği şeyleri aramıyor ve almıyor.
Eski ağaçlar Beheşt-e Zehra’[1]da ay ışığında parlıyor. Burada uzun duvarlar ve kısa çitler var, üzerlerinden kolayca atlayıp kimseye görünmeden tüm gece mezarlar arasında dolaşabilirsiniz. Bu büyüklükte bir mezarlıkta her şey bulunabilir. Birkaç gece önce gülümseyen bir kadın gördüm. O, kendi dileğiydi. İran’dan uzun yıllar önce iki oğlu ve bir kızıyla ayrılmış, güzel bir yaşam sürmüşlerdi. Orta yaşlarına geldiğinde eşiyle hiçbir ortak noktası kalmadığını anlamış. Hayatının son on beş yılında kimse onu öpmemiş, sarılmamış. Onun arzusunu satın aldım ve iki gün sonra Naseri dönemine ait işlemeli bir aynalık çerçevesiyle, iyi bir fiyata sattım. Müşterilerim, aldıkları şeyleri sadece antika oldukları için almıyorlar, bu eşyaların içlerinde eşsiz dileklerin bulunduğuna ve benzerini hiçbir yerde bulamayacaklarına inandıkları için alıyorlar.
Üzerinde sayısız çukurlarıyla dolunay, kar beyaz parlak kabukları olan çınar ağaçlarının arkasından yükseliyor. Etrafımda, ay ışığı altında parlayan sayısızca mermer ve köşelerde, mezar taşlarının arasında dolaşan gölgeler görüyorum. Bir hafta önce, bir çınar ağacının altında pembe renkli bir kutu hap buldum. Bu, Tahran Kapalıçarşı’sında dükkânı olan ve geçirdiği üç ameliyattan sonra kolon kanserinden vefat eden yetmiş yaşındaki adamın dileğiydi. Büyük evini, çiçekleri, eşi ve çocuklarını seviyordu, onları terk etmekten korkuyordu. Kanserin ilerlemesini durduracak, on iki saatte bir alınması gereken, pembe renkli bir hapın var olmasını dilemişti.
Çınar ağaçlarının ötesinde, demir kapılarla kilitlenmiş özel ve aile mezarlarının sıralandığı bir yerde, çeşitli cennetler bir araya gelmiştir; daima yeşil olan ağaçlar, akışkan nehirler ve gülümseyen güzel huriler…. Gece böcekleri, çürüyen arzular yığınının etrafında dönüyor. On bir yaşındaki Hamid Rıza, çürümekte olan cennetler yığınının yanında geceleri basketbol oynuyor. Hamid Rıza, öğleden sonra tekerlekli sandalyesinde onu evlerine yakın bir parkta dolaştıran bir babanın son çocuğuydu. Hamid Rıza, doğru düzgün dik tutamadığı kafasıyla, çocuklar basketbol oynarken onları izlerken bir gün kendi ayaklarıyla havaya zıplamanın hayalini kurardı.
Antikalar ve insanların istekleriyle uğraşırken, eski ve yıpranmış eşyaları parlatıp cilalamak ve onları pazarlamanın bir yolunu öğrenmelisiniz. Mezar kokan bir dileği veya başarısız bir rüyayı kimse satın almaz. Örneğin, sadece kızının evliliğini görmek için birkaç ay daha yaşamak isteyen bir babanın dileğini, yüz yaşında olduğu iddia edilen Çek malı bir kadehin içinde saklayabilirsiniz, böylece müşteriler, parçaların gerçek değerinin çok üzerinde ödemeye razı olup yaşam tutkusunu yeniden kazanabilirler. Sizi fal bakıcısı ya da kâhin olarak yanıltmaya çalışanlar veya büyük miktarlarda para talep etmek isteyenler de olabilir. Değerli dileklerinizi bunlara göstererek, sadece zamanınızı kaybedersiniz. Bazıları size dileklerini satmak veya onları başka bir şeyle değiştirmek isterler. Örneğin, on yedi yaşındaki bir kızın görmek istediği birinin, otuzlu yaşlarına geldiğinde adını bile zor hatırlaması ve şimdi en büyük dileğinin birçok şeyi unutmak olması gibi. Bu iyi bir anlaşma olabilir.
İyi müşterileri kaybetmemek için her zaman depoda özel şeyler de saklamalısınız. Hayat boyu değerini koruyacak dilekler. İyi bir anlaşma yapabilmek için küçük ve önemsiz görünen eşyaların değerini de anlamalısınız. Mesela, ölmüş eşinin kadife terliklerini atamayan kocası, bir annenin aynanın önünde saçını kestiği küçük bir çelik makas veya beş yaşındaki bir çocuğun ilk kez sürmeyi başarabildiği eski bisikletinin selesi.
Genellikle kimse böyle şeylere sahip olmak istemez ama hayatları bu tür küçük şeylere bağlı olan insanlar da bazen size gelebilir. Koleksiyonumda, üzerinde acemice kırmızı bir kuşun resmi işlenmiş eski bir tahta tarak var. Önceki sahibi, tamı tamına 170 tane uyku hapı alarak intihar etmiş. Bu tarak, herkesi hayata döndürebilir. Bir zamanlar bir hapishane hücresinin duvarına monte edilmiş küçük, demir bir pencerem var ve içinde gökyüzünden bir parça görünüyor. Dolunaylı gecelerde etrafa dikkatlice baktığınızda, bazı mezarların gökyüzünde yüzen, ince ve şeffaf yüzeyinde ayın yansıdığını büyük balonları andırdığını görürsünüz. Bunlar ya dileklerine kavuşamayan ya da kavuştuktan sonra kaybeden insanların mezarıdır. Hayatlarını bir şey arayarak veya bekleyerek geçirmiş insanlar, net bir görüntüsü olmayan veya meçhul bir şeyin peşinde olanlar… Bu boş balonlara elinizi uzattığınızda, patlama seslerini karanlık Beheşt-e Zehra gecesinde duyarsınız.
Bazen, dilek koleksiyoncularının ilgisini çeken şeyler de bulunur: Jale, Emir’in hayatında öptüğü ilk kadındı. Jale evlendikten sonra İran’ı terk etti, üç çocuk dünyaya getirdi ama Emir yıllar boyunca onu yeniden görmek istedi. Emir’in Jale’ye dair, onu anısında canlandıracak bir şeyi yoktu, hatta küçük bir fotoğraf bile, birkaç yıl sonrada yüzünü bile hatırlamaz oldu. Emir’in dileklerinde Jale’nin yüzü yoktu. Jale’nin yıllar sonra geri döndüğünü ve şimdi mezarlık komşusu olduklarını hiç bilemedi. Jale’nin, Emir’in dileklerine benzer bir dileği yoktu, o yüzden sadece mezarlığında bir yığın terkedilmiş ve atılmış dilekler geride bıraktı. Hatta çöp toplayıcılar bile böyle dilekleri toplamak için zahmete girmiyorlar artık.
Yine de bazen boşa geçmiş bir yaşamın artıklarından ortaya çıkan ilginç kalıntılar buluyorum:
Kiumers , babasının bir gün bir kadının yanında aşkın tadına varmasını istiyordu… Samira’nın arzusu, bir erkekle sevişip hamile kalmak ve ardından o adamın sorunsuz bir şekilde hayatından çıkarmak… Gerçek bir isim, meçhul bir mezarda defnedilen bir askerin dileğiydi. Serseri bir kurşun onun göğsüne saplandığında sabah vakti ve gökyüzü pespembeydi. Gösterisini izleyen binlerce kişinin kahkahaya boğulduğu komedi oyunlarının sevilen aktörü Behnam’ın dileği, annesinin gülümsemesini görmekti. Annesi kronik depresyondaydı ve Behnam, onu güldürmek için oyuncu olmuştu. Bir Trabzon hurması, Melika’nın dileğiydi, o sadece dört yıl yaşadı, bir seyahatte ilk kez bu garip meyveyi gördü ve birinin meyveyi kabuklu ısırmasına şaşırmıştı. Melika konuşmayı yeni öğrendi, ama bu garip turuncu şeyin adını hiçbir zaman öğrenemedi.
Dünyanın en iyi antika satıcıları bile genellikle kimseye satmadıkları antikalara sahiptirler. Dükkanımın deposunun sonunda – yıllar önce Ali Rıza’yı on iki mumla gördüğüm yer – özel bir lunaparkım var. Orada en iyi dilekleri kendim için topluyorum. Orada sürekli gökyüzünde heyecan verici bir sesle, havai fişekler patlıyor, renkli lambalar ağaçlara asılmış ve serin gece rüzgarında sallanıyor, biri pembe renkli dondurma külahını ısırıyor. Çocuklar dönme dolaba doğru koşuyor, bir kadın ve bir erkek su birikintisinin uzun kamışları yanında birbirlerini öpüyor… On beş yaşındaki yabancı bir inşaat işçisinin pazar gününü bekleyerek, şehirde amaçsızca dolaşıp binaları ve insanları izlemesi. Hatta anlamlandıramadığım şeyler de var. Kolları dönen, ancak içindeki zaman durmuş bir saat gibi mesela. Belki de böyle bir dileği bulmak yıllar sürebilir…
Eski mezarlığın bulunduğu bölümde sıra sıra yüksek çam ağaçları… Burası mezarlığın diğer bölümlerine göre daha karanlıktır ve yürürken ayaklarınızın altında kuru çam yapraklarını ve düzensiz zeminin yumuşaklığını hissedersiniz. Çam ağaçlarından taze reçine kokusu gelir.
Arada bir, ağaç kabuklarının koparılma sesini veya kurumuş kozalakların düşüşünü duyarsınız.
Bu mezarlık bölümünden geçerken bazen ne aradığınızı bile unutabilirsiniz. Burası daha eski ve yıllar önceki tüm dilekler burada çürümüş ve yok olmuş durumda. Ben genellikle Beheşt-e Zehra’nın bu bölümüne akşamları uğrarım. En değerli hazineleri burada bulurum. Yağmur mevsiminde, toprak nemli olduğunda, yaşamın unsurları kolayca parçalanır, toprağa yayılır ve bazen yüzeye çıkarlar. Dolunaylı gecelerde eğer iyi bakarsanız, ağaçların arasında parlayan eskimiş mezar taşlarının, yeşil ve mavi fosforlu renklerini görebilirsiniz; bunlar sayısız ölünün kafataslarından toprağa sızan bileşiklerdir. Yıllardır bir şey (her neyse) eski bir mezar taşının üzerinde oturmuş orada kalıyor. Adam mı, kadın mı, ne olduğu belli değil ama artık hiçbir dileği olmadığı apaçık ortada. Tüm dilekleri hayal kırıklığına dönüşerek yavaş yavaş yok olmuş ya da istediği her şeye ulaşmış ve dilekleri artık anlamını yitirmiş. Zaman zaman yaşlı çam ağaçları arasında oturur ve onu izlerim. Zamanın akışını unuturum, hangi saat olduğunu fark etmem. Güneş doğmadan önce mezarlığı terk etmeliyim. Çünkü gün ışığında bulduğum tüm değerli dilekler ortadan kaybolur, verdiğim onca emek boşa gider. Ben de o parlayan şey (her neyse) gibi, dileklerimin çoğuna ulaşmış ve onların parlaklığını kaybetmiş durumdayım. Hayatımdaki tek büyük dileğim, o dileksiz ve hayal kırıklığı içindeki şeyi (her neyse) bir gün elde edebilmek. Başarılı olursam, dükkandaki tüm antikaları satıp onu kendi özel lunaparkıma götüreceğim.
Mor ve altın rengi bir ışık ufukta beliriyor. Bu gece için artık yeter. Belki yarın yaşlı çam ağaçları arasındaki o şeye dokunabilirim.
(Karnaval Dergi için çeviren: Solmaz Arzili.)
[1] Tahran’ın yakınında yer alan büyük bir mezarlığın adı.