Geçen yüzyılın siyasi, hukuki, askeri, edebi ve entelektüel sonuçları olan önemli vakalarından biri de Dreyfus Davası’dır. Dava geçmişte çok konuşulmuş, günümüzde hâlâ konuşulmakta, gelecekte de üzerine konuşulacak mahiyete sahiptir. Öyle görülüyor ki bu dava, insanın adalet ve hakikat arayışı sürdüğü müddetçe önemini yitirmeyecektir.
1894–1906 yılları arasında sadece Fransa’da değil, tüm dünyada tartışma yaratmış, bu arada Fransa’yı da adamakıllı sarsmış siyasi, hukuki ve askeri bir skandal olan Dreyfus Davası’nın hikâyesine kısaca bakmak lazım.
1894 yılının Eylül ayında, başında Yarbay Sandrherr’in bulunduğu Fransız Haber Alma Servisi, Paris’teki Alman Askeri Ateşesi Schwartzkoppen’in kâğıt sepetinde gizli belgelerin gönderildiğini bildiren ve içinde hesap dökümü bulunan bir mektup bulur. (120’lik topların hidrolik freni ve sahra toplarının bir manivelasıyla ilgili) Mektubun başlığı borderau’dur(bildirge, açıklama). Mektuptaki yazı orduda yüzbaşı olarak görev yapan Yahudi asıllı Alfred Dreyfus’un el yazısına benzetilir. Dreyfus, Fransa’nın askeri sırlarını Almanya’ya satmakla suçlanır, 15 Ekim 1894’te tutuklanır. Her ne kadar suçsuz olduğunu ileri sürse de kimseyi inandıramaz Dreyfus. Çünkü kendisini yargılayanlar, adaletin hassas terazisini bozmaktan çekinmeyecek kadar milliyetçilikle zehirlenmiş Yahudi düşmanlarıdır. Öyle ki delil olarak kabul edilen mektup(borderau) kendisine gösterilmez bile. Adaleti değil, adaletsizliği yerine getiren mahkeme 22 Aralık 1894’te Dreyfus’u suçlu bulur. Rütbesi sökülen Dreyfus, Fransız Guayanası’na bir mil uzaklıktaki Şeytan Adası’na cezasını çekmesi için gönderilir. Adada tecrit edilen Dreyfus intihar teşebbüsünde bulunur, fakat kurtarılır.
Kardeş Mathiev Dreyfus, ağabeyinin Yahudi olduğu için mahkûm olduğuna inanmaktadır, davanın peşini bırakmaz. Kendisine yine Yahudi olan genç bir gazeteci Bernard Lazare yardım eder. 1896’da Haber Alma Servisi’nin başına Albay Gerge Picquart gelince işin boyutu değişir. Yahudileri sevmeyen, fakat adalete inanan Picquart’e, Alman Askeri Ateşesi’nin çöp kutusunda alınmış bir mektup bulur. Bu mektup sayesinde “borderau” başlıklı mektubun Esterhazy’in elinden çıktığı anlaşılır. (Borderau’daki yazı Esterhazy’in yazısının aynısıdır.) Durumu komutanına bildiren Picquart, belgeyi yakmadığı için komutanından azar işitir, rütbesi yükseltilip Tunus’a gönderilir. Picquart bir bakıma susturulmaya çalışılsa da Dreyfus’un mahkûm olmasına neden olan mektubun aslında Macar asıllı Binbaşı Esterhazy’ye ait olduğu açıklanmıştır bir kere. Dava bu açıklamadan sonra boyut değiştirir, tüm Fransa’yı ilgilendirir hale gelir. (Bu arada Picquart, Tunus’ta ölümün eşiğinden döndüğünden, davayla ilgili sırrını mezara götürmemek için mektubun bir kopyasını avukatına gönderir. Ve senato başkanı Kestner, Dreyfus’un masum olduğuna inanır, 14 Temmuz 1897’de düşüncelerini senatoda açıklar.) İşin içine aydınlar girmiştir artık. Dava yeniden görülsün diye bastırırlar. Ama askerlerin sesi, aydınların sesini bastırmış olacak ki tüm bu çabalar sonuçsuz kalır. Bu arada Esterhazy kendi isteğiyle mahkemeye çıkar ve beraat eder.
Senato başkanı 14 Temmuz’daki konuşmasından sonra Emile Zola ile buluşur. Zola, başkanın elindeki çok gizli belgeleri inceler. Dreyfus gerçekten suçsuzdur. Kararını verir (Kasım1897). Artık susmayacak, beynini ve yüreğini kemiren bu olayda yazarlık kimliğinden daha çok insan olmanın ağır yüküyle askerlere, yargıya, siyasilere, koyu Katolik Fransız ırkçılarına, kısacası Fransa derin devletine savaş açacaktır. Çok sevdiği karısına şöyle yazmıştır: “Bu sorun çoktandır beynimi, yüreğimi kurcalayıp duruyordu. Uyuyamıyordum. Bana ne deyip susmayı alçaklık buluyordum. Bundan böyle başıma gelebilecek şeyler hiç umurumda değil. Yeterince güçlüyüm ve bu haksızlığa meydan okuyorum.”
Aydınlar savaşını başlatan Zola’nın ilk yazıları Le Figaro gazetesi yayınlasa da (Sendika, Gençliğe Sesleniş) gazete baskılardan yılar ve Zola’nın son derece önemli o tarihi mektubunu bir başka gazete yayınlar. Emile Zola, 13 Ocak 1898’de L’Aurore(Şafak) gazetesinde Fransız Cumhurbaşkanı Felix Faure’ye J’Accuse (Suçluyorum) başlıklı bir açık mektup gönderir. Mektubun ilk bölümünde davayla ilgili gelişmeleri anlatır, Dreyfus’u mahkûm eden ve onun yeniden yargılanmasına engel olan orduyu, davadaki general, yargıç ve el yazısı uzmanlarını sert bir dille suçlar. Gerçek suçlu Esterhazy’i koruyan ordu içindeki güçlere saldırır. Son bölümde ise Dreyfus’un neden suçlanamayacağını anlatır, mektubu şöyle bitirir: “Gerçeğin ışığına olan tutkumdan başka hiçbir şeye tutkun değilim. İnsanlık adına çok acılar çekmiş ve mutluluğu hak etmiş birisi olarak size sesleniyorum: Bu yazdıklarımdan dolayı beni mahkemeye çıkarın ve gerçekler gün ışığına çıksın. Bekliyorum.”
Bu yazıdan sonra “Gençliğe Mektup” ile “Fransa’ya Mektup” adlı iki broşür yayınlanır. Broşürlerin yankısı sert olur. Paris meydanları, sokakları Zola’ya ve Yahudilere kin duyan ırkçıların çığlıklarıyla dolar. “Zola’ya ölüm!” “Yahudilere ölüm!” sloganları işitilir. Zola, Seine ırmağına atılmak istenir; ölüm tehditleri artınca bir süre İngiltere’ye kaçmak zorunda kalır. (İkinci yargılama sırasında tekrar döner.) Bu arada mektuptan dolayı yargılanır. Bir yıl hapis ve üç bin frank para cezasına çarptırılır. Ayrıca Legion d’honneur nişanı elinden alınır. Öte yandan kendisine destek veren bin beş yüz sanatçı, ressam, düşünür, bilim adamı mektubun altına imzalarını atar. Mektup, Zola’nın mektubu olmaktan çıkar ve tarihe “Fransız Aydınlar Dilekçesi” olarak geçer.
Yine aynı yıl(1898) Fransız Haber Alma Servisi’nin teknik elemanı Ciugnet, Dreyfus aleyhindeki tek belgenin sahte olduğunu ortaya çıkarır. Bunun üzerine Dreyfus’u ihbar eden Hery adındaki albay gerçekleri açıklayıp intihar eder. Bu gelişmeler karşısında- ordunun karşı koymasına rağmen hükümet davanın yeniden görülmesi için Yargıtay’ı görevlendirir. Yargıtay 1899’da Dreyfus’un askeri mahkemece yeniden yargılanmasını kararlaştırır. Yeniden yargılanan Dreyfus tekrar suçlu bulunur, fakat bu sefer hafifletici nedenlerle daha az bir ceza verilir. Cumhurbaşkanı ise karardan on gün sonra Dreyfus’u affeder. Ancak affedilmesi Dreyfus’un suçsuzluğunun ispatı anlamına gelmez, zaten haklarını da geri alamaz ve tabii ki tartışmalar da son bulmaz.
Davanın ikinci kez görülmesi Fransa’yı tam manasıyla ikiye böler. Drumant tarafından yönetilen sağcıların, Yahudi aleyhtarlığı mücadelesi yeniden şiddetlenir. Solcular da Genel Kurmay’ın beceriksizliği yüzünden orduya cephe alırlar. Adalet ve gerçeği isteyen Dreyfuscular(solcular) ile ordunun şerefini her şeyden üstün tutan Dreyfus karşıtları (sağcılar) arasında çatışmalar yaşanır. Dreyfusçular, İnsan Hakları Birliği Teşkilatı etrafında toplanınca, Dreyfus karşıtları da Fransız Vatan Birliği’ni kurarlar. Fransa, endişe verici şekilde kutuplaşmış; dostluklar, arkadaşlıklar ve hatta aileler bölünmüştür.
Bölünmenin yazar-çizer ve sanatçılar cephesi ise şöyledir: Dereyfus ve Zola’yı destekleyenler arasında; Anatole France, Proust, Durkheim, Gide, Manat, Monet, Mallarme, Signac, Pissaro, Rostandt, Apollianire, Materlinck, Clemenceau, Reinach ve Charles Peguy gibi yazarlar/aydınlar vardır. Zola ve Dreyfus karşı olanlardan bazıları ise şunlardır: Cazanne, (Zola’nın okul arkadaşıdır ve aralarında çok sıkı dostluk olmasına rağmen Zola, Cazanne ile olan dostluğunu bozar.) Degas, Renoir, Rodin, Rimbaud, Mistral, Valery ve ünlü macera romanları yazarı Jules Verne.
Basın da bölünmüştür. Le Figaro, La Patrie daha tarafsız bir yayın politikası izlerken; Le Sifflet, Siècle, L’Aurore Dreyfus’u destekler. Yazdıkları yalan haberlerle kamuoyunu yanıltan, halkı Zola’ya ve Dreyfus’a karşı kışkırtan; La France Juive, La Libre Parole, Le Petit Journal, La Lanterne, L’Écho de Paris, La Croix gibi çok sayıda gazete de vardır.
Ve sonunda üçüncü kez yargılanan Dreyfus bu kez beraat eder (1906). Binbaşı rütbesiyle orduya geri döner. Çektiği çilelere karşılık kendisine Legion d’Honneur nişanı verilir. 1.Dünya Savaşı’na katılır, 1935’te ölür.
Gelelim işin ilginç yanına. Legion d’Honneur nişanı alan Dreyfus hakkında Fransa ordusunun açıklaması onun affedilmesi ile ilgilidir. Yani ordu Dreyfus’u suçsuz bir asker değil, affedilmiş bir asker olarak görmektedir. Ordunun Dreyfus’u suçsuz ilan etmesi 1995 yılında, özür dilemesi de 1997 yılında gerçekleşir. Arada neredeyse yüzyıl geçtikten sonra Fransa gibi bir Avrupa devleti bu utancı üzerinden atar.
Emile Zola, yola çıkarken “Bundan böyle başıma gelebilecek şeyler hiç umurumda değil. Yeterince güçlüyüm ve bu haksızlığa meydan okuyorum.” derken başına gelecekleri biliyordu, ama alçakça öldürüleceğini herhalde tahmin edemezdi. Soğuk bir gece olan 27 Eylül 1902 gecesi Zola ve eşi şömineyi yakıp uyurlar. Karbon monoksit zehirlenmesiyle 28 Eylül 1902 sabahı kendisi ölü bulunurken, komaya giren eşi kurtarılır. Zola, sağcı-faşist cephe tarafından gizlice ortadan kaldırılmıştır. (Buronfosse adlı bir sağcı, çatıyı onarmak bahanesiyle evinin bacasını tıkamıştır. Buronfosse ölmeden önce cinayeti itiraf etmiştir. Fakat bunun sadece bir iddia olduğunu ileri sürenler de vardır.)
Dreyfus davasının 19.yüzyılın önemli vakalarından biri olmasını, dünya tarihinde yer etmesini sırf bir askerin haksızlığa uğramasıyla açıklamak doğru değildir. Dreyfus’tan sonra da haksız yere suçlanmış, işkence görmüş, hapse atılmış, öldürülmüş çok sayıda insan vardır. Yukarıda da bahsettiğim gibi davanın önemi siyasi, hukuki, askeri, edebi ve entelektüel sonuçlarının olmasından kaynaklanmaktadır. Şimdi bu sonuçlara kısaca değinelim.
- Dreyfus Davası “aydın” kavramına farklı bir bakış açısı getirmiştir. Aydın kimdir? Entelektüellik nedir? Günümüzde de tartışma konusu olan bu terimler Emile Zola’nın dava boyunca sergilediği tutumla farklı bir boyut kazanmıştır. “Entelektüel” yani “aydın” daha eski bir terimle “münevver” sözcüğü Latince “intellect” kelimesinden gelmektedir; anlamı akıl ve zekâdır. Aydın denilen zümre, modern anlamda Fransız İhtilali’yle ortaya çıkmıştır. Toplumsal duruşları gereği herhangi bir sınıfın karakteristik özelliklerinin tamamını göstermezler, buna rağmen toplumun üst kademelerinde yer alırlar. En belirgin özelikleri yetenekli olmaları ve çok iyi eğitim görmeleridir. Fakat dava süresince Emile Zola’nın sergilediği tutum “aydın” kavramını yeniden tanımlamayı zorunlu kılmıştır. O tanım da şöyledir: Aydın, yaşadığı dönemde olaylara şahit olup haklıdan, mazlumdan, yana olan; haksızlık karşısında, zulüm karşısında korkup susmayan ve gerektiğinde bedel ödeyebilendir. Buradan hareketle şunu diyebiliriz; aydın sıfatı bir kez kazanıldı mı sürekli kullanılacak bir sıfat değildir. Aydın olarak bilinen kişi susuyorsa, korkuyorsa, bedel ödeyemiyorsa sıfatını yitirir. Yoksa dünyanın en kolay işidir hükmedenden, güçlüden yana tavır koymak.
- Dreyfus Davası’nın bir diğer önemli sonucu da yargının siyasileşmesinin ülkede yarattığı tahribattır. Yurttaşların yargıya olan güveninin sarsılması aslında o toplumda birlikte yaşama arzusunun yok edilmesi demektir. Görevi, elindeki teraziyle adalet dağıtıp toplumun vicdanı olması gereken yargıç hakikatin ışığını hiçe sayar; güçlünün, zenginin, statükonun yanında yer alırsa, bir ferdi olduğu topluma kolay kolay unutulmayacak zararlar verir. Fransa, dava süresince yargının siyasileşmesinin bedelini ağır şekilde ödemiştir. Bu süreçte aile bağları zedelenmiş, arkadaşlıklar/dostluklar sarsılmış, toplum birbirini boğazlayacak kadar iki zıt kutuba ayrılmıştır.
- Davanın tarihsel başka bir sonucu da ırkçılığın bireye, topluma ve hatta ülkeye verdiği zararları gözler önüne sermesidir. Modern dünya bugün ırkçılığı yok edilmesi gereken bir illet olarak görüyorsa bunda Dreyfus Davası’nın önemi büyüktür. Modern dünya bu dava sayesinde ırkçılığın toplumun vicdanını nasıl çürüttüğüne, farklı olana duyulan nefretin bir ülkeyi nasıl ateş topuna çevirebileceğine şahit olmuştur. Yine, kendilerini üstün ve seçilmiş sananların hakikat karşısında eninde sonunda yenileceği de görülmüştür. Aldıkları tüm devlet imkânlarına karşın ırkçıların mücadeleyi kaybetmesi, Fransa hükümetinin hakikat karşısında yenildiği anlamına da gelir. Dreyfus Davası göstermiştir ki hakikatin ışığı karşısında devletler bile duramaz. (Fakat bu ibretlik dava, ırkçılık illetinin diğer Avrupa ordularına bulaşmasını engelleyemez.)
- Yönetenlerin her dediğine inanılmaması gerektiği fikri Dreyfus Davası’ndan sonra önem kazanmıştır ki bu da davanın önemli bir başka sonucudur. Albay Gerge Picquart’e “borderau” başlıklı mektubun Dreyfus’un değil, Esterhazy’in elinden çıktığını ispatlaması başarı olarak görülüp takdir edilmesi gerekirken, tam tersine belgeyi yakmadığı için komutanından azar işitmesi ve bir bakıma Tunus’a sürgüne gönderilmesi yönetenlerin her dediğine inanılmaması gerektiği fikrinin kanıtlarından biridir. Savaş Bakanı’nın (Genaral Mercier) Dreyfus hakkındaki gizli dosyayı, Dreyfus ve avukatının haberi olmadan el altından mahkemeye göndermesi ve mahkemenin bu usulsüzlüğü kabul etmesi de yöneticilerin/yargıçların dava sırasında sergilediği bir başka skandaldır. Zola’nın, hakikatin ortaya çıkması için yazdığı mektup yüzünden bakanlar kurulunca mahkemeye verilmesine ve Dreyfus’un suçsuzluğunun kanıtlanmasına rağmen affedilmesi- (Suçsuz kişi nasıl affedilir ki?) saçmalığına da bu açıdan bakılabilir. Özetle, Fransız devlet adamları dava boyunca ellerindeki imkânlarını kullanarak Dreyfus’un suçsuzluğunun ortaya çıkmaması için çok uğraşmışlar; yani Fransızlara yalan söylemişlerdir.
- Edebiyat mı siyaseti etkiler, yoksa siyaset mi edebiyatı şekillendirir? Soruya iki farklı açıdan da cevap verilebilir; ama edebiyata ve siyasete ilgi duyan herkes bilir ki siyaset her zaman edebiyata ilham kaynağı olmuş, yol göstermiş ve hatta sınır çizmiştir. Siyasi bir kararla girişilen Truva Savaşları olmasaydı İlyada ve Odessa destanlarından bahsedebilir miydik? Napolyon, Rusya’ya sefer başlatmasaydı Savaş ve Barış’ı okuyabilir miydik? Bizde Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı denilen akımın ilham kaynağı cumhuriyetin getirdiği reform ve yenilikler değil midir? Ekim devriminden sonra Rus edebiyatı farklı bir yola girmemiş midir? Örnekleri çoğaltabiliriz. Fakat -az da olsa- edebiyatın siyaseti yendiği ve hatta ona yol gösterdiği durumlar da vardır. Gazap Üzümleri yayınlandığı dönemde Amerikan yönetimini göçmenlerin sorunlarını görmeye zorlamış; dönemin First Lady’si Eleanor Roosevelt romanın etkisiyle göçmen sorununa eğilmiştir. Bizde de 1922’de yayınlanan Çalıkuşu, Mustafa Kemal’i çok etkilemiş, roman cumhuriyet sonrası yaptığı yeniliklerde Atatürk’e ilham kaynağı olmuştur. Başka örnekler de verilebilir elbette. Bunlar edebiyatın siyaset karşısında kazandığı zaferleridir. Ama bana göre bu zaferlerin en büyüğü Zola’nın Dreyfus davası sırasında yazdığı yazılardır. Dava süresince yazdığı makale ve mektuplar onun edebiyatçı kimliğinden ayrı tutulamaz. Yalın, inandırıcı dille yazılan bu metinler Zola’nın külliyatının bir parçası olarak görülmelidir. Özellikle Cumhurbaşkanı Felix Faure’ye hitaben yazdığı J’Accuse (Suçluyorum) başlıklı açık mektup bir bakıma edebiyatın siyasete başkaldırısı ve edebiyatın siyasete yön verecek kadar güçlü olabileceğinin kanıtıdır. Bu da Dreyfus Davası’nın tarihe mal olmuş başka bir önemli sonucudur.
Son söz olarak şunu diyebiliriz: Bir kişi, bir ülkenin kaderini değiştirebilir. Bu kişinin illa politikacı veya asker olmasına gerek yoktur. Fransa bugün Dreyfus Davası gibi bir utancın altında ezilmiyorsa bunu bir romancı olan Emile Zola’ya borçludur.
6 Nisan 2005
7 Eylül 2018
KAYNAKLAR:
- Büyük Kültür Ansiklopedisi, Cilt:4
- Papirüs Dergisi, Şubat 1998
- Dünyayı Sarsan 1000 Büyük Olay, Milliyet Gazetesi Yayınları
- Ana Britannica, Cilt:7