“Edebiyat Nedir” Üzerine Bir Anekdot
Edebiyatın İzinde

“Edebiyat Nedir” Üzerine Bir Anekdot

İbrahim Berksoy

1. Baloda edebiyat sınavı

 

İsmail Habib Sevük, edebiyatçı ve gazeteci olarak Cumhuriyetin kurtuluş ve kuruluş yıllarına, sonrasında sürekli devrim yıllarına tanıklık etmiş değerli bir edebiyat tarihçimizdir. 1922’den 1939’a değin on beş yılı aşkın bir süreyle gazetelerde Atatürk’le ilgili yazdığı yazıları Atatürk İçin adını verdiği bir kitapta toplamış, kitap 1939’da İstanbul’da beş bin adet basılmıştır. Anılan kitap günümüzde Lütfü Tınç tarafından yayına hazırlanarak İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Atatürk’le Beraber (9. Basım, Ocak 2024) adıyla yayımlanmaktadır.

 

Atatürk’ün ölümünden sonra 24 Aralık 1938’den 3 Mart 1939’a kadar Cumhuriyet gazetesinde “Atatürk’ten Hatıralar ve İbretler” başlığı altında yayımlanan anılara dayalı makalelerinden birinde (10 Şubat 1939) Darülaceze yararına verilen bir balodaki anısına yer verir (Atatürk’le Beraber, sf. 91-96).  Tarih: 3 Şubat 1932 Perşembe. Yer: İstanbul’da Maksim salonu. Atatürk (o sıralar Reis Paşa veya Gazi Paşa) baloda İsmail Habib’i görünce yanına çağırır. İsmail Habib o sıralar Galatasaray Lisesi’nde edebiyat öğretmenidir. Adana’da “maarif emini” olarak görev yaptıktan sonra 1932 başında İstanbul’a gelmiştir. Atatürk onu Adana’da görevli olarak bilmektedir. Bu nedenle ona “Sen ne zaman geldin? İzinli misin? diye sorar. İsmail Habib, “Maarif eminliklerinin kaldırılmasından sonra, Galatasaray Lisesi edebiyat öğretmeni oldum” diye yanıt verir. Bunun üzerine Gazi Paşa’nın İsmail Habib’i edebiyattan sınava çektiği an başlar: “Demek edebiyat öğretmeni… Öyleyse edebiyatı tarif et bakalım!” Onca kalabalığın arasında o anda İsmail Habib soruya doyurucu bir yanıt bulamaz. Aklından “bilmiyorum” demekten başka bir çare gelmez: “Vallahi Gazi Hazretleri, bizim doğu kitaplarıyla, görebildiğim Frenk kitaplarında, edebiyatın insanı ikna eden bir tarifine rastlayamadım!” der. Bunun üzerine Atatürk: “Nasıl olur efendim; edebiyatın kendi olur da tarifi olmaz mı?” diyerek edebiyat sınavını sürdürür. Araya okulda ne okutulduğu, edebiyat eğitiminin müfredatı, klasik edebiyat, çağdaş edebiyat gibi konular girse de Atatürk ilk sorusunda ısrar eder: “Bana edebiyatı söyle bakayım, edebiyat nedir?” İsmail Habib, çaresiz: “Bilmediğimi arz ettim, Gazi hazretleri” der. Atatürk, “Bilmemek nasıl olur?” diye üsteler. İsmail Habib, “Bilmemek şüphesiz iyi bir şey değil, fakat bilmediğini bilmemek büsbütün fena. Ben hiç olmazsa, bu ikincisinden kurtulmuş oluyorum” diye düşünür. Atatürk, İsmail Habib’i biraz daha sıkıştırır: “Peki, hem edebiyat öğretmeni olmak, hem edebiyatın ne olduğunu bilmemek, temsil ettiğin sıfat ne oluyor?” Bu kadar hırpalamadan sonra Atatürk sözü İsmail Habib’in 1925’te yayımlanan Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi kitabına getirip gönlünü alır: “Sen yalnız öğrenciye edebiyat öğreten değilsin ki, millete de öğretiyorsun.” Atatürk, Çankaya’daki ünlü sofralarında ara sıra bu kitabı fal açar gibi rastgele açtırıp artık kimin bahtına ne çıkarsa o sayfadaki şiir okutturur sonra da üzerinde konuştururmuş. Kitapla ilgili iltifatlardan sonra Atatürk, ısrarla “asıl konuya” geri dönmüş: “Edebiyat neye derler, bunu ille söyleyeceksin!” Konuşmanın bundan sonraki seyri “dönemin düşünce hayatını” tasvir etmesi bakımından ilginçtir. Bu “kesin direktif” üzerine İsmail Habib savunmaya geçer: “Biz tarihimizi de bilmiyorduk, aydınlattınız; edebiyatımızda da doğru yolu gösteriniz, öğrenelim.” Bunun üzerine gazi Paşa’nın şu sözleri en üst perdeden şaklar: “Her şeyde mi biz doğruyu gösterip duracağız? Her şeyde biz doğru yolu, her şeyde…” İsmail Habib’in bu sözlere verdiği karşılık tam da o dönemin düşünce hayatını yansıtmaktadır: “Evet, o kadar alıştık ve o kadar alıştırdınız ki, her şeyde kendimizi yol göstericiliğinize muhtaç biliyoruz.”

 

İsmail Habib Sevük’ün Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi kitabının sonraki baskılarından biri (Yeni Edebî Yeniliğimiz Tanzimattan Beri I: Edebiyat Tarihi ve Yeni Edebî Yeniliğimiz Tanzimattan Beri II: Edebiyat Antolojisi) ve bir de onun Tanzimat Devri Edebiyatı kitabı her nasılsa benim de elime geçmişti. Çoğu bölümlerini edebiyat derslerime yardımcı olur diye açıp okurdum. O zamanlar Kayseri Lisesi’nde öğrenciydim. Emek’te evimize yakın, küçük bir kitap kırtasiye dükkânı vardı. Birkaç raflık kitaplar arasında az da olsa şahıs kitaplıklarından, kütüphanelerden edinilmiş elden düşme kitaplar da olurdu. Ara sıra oraya gider, cebimdeki paramın yettiğince kitap alır okurdum. Aldığım kitapların arasında İsmail Habib’in işte bu edebiyat tarihi kitapları da vardı. Ne güzel şey böyle şeyleri hatırlamak…

 

2.“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”nde edebiyat öğretimi

 

90’lı yıllarda merkezde ve taşrada birbiri ardına yayımlanan oldukça nitelikli, yenilikçi edebiyat dergilerinden birinde (Bursa’da yayımlanan Yeni Biçem dergisinde) liselerdeki edebiyat derslerinin müfredatını eleştiren bir yazı okumuştum.  Yanılmıyorsam Ramis Dara’nın yazısıydı. Yazıda, özetle, liselerdeki edebiyat derslerinde üç yıl boyunca eski Türk edebiyatından, halk edebiyatından, divan edebiyatından, tanzimat edebiyatından zaman kalıp da sıranın bir türlü çağdaş Türk edebiyatına gelmediği, öğrencilerin çağdaş Türk edebiyatıyla lisenin son sınıfında yarım yamalak, ucundan kıyısından tanışabildiği, bu durumun çağdaş dünya edebiyatı için de geçerli olduğu ileri sürülüyordu. Yazar, buradan hareketle, edebiyat okurlarına “kinayeli” bir çağrıda bulunuyordu: Siz, siz olun klasikleri okumayın; birbiri ardına klasikleri okumaya kalkıştığınızda sıra bir türlü günümüz edebiyatına gelmeyecek, belki de günümüz Türk ve dünya yazarlarını tanımayacak, onların romanlarını, öykülerini, şiirlerini okumaktan yoksun kalacaksınız. Elbette okuduğum yazıda klasiklere karşı herhangi bir olumsuz düşünce yoktu ama çağdaş edebiyat akımlarına ve onların ürünlerine de ilgisiz kalınmamalıydı. Yazının temel tezi sanırım buydu.

 

Bugün memnuniyetle gözlemliyorum ki öykü, roman, anı, deneme yazma isteği 16-17 yaşlarına kadar inmiş. Lise çağındaki öğrencilerde edebiyat okur yazarlığına yönelik güçlü bir “ilgi” var. Geçici bir “heves” olmanın ötesinde bir ilgi bu. Geçmişte yazmaya başlama yaşı oldukça ileriydi. Genellikle 30’lu yaşlarda ilk ürünlerini vermekteydi yazarlar. Bilemediniz 20’li yaşların ortaları. Şimdi 20 yaşın altında çok yetenekli yazarlar yetişiyor. Bunun yanı sıra Türkçe ve edebiyat öğretmenleri de edebi ürün yazarlığına, edebiyat incelemelerine eskisinden çok daha fazla ilgi gösteriyor, bu alanlarda çok değerli ürünler veriyorlar. Bu iki sevindirici gelişmeyi başka bir yazının konusu olarak ayrıca ele almak gerek. Ancak, burada en azından şu kadarını söylemek mümkün: Söz konusu her iki umut vaat eden gelişme de mevcut edebiyat eğitimi anlayışına, mevcut müfredata, bakanlık kademelerinden okul yöneticilerine değin yazara ve yazılı olana karşı duyulan kuşkuya “rağmen” inatla, ısrarla ve daha da önemlisi “tutku”yla gerçekleşmekte.

 

“Sadeleşmeye gidiyoruz” denilerek ilan edilen “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”nde “Türk Dili ve Edebiyatı” dersleri de “sadeleşme”den nasibini almış. “Model”e göre; liselerde, ezber bilgiden uzak durulacakmış, öğrenilen bilginin günlük hayatta kullanımı öncelenecekmiş, bu yüzden de, programa doğrudan bir dil bilgisi öğretimi konulmamış. Öğrenciler ortaokulda işlevsel dil bilgisi öğretimiyle dil yapılarını zaten ediniyorlarmış, ortaokulda edindikleri dil yapılarını lisede dinleme ve okuma metinlerinde görerek kullanım amacını pekiştireceklermiş, ortaokulda edindikleri dil yapılarıyla konuşma ve yazma becerilerindeki görevlerinde dili hatasız kullanacaklarmış, hedeflenen buymuş! Dil bilgisi dilin matematiğidir, mimarisidir. Bütün dillerde dilin gramer yapısı (dil bilgisi) ilkokuldan üniversiteye değin çeşitli yönleriyle ele alınır, öğretilir. Tıpkı matematiğin, fen bilimlerinin sosyal bilimlerin ilkokuldan üniversiteye değin çeşitli düzeylerde ele alınıp öğretildiği gibi!

 

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adıyla ortaya konulan “model”i gerek kullanılan dil ve anlatım, gerek içerik, gerekse “edebiyat atölyeleri” gibi “moda”ya uygun “eğreti” ve “taklit” uygulamalar yönünden ve daha pek çok yönden eleştirmek mümkün, ama değmez! Akla da ziyan, ona harcanacak zamana da ziyan! Hem sonra, o bel bağladıkları edebiyat atölyeleri uygulamasının “aslı” yıllar önce Köy Enstitüleri’nde başarıyla uygulanmış, o uygulamadan nice edebiyat okuru ve yazar yetişmiştir. Yıllar önce kapatma gerekçesi yapılan, “zararlı” bulunan “uygulamalar”ın aynı “zihniyet”in günümüzdeki temsilcileri tarafından şimdi yeniden “müfredat”a konulması ne hazin bir çelişki! Belli ki bu uygulamalardan “ideolojik” bir “yarar” umuluyor.   “Yazar yetişir de edebiyat okuru nasıl yetişir?” diye bir soru aklınıza gelebilir: Yazarlık için elbette başta dil ve anlatım yeteneği gibi pek çok özellik gerekir. Ancak tüm bu özellikler nitelikli bir “edebiyat okuru” için de gereklidir.

 

Neyse…Dedim ya: Değmez! Akla da ziyan, harcanan zamana da ziyan!

 

Günümüzde özellikle lise öğrencilerinin okuldaki “müfredat”la fazla zaman kaybetmeyip henüz vakit varken kendi beğenilerini oluşturmaları önemlidir. “Müfredat” her zaman sınırlayıcıdır, oysa lise çağındaki “merak” duygusu neredeyse sınırsızdır. Öğrencileri “müfredat”ın dar kalıplarına hapsetmektense Tevfik Fikret’in dizelerinde olduğu gibi “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” birer edebiyat okuru, belki de bir yazar olarak topluma kazandırmak çok daha önemlidir. Tevfik Fikret’in kendinden bahisle insanlara kendi ayakları üzerinde durabilmeyi, kişilik sahibi olarak hayatlarını sürdürmeyi öğütleyen o ünlü dizelerini burada anımsatmakta yarar var:

 

Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr-ü-bâl

Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim.

İnhinâ tavk-ı esâretten girandır boynuma;

Fikri hür, irfanı hür, vicdânı hür bir şairim.