Roman Kahramanları’ndan Çağrı
- 06 Eylül 2024
Yitenlere, kalanlara ve dayanışan herkese…
Sabaha karşı.
Mübarek akşamdan bu yana şakır şakır yağıyor. Şimdi de yayılımla çakan şimşeklerle birlik kendini dökmeye doymuyor.
Işıklar erkenden söndürülmüş, hele şu ay bi geçsin, arkası bahar, denilerek uyunmuştu. Sobaların içerisindeki kötü kömürler küllenmiş, elektrikli sobaların fişi çoktan çekilmiş. Sokaklar karanlık, evler sağırdı. Tam da hırsızların işe girişme saatleri. Yağmur, karanlık ve ev içlerinde ölümüne uykular. Şakırdayan yağmurun sesinden başka cılız köpek havlamaları duyuluyordu ara sıra. Bir zaman sonra havlamalar çoğaldı, çoğaldı, çoğaldı. Çatırdayan gökyüzüne karıştı sesleri. Uykusu tavşan olanlar köpeklerin kudurduklarını sanıp “Hayırdır inşallah,” dediler, “Hayırdır inşallah.” Aslen görünürde bu kadar kuduracakları gölgeler, rakip çeteler yoktu. Derken, köpeklerin ardından kediler de huzursuzlandı, yağmur yağmayaydı çoktan uzaklaşmışlardı sindikleri kuytulardan ya, erindiler. Sık yapraklı ağaçlarda küçücük kalpleri hızla atmaya başladı kuşların. Minik pençeleri tutundukları dallara daha bi yapıştı. Esnasında ev önlerinde zeytin, zakkum, limon, yenidünya ağaçları titreşmeye başladı.
Şayet bu durumun adı konulsaydı yeraltıyla gökyüzü arasında zımni bir anlaşma var sanılırdı. Çünkü biri itip sarsıyor diğeri yağıp gürlüyordu. Neyse ki otuz saniye sonra duruldu yeraltı. Ancak gök inatla yeryüzünün üstüne dökülüyordu.
Sonrasında köpekler sustu, kediler pıstı, kuşlar dallarında kaldı.
Önce birkaç taneydiler, sonra giderek çoğalmaya başladılar. Çok geçmeden sokağı çığrışan bir kalabalık doldurdu. Kiminin ayakları çıplaktı. Yekinmesi hızlı olan birkaç kişi pantolonlarını giymişti. Her birinin gözleri karanlık kuyulara bakarcasına korkulu ve şaşkın. Çocuklar ağlamaklı, kadınlar yavrularına kalp çarpıntısı. Yaşlıların adımları temkinliydi. Adamlar vardı bir de, ne halt edeceğini, nereye gideceğini bilemeyen adamlar. Eşlerini, çocuklarını, kardeşlerini ne yaptıklarını bilmeden sağa sola çekiştiren adamlar.
İlk şaşkınlıkları geçtikten sonra semtin tek geniş ve boş meydanına doğru yürüdüler. Alan kalabalıktı. Şekilsiz, korkmuş, karman çorman, gürültülü bir kalabalık. Akrabalarını, hısımlarını arandılar. Bulunca da “Oh,” dediler, “Oh!”
Yakındakilerin güvende olduğu bilindikten sonra düştü akıllarına uzaktakiler. Telefonlar çıkarıldı. Parmaklar hızla çalıştı. Kimi arama tuşuna bastı, kimi ekranları kaydırdı. Çok geçmeden yüzleri karardı, başları döndü. Kimi çığlık attı. Bazısı haline şükretti. Haberler kalabalığı uğursuz bir rüzgâr gibi dolandı.
Ağlaşıp dövünenlerin az ötesinde üç gölgeydiler. Hesap verecekleri pek kimseleri yoktu. Kafa kafaya vermiştiler. Kaygılı ancak cevvaldiler. “Burada bize gerek yok babacanlar, zibil gibi millet var baksana,” dedi ağarık saçlısı. At kılıklı olan ‘haydi’ işareti yaptı. Diğeri “Elimizden ne gelir ki?” diyesi oldu. Ağarık saçlı, “Geldiği kadar işte,” dedi. “Durmak zamanı değil” de karar kılıp yola düştüler.
Sabah.
Cumo’nun taksiti bitmemiş külüstür kamyonetindeydiler. Battaniye, kazma kürek, şu bu ne bulmuşlarsa atmıştılar aracın arkasına. Silecekler yorulmuştu ve şehir uzaktaydı. Pisboğaz homurdandı, “Bas ulan gaza, bassana.” Cumo ses etmedi. İçinden durmadan babasından duyduğu bir deyimi tekrarlıyordu, “İyilik yap denize at, balık bilmezse halik bilir.” Gittikleri yönde trafik seyrekti.
Payas’ı geçtiklerinde Saffet kafasını telefonun ekranından kaldırdı. Gördüklerinden ötürü gözleri dolmuştu. “El vermek gerek be babacan, yürek yüreğe dayamak gerek,” diye içine seslendi. Sonra dudaklarına iki sigara kıstırdı. Yaktı. Birini Cumo’ya uzattı. Pisboğaz ceket cebinden tek tek çıkardığı çekirdekleri çitliyordu. Bi zaman sonra eli durdu. Kahrına, “insanlar şimdi ne yiyecek, bebeler nasıl süt içecek,” düştü. Sonra az önce homurdanmamış gibi yeniden Cumo’ya döndü, “Hakkaten gardaş” dedi, bassana şu gaza.” Cumo pedalın gittiği yere dek gaza yüklendikten sonra Saffet’e dönüp “Ne diyor telefon?” diye sordu. “Devlet Hastanesi bile gitmiş lan gardaş!” diye yanıtladı Saffet. Sessizlik oldu. Ne kadar susabilirlerse o kadar sustular.
Pac Meydanı’na girdiklerinde sabah on sularıydı. Kamyoneti eski TEK binasının önüne park ettiler. Malzemeleri yüklenip beton yığınlarının, bükülmüş paslı demirlerin, ev eşyalarının, okul defterlerinin, fotoğraf albümlerinin, teki kayıp ayakkabıların birbirine girdiği ve soğumuş insanların sıkışmış olduğu yığıntılara doğru yürüdüler.
Öğlen.
Sabah beş on karıncaydılar. Şimdiyse yeni gelenlerle birlikte gitgide kalabalıklaşan bir ordu gibiler. Şekilsiz yığıntıların arasında kan ter içinde çırpınıp İbrahim’in ateşine su taşıyorlar.
Pisboğaz bir yandan yarısı yok bi banyo küvetini çekiştiriyor diğer taraftan asansör boşluğunun yolunu açmaya çabalayan yanındakine soruyor, “Siz nereden geldiniz gardaş?” “Mersin’den geldik abi, beş arkadaş.” Paslı demirleri bükmeye çalışan gençten bi oğlan da giriyor söze, “Biz de Niğde’den kalkıp yetiştik.” Öğrenci olduğu belli bir başkası, “Aksaray,” diyor. Elinde demir makası olan sakallı birisi konuşuyor sonra, “Herkes var, devlet yok birader.” Hep birlikte kafa sallıyorlar, Saffet açıktan sövüyor. Derken bitişik yığıntının üstünde biri boğazını yırtarcasına bağırıyor, “Susun!” diyor, “sesler geliyor.” Ne kadar insan varsa o kadar kilit vuruluyor soluklara.
Gençler pisili pijaması bacağında bi yavruyu uçuruyorlar tepeden aşağıya. Öyle hızla iniyorlar ki sanırsın omuzlarına kanat takmışlar. Yavru düze inince kilitler şakırtıyla açılıyor. Ve karıncalar yeniden başlıyor kazıya.
Az önce battaniyeye dürmüşlerdi yaşlılardan birini. Bi solukluk zaman arasında iki sigara ateşliyorlar. Pisboğazın eli ceket cebine gidiyor. At kılıklı Cumo bütün o şekilsiz tepeciklere kızgınlıkla baktıktan sonra sigarasını dibine kadar somurup gözünü gökyüzüne dikiyor, “İnsanlar kaderiyle baş başa lan gardaş, insanlar aç he, hiç bi şey yok. Su yok, ekmek yok, devlet yok.” Saffet pamuktan kalbi olan arkadaşının omzunu tıpışlayınca yeniden gayretleniyorlar.
Akşam.
Yorgundular. Elleri kolları kanlı çiziklerle kaplı, üst baş tanınmayacak halde. En büyük yığıntının kıyısına dikeldiler. Bacağında pijama omuzlarında battaniye ile solgun birer ay parçasını andıran insanlarla yan yana. Gözleri karanlığa ayarlı. Kulakları en küçük sese. Boya tenekelerinde yanan ateş cılız. Saçları sanki o gün apak kar parçasına dönüşmüş bir kadın çatallanmış sesiyle durmadan aynı cümleyi tekrarlayıp duruyor, “Gitmeyeydim bacımgile kız annem, kol kanat olaydım size, hiç olmazsa aynı taşın altında kalaydık.” Cumo, gözlerini ayakkabılarına dikiyor.
Sigaradan bıyıkları sararmış bir dayı gözünü yolun sahil yönüne dikmiş, ha şimdi ha birazdan yetişecekler, umudunu hiç kaybetmiyor. Orada, o soğuk taşların altında iki torunu var. Birini hep ‘boncuğum’ diye severmiş. Öyle anlatıyor Pisboğaz’a. Tuzlu çekirdeğin çatlattığı dudakları titriyor bizimkinin. Başını öte yana çeviriyor.
Saffet kiralık bir iş makinesinin işleyişine dalmış. Kalbi kepçenin ucunda atıyor. Pantolon paçaları çamurlu, orta yaşlı adamın biri operatöre yalvarmayla emrivaki arası bir tonla bağırıyor, “Şu kolonu kaldıralım abi,” diyor, “burada olmalılar.” Yağmurun yeniden başladığını farların tozlu ışığının ucunda fark ediyor Saffet. Terden, yağmurdan, gözyaşından bir kütleye dönüşüyor.
Işıksız, soğuk, umarsız kentin tam ortasındalar. Kamyonetin dibinde. Saffet zor bela bulduğu işi, Cumo kamyonetin taksitlerini, Pisboğaz ise yalnız başına koyduğu yaşlı anasını ve yiyemediği bütün yiyecekleri düşünüyor. O ana kadar hiçbirinin boğazından tek bir lokma geçmemiş. Cumo ile Saffet’in gıdaları üst üste yaktıkları sigaralar. Ya diğeri nasıl dayanmıştı bunca açlığa? Cumo sırtını kapıya yaslayıp yeni bir sigara ateşliyor. Pisboğaz ceket cebini tersyüz ediyor. Tuz ve toz dökülüyor asfalta. Gözünü mazlumlar gibi Saffet’e dikiyor. Öteki yorgun fakat kararlı bir cümleyi üstüne basa basa döküyor dudaklarından, “Sikmişim işini gücünü, bunca şey gördükten sonra ben dönmem arkadaş!” diyor. Cumo ve Pisboğaz suspus. Ardından hep birlikte üzerlerinde cılız ışıkların oynaştığı yığıntılara doğru yürüyorlar.
Sonraki günler.
Ülkenin bütün bölgelerinden koşup gelen karıncalardan başka dünyanın her yerinden dilleri başka olanlar da gelip doluştu yığıntılar üstüne. Her biri dişini tırnağına katarak, ezik, kırık, bükük ne varsa kenarlara yığıp zayıf soluklara ulaşmaya çabaladılar. Ellerinden geldiğince, güçleri yettiğince seslere kulak kesildiler.
Asırlar kadar uzun dört gün geçti. Karıncalar yığıntıdan yığıntıya koşturarak, üç beş bisküvi kemirerek, keklerin ucundan tırtıklayarak, kâh söverek, kâh ağlayarak katlandılar bu dört güne. Uykusuz, yorgun, öfkeliydiler. Fakat bütün bu umarsızlıklar yıldıramadı onları, yığıntıları eşeleyip durdular. Dahası, yeri geldiğinde su uzattılar, yara sardılar, battaniye örttüler, ekmekleri böldüler.
Kente gelemeyen karıncalar da boş durmadılar. Çırpındılar, koşuştular, ona şuna haber saldılar. Üç beş demeden, kimi emekli maaşını böldü, başkası çocuğundan kıstı, öteki malından diğeri canından verdi. Kolilere, çuvallara, çantalara doldurup öteberileri, tırlara, kamyonlara, otobüslere yüklediler.
Sonra kulaktan kulağa haberler yayıldı. Onlarca kamerayı alıp artlarına, çakarlı araçları, takım elbiseleri, eğreti şefkat ifadeleri, koruma orduları ve boş vaatleriyle, olanlar olup gidenler gittikten sonra zahmet buyuran devler hazretlerinin mekâna teşrif ettiği söylendi. Karıncalar her dilden fakat hep bir ağızdan önce azar azar, sonra çoğala çoğala, yeniden ve daha çok, yeri ve göğü de işin içine katarak sövdüler.
Hazretleri önce karıncaları övücü, taltiflere varan cümleler ettiler. Birlik ve beraberlikten dem vurdular. Ardından karıncalara, “Hele siz şöyle kenara geçin bakalım,” dediler.
Dahası kolluk kuvvetleri üç arkadaşı da itip kakmaya başlayınca Cumo ile Saffet, “Lan sizin Allah’ınız yok mu?” diyerekten arıza çıkarmaya yeltendiler. Pisboğaz her iki arkadaşının kolunu çekeleyerek, “O’lum bizi çok döver bu imansızlar, yeminle eşeği okyanusa yollayıp gelesiye kadar. Zaten ortalık toz duman, atarlar bi yığıntının altına, imimiz timimiz bulunmaz,” deyip arkadaşlarına yalvarmaya durdu. Bunun üzerine Saffet, “Yürüyün lan gardaş, elbet işeyecek bir parmak buluruk,” dedi.
Yürüdüler. Kendilerini unutarak, kahrederek, kirpikleri sislenerek yürüdüler. Ne gördülerse ne öğrendilerse, hangi yaraya üfledilerse, neye tanık oldularsa hepsini belleklerine kazıdılar.
O güne kadar Facebook’a fotoğraf yükleyemeyen Cumo Twitter’dan iletişim kurmayı belledi. Konum bilgileri paylaştı, kampanyalar tertipledi, devlet büyüklerine verip veriştirdi. Pisboğaz, Aydın’daki dükkânını kapatıp tenceresi tavasıyla gelmiş bir aşçıya yamak durdu. Abur cuburu azalttı ancak çekirdek çitlemeyi bırakmadı. Saffet tır sürülerine yol gösterdi, dağıtımları tertipledi. Birbirini ezenleri, başkasının hakkına göz dikenleri nasıl hizaya getireceğini bildi. Kentin bütün mahallelerine girip çıktılar. Çadırlar kurdular, içi üşümüşlere çorba uzattılar. Yeni gelenlere yol gösterdiler, sair acılara şahitlik ettiler. Yeri geldi kamyonette yattılar, başka bir gün göt kadar çadırı başkalarıyla paylaşmayı öğrendiler. Sırtlarını defne ağaçlarına verip reyhan kokularına bulandılar.
Yerlerinde hiç durmadılar. Kimi zaman Belen yokuşunu tırmanıp Amik ovasına daldılar, kiminde Vakıflı’dan geçip Musa Dağı’na çıktılar. Artık olmayan çarşılara hüzünlenip, dağılmış arastalara uğradılar. Kentin en ücra köylerine vardılar, girilmez, denilen mahallelerinde dolandılar. Her yığıntıda bir parçalarını bırakıp çokça ağladılar. Bir sürü insan tanıdılar, yarım yamalak da olsa yeni diller öğrendiler. Öğrendikleri her dilde duaya durdular. Kimi zaman bir çift sürmeli göze tutuldular. Sonra tutulduklarından ar edip hülyalarını sinelerine gömdüler. Kanları en çok kızıl önlüklü gençlere, madenlerden koşup gelenlere, bir de sakalı upuzun ve nurlu şarkıcı emmiye kaynadı. Oturup o emminin sofrasına çorba kaşıkladılar.
Dönüş yolunda.
Karınca orduları yurdun dört bir yanından, dünyanın bütün kıtalarından nasıl çıkıp geldilerse, şimdi çoğunluğu zorunluluktan, bazısı yorgunluktan, kimisi devletten ikrah ederek geri dönmeye başladılar.
Dönenler arasında Cumo, Saffet ve Pisboğaz da vardı.
Liman çok geride kaldı. Dörtyol’dan Erzin’e geçmek üzereler. Kamyonet ve içindekiler yorgun. Cumo direksiyonda, Saffet’in kafası cama yaslı, Pisboğaz uyukluyor. Kente, kentin içindeki yığıntılar arasında yaşamaya çabalayanlara karşı mahcuplar. Üçünün de kendilerine göre dönüş sebepleri var. Cumo kamyonetin taksitini tam üç kez erteletmiş, dördüncüye yüzü tutmamış. Saffet işe dönüp dönemeyeceğini bile bilmiyor, kadere kırk beş deyip patronun karşısına dikilecek. Pisboğaz’ın yaşlı anası iyice kötülemiş, dönmezse sütümü helal etmem, diyesiymiş.
Kamyonetin kasasında Arsuz’dan hediye edilmiş eteği silme çiçekli kadın portresi, Defne’den biri patlak üç su kabağı, Serinyol’un yığıntılarında denk gelinmiş altı adet hırpalanmış kitap, Belen’den yağ tenekesine ekili sakız sardunya bir de bordo karanfil var.
Saffet’in ceket cebinde Mustafa Kemal mahallesinde yamuk bir buzdolabının altında bulduğu asker mektubu. Tarihsiz, yazısı silik. Niye aldığını kendisi de bilmiyor. Pisboğaz’ın kucağında siyah poşet, içerisinde gazete kâğıdına sarılı kekikli sürke. Samandağ’dan bir teyze ısrarla eline tutuşturmuş. Cumo’nun bileği Lüle taşından, imamesi gümüş bir tespihle süslü. Kırıkhan’dan bi emmi zorla vermiş. Armağan edenin tek kıymetli varlığı.
Üçünün de kafasında kent ve içindekilerle vedalaşma anları dönüp duruyor. Tanıdıkları bildikleri herkesle sarışmışlar, küçüklerin gözlerinden, büyüklerinden ellerinden öpmüşler. Ayrılırken çok söz söylenmiş, telefonlar alınıp verilmiş. Çok cümlenin altı çizilmiş. Altı çizilen her cümlede saçlarının bir tutamı ağarmış. Fakat kirpiklerine top top yağmur bulutu biriktiren cümlenin altını Küçükdalyan’da yüz yaşında bi dayı, “Aman oğlum, bizi unutmayın ha!” diyerek çizmiş.