Birinci Dedikodu: Yazar Kibri, Tolstoy, Bukowski, Çehov, Shakespeare
Tolstoy’un, “Yazar Kibri” ile ezmeye çalıştığı bilinen ilk yazar Shakespeare, ikincisi Çehov’dur. Peter Sekir’in, Çehov’un mektuplarından oluşturarak kaleme aldığı Çehov Anıları isimli kitabında, Tolstoy ve Çehov arasında geçen şu konuşmayı anlatır: “Oyun yazarı, tiyatro seyircisinin elinden tutup, onu istediği yöne doğru götürmelidir. Senin karakterlerini takip etsem nereye varırım? Ancak oturma odasındaki koltuğa geri dönerim. Çünkü karakterlerinin başka gidecek bir yeri yok. Shakespeare kötü bir yazardı, ama sen ondan da kötüsün.” Tolstoy’un eleştirisi karşısında, Çehov’un verebildiği tek tepki ise, konuyu şakaya vurup, gülmek olur. Çünkü Tolstoy usta, Çehov ise çıraktır.
Charles Bukowski, Pis Moruğun Notları’nda, “Bir keresinde adamın birinden, Shakespeare sevmediğimi yazmaya hakkım olmadığını anlatan uzun ve öfke dolu bir mektup almıştım. Gençler bana kanıp, Shakespeare okuma zahmetine bile girmeyeceklerdi. Böyle bir konum almaya hakkım yoktu. Sayfalarca bunu söyleyip durmuştu. Cevaplamadım. Ama burada cevaplayacağım. Ben Tolstoy’da sevmem,” der. Bukowski’nin, Tolstoy sevmemesi olasıdır ki, Tolstoy’un Çehov’a olan tavrında gizlidir. Peki, Shakespeare neden iki yazar tarafından da sevilmiyor? Büyük esrar!
Tolstoy, neden Çehov’un ve Shakespeare’in oyunlarını beğenmez? Çehov’un anlatımına göre, Tolstoy, oyun yazarlığında usta yetkinliğine eriştiği için sevmez Shakespeare’i! Ama ne kadar usta olursa olsun, Tolstoy gibi yazamamaktadır. Edebiyatta kendini zirvede gören Tolstoy’a göre, yetkinliğe erişen her yazar kendi gibi yazmalıdır. Egosu tavan mı yapmıştır ki, edebiyatın merkezinde kendini görmektedir, Savaş Ve Barış’ın yazarı? Sorunun yanıtı tabii ki yine Çehov’dadır:
“Ona muazzam derecede hayranım. En çok hayran olduğum nokta da bizi, bütün yazarları hakir görmesi. Bütün yazarlara koca bir boşluk gibi davranıyor demek daha doğru olabilir. Evet, zaman zaman Maupassant’ı, Kuprin’i, Semenov’u ve beni övgülü sözlerle anıyor. Ama bunu neden yapıyor sizce? Cevap çok basit: çünkü bize çocuk muamelesi yapıyor. Bizim öykülerimiz, romanlarımız onun eserlerine kıyasla çocuk oyuncağı gibiler.” Çehov bu sözleri, Tolstoy’u övmek için mi, yoksa efsane bir yazarın karşısında göstermek zorunda hissettiği tevazudan dolayı mı söylemektedir?
Edebiyat dünyasında yazarların birbirlerini ve yazdıklarını sevmemesi doğaldır da, yazdıklarını sevmediğini söyleyen başka bir yazara hayranlık duyması da az rastlanan bir durumdur. Çehov, Rus edebiyatında Tolstoy’un ve kendi gibi diğer yazarları sanki edebi bir “kast”ın yazılı olmayan kuralları içinde değerlendirmektedir: “Tolstoy’un edebiyatçı olduğu bir dünyada, edebiyat ile uğraşmak hem mutluluk verici, hem de kolay. Bir edebiyatçı olarak kayda değer hiçbir şey üretmemiş olmanız dahi çok üzücü bir şey olmazdı. Zira Tolstoy hepimizin yerine edebiyatı onurlandırıyor. O sağ olduğu müddetçe, her türlü zevksizlik gölgede kalmaya mahkûmdur.” Şimdi durup düşünmek gerekmiyor mu, Vanya Dayı, Martı, Üç Kız Kardeş ve Vişne Bahçesi isimli oyunlar edebi zevksizlik midir ya da Tolstoy’un vurgusu ile bu oyunlar izlendiğinde/okunduğunda, karakterler bizleri oturma odamızdan öte bir yere götürmemekte midir?
Erdal Öz’ün, “Çehov’un Öykücülüğü Üzerine” isimli metninde, “Çehov kuru bir anlatıcı değil, bir hissettirici öykücüdür. Bir atmosfer öykücüsüdür. Bu yüzden de kendinden önceki öykü yazarlarının üstüne çıkmış, modern öykünün ilk büyük öncüsü olmuştur,” sözleri, tüm Çehov okurlarının katılabileceği tespitlerdir. Erdal Öz’ün de söylediği gibi, Çehov, hissettirici özelliğiyle Tolstoy ustasına saygısını gösterirken, dostlarına yazdığı mektuplarda övgü gibi görünen yergilerini mizahi bir dille de hissettirmeyi bilir.
İkinci Dedikodu: Ruh Göçü, Woody Allen, Scott Fitzgerald, Zelda Fitzgerald Ernest Hemingway, Salvador Dali
Woody Allen, Tüysüz kitabında ruh göçünü mizahi bir dille şöyle anlatır: “Ruhun bedeni terk etmesi 1910’larda çok sık görülürdü. Bu tarihte, birçok ruhun, Hindistan civarında amaçsız bir şekilde dolaştığı ve Amerikan konsolosluğunu aradığı bildirilmişti. Bu olay maddenin şekil değiştirmesi olayına çok benzemektedir. Burada kişinin maddesi ortadan kaybolmakta ve dünyanın başka bir yerinde ortaya çıkmaktadır. Bu yöntem iyi bir seyahat yöntemidir, ancak yine de bagajlar için yarım saat civarında beklemek gerekmektedir. Bu tür olaylar içinde en şaşırtıcı olanı ise Sir Arthur Nurney’in başına gelendir. Sir Nurney banyo yaparken, duyulabilecek yükseklikte bir pat sesiyle ortadan kaybolmuş ve Viyana Senfoni Oskestrası’nın yaylı çalgılar bölümünde ortaya çıkmıştır. Üç Kör Fare adlı ilkokul şarkısından başka hiçbir şey çalmayı bilmemesine karşın, yirmi yedi yıl boyunca bu orkestrada başkemancı olarak çalışmış, sonunda bir gün, Mozart’ın Jüpiter Senfonisi sırasında aniden ortadan kaybolmuş ve Winston Churchill ile birlikte yatakta ortaya çıkmıştır.”
Woody Allen’ın, ruh göçünü anlattığı Paris’te Gece Yarısı filminde olaylar, sonbaharda Paris’te evlenecek olan Amerikalı çift Gil ve Inez etrafında gelişir. Film, Inez’in babasının iş gereği Paris’e gelmesini fırsat bilip, küçük bir tatil için bu gözde Avrupa şehrinde gerçekleşen iç içe geçmiş bir tür zaman yolculuğunun öyküsüdür aynı zamanda. Başta her şey eğlence dolu bir Avrupa kentini gezmekten ibaretken, seyircinin özellikle damat adayı Gil’in, Paris caddelerinde gece yarısı yaşadığı gerçeküstü maceralarının büyüsüne kapılmaması mümkün değildir. Seyirci, Gil’in, Paris’e büyük bir aşk beslemeye başlaması ve edebiyatçı kimliği ile birlikte zamanda yaptığı sıçramaların tutkuya nasıl dönüştüğünü izlerken, zamanda sıçrama yapmanın olası olabileceği konusunda ister istemez kendince hipotezler de üretmektedir. Hem kim istemez ki Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway veya Salvador Dali ile tanışmayı? Dali’nin 1929’da arkadaşı Luis Bunuel ile beraber çektikleri, Bir Endülüs Köpeği gibi avangart bir filmin proje aşaması; sürrealist akımın öncüleri Andre Breton ve Paul Eluard ile karısı Gala’yı, yine Dali’nin resimlerindeki gibi değişmez ve katı zaman kavramını kullanarak ayartması ile Gil’in zamanda sıçramaları paralellik taşır.
Sanata ve edebiyata düşkün, zeki ve cazibeli bir kadın olan Zelda Sayre’ı etkileyen, The Great Gatsby romanının yazarı Fitzgerald’ın karizmasından çok yazma yeteneğiydi kuşkusuz: Kendilerini de, yaşadıkları ilişkiyi de öldürmek istercesine alkol, sigara ve çılgın partilere bağımlı hale gelmeleri ve yazının dışında paylaştıkları tek ortak konu da şiddetli kavgalarıydı. Zelda’nın flört ettiği erkekler, Fitzgerald’ı delirtiyordu. Dostları Ernerst Hemingway de, her fırsatta Scott Fitzgerald’ın büyük bir yazar olduğunu söylüyordu. Bir müddet Hemingway ve Fitzgerald’ın aralarından su sızmadı. Fakat beraber içip beraber sarhoş olan iki büyük yazarın dostlukları da fazla uzun sürmedi.
Zelda şişkin bir egosu olduğunu düşündüğü Hemingway’den hiç hoşlanmazdı. Hemingway’i hep kadınlara karşı çok önyargılı ve fazla maço buluyordu. Haklıydı, çünkü Hemingway maço görünüşüne uygun şeyler söyleyen ve öyle yaşayan bir yazardı. Çevresine, kendisini müthiş bir âşık olarak tanımlamayı severdi. Hatta Paris’te, genç bir adamken, Thornton Wilder’a, içindeki seks arzularının çok fazla olduğunu, günde üç kere cinsel ilişkide bulunmak zorunda olduğunu söylemişti. Hemingway, seyahatlerinden yazdığı mektuplarda, çok değişik seks arkadaşlarının olduğunu anlatıyordu dostlarına. Afrika’ya safariye gittiğinde, siyah kadınlardan bir haremi olduğunu bile yazmıştı örneğin. Bunun dışında libidosunu sakinleştirmek için sık sık ilaç kullandığını da eklemişti. Hemingway’in cinsel ilişkiyi bisiklete binmeye benzettiğini, “Ne kadar fazla pedal çevirirsen o kadar daha iyi olursun,” dediği bilinir. Beraber olduğu kadınlara karşı dominant bir erkek olan Hemingway, erkekle kadın arasında cinsel ilişki var olduğunda, cinsel idarenin erkekte olması gerektiğini söylüyordu. Ne ki, Hemingway’in kadınlar hakkında olur olmaz yer ve zamanda, gereğinden fazla konuşması, yakın dostlarından Scott Fitzgerald’ın da dikkatini çeker ve yaşamını dilediği gibi, hiçbir kurala uymadan yaşayan karısı Zelda Sayre’nın adının Hemingway ile dedikoduya karışması sonucu dostluklarını bitirir.
Üçüncü Dedikodu: Özveri – Kıskançlık Kodları Jean Genet, Jean Cocteau
Fransa’daki Alman işgalinin sonuna yaklaşan dönem boyunca hapishane hücreleri ve Paris’in yeraltı suç dünyası arasında mekik dokuyan Jean Genet, hem yazdıklarının yayınlanmasına öncülük edecek hem de kendisi için daimi bir huzursuzluk kaynağı olacak “Ben her zaman doğruyu söyleyen bir yalancıyım,” sözünün sahibi, Yazar-Yönetmen Jean Cocteau’yla tanıştı. Paris’in sanat ve edebiyat çevrelerinde çok fazla bağlantısı bulunan Cocteau, Genet’in işlediği suçların Fransa Cumhurbaşkanı tarafından affedilmesini sağladı. Dönemin deneysel film yapımcıları için çığır açan Bir Şairin Kanı filminin yönetmeni ve afyon bağımlısı Cocteau, kitapları, oyunları ve filmleriyle otuz yıla yakın Paris’in en ünlü sanatçısı oldu.
Genet, Çiçeklerin Meryem Anası’nı, işlediği suçların Fransa Cumhurbaşkanı tarafından affedilmesini sağlayan Cocteau’ya okur. Cocteau her zaman etrafındaki en çağdaş edebiyat ve sanat yapıtlarını keşfedip onları tanıtmakla ünlüdür, Genet’in dili onda şaşkınlığa neden olur, hatta dehşete düşürür. Bu ilk şoktan sonra Genet Bombası’nın taslaklarını alıp bir gecede okur ve çevresine o dönemin en mucizevi yazarını bulduğunu söyler. Cocteau Çiçeklerin Meryem Anası’nı ve Genet’in diğer metinlerini el altından yayınlamanın bir yolunu arar. Cocteau, Genet’in neredeyse bir gizem olarak kalması ve şöhretinin salt önceden haber verdikleri deneysel edebiyat ya da pornografi uzmanları arasında yayılması gerektiğine inanıyordu.
Her ne kadar Cocteau, Genet’yi Paris’teki arkadaşlarıyla tanıştırmış, övgülere boğmuş ve onun ünlenmesini sağlamış olsa da dostlukları hep muallakta kaldı. Cocteau o zamanlar Genet’yi tanıtıyordu ama onun birdenbire ünlü olması sevindirmesi kadar sinirlerini de bozuyordu. Bu durum karşı konulamaz şekilde birbirlerinin rakip olmasına neden oldu. Daha sonraki dönemlerde Genet’nin metinleri, Cocteau’nun edebi başarılarını gölgede bıraktı. Genet’nin kamusal görünürlük kazanmasının ardında Cocteau vardı ama bu özverili tutumu edebiyat çevrelerinde kendisini ikinci plana attı.
Kaynak:
Kaynak yok sevgili okur. Yazılanların satır aralarından dedikoduların çıktığı o güvenilmez kaynağa ulaşabilirsin ki bu metnin yazarını mutlu eder. Yaşanan veya kurgulanan bir olayın gerçekliği, yaratılan algıya göre önem derecesini değiştirebilir. Birini gerçekten tanımakla, bir kitapta okumanın ya da bir filmde izlemenin karmaşasında dedikodu yapmak her zaman olasıdır.
Çünkü hayatın kendisi dedikodudur!