Eksik Paragraf: Kaan Kara’dan Pele’nin Öldüğü Yaz
Söyleşi

Eksik Paragraf: Kaan Kara’dan Pele’nin Öldüğü Yaz

İlay Bilgili

Yazarların metinleriyle, kitaplarıyla ilişkisini merak ettiğim Eksik Paragraf başlıklı bu röportaj serisinde yeni konuğum sevgili Kaan Kara.

 

Kaan Kara’yı 2019 yılında Nebula Yayınları etiketiyle yayımlanan ve 2021 yılında Notre-Dame de Sion Edebiyat Mansiyon Ödülü’ne layık görülen Pele’nin Öldüğü Yaz isimli ilk öykü kitabı ile ağırlıyorum.

 

“Kaan Kara, ilk eseri Pele’nin Öldüğü Yaz’da geniş bir insan yelpazesinden rengârenk yaşantılarla çıkıyor karşımıza. En derin hüzünlerden ansızın havai fişek gibi patlayan sevinçlere ve çocuksu kırılganlıklardan akıl almaz gamsızlıklara değin sayısız duyguyla kol kola yürütüyor bizi. Evlerin, seslerin, insanların içinden kıvrılarak geçen, kelimelerden taşlarla döşenmiş uzunca bir patikada, bizden habersiz tasarladığı büyülü bir düş âleminin edebi sofrasına davet ediyor.

 

Bilenmiş satırını kesme tahtasında saydıran kebapçılar, röveşata atan ihtiyarlar, zorlu babalar, kara sevdaya tutulmuşlar, yoksullar, deliler, sahtekârlar, sıcaktan nevri dönenler, yollara düşenler İstiridye misali, kabuğu aralanan her bir öykü içten, yalın ve felsefi incilerini şairane bir anlatım eşliğinde sıra sıra döküyor ruhumuza.

Karşısına kurulduğumuz, sönmeyen ama karşısında bir bir söndüğümüz bir mum ışığı yaşam. Kalemini mum ışığıyla aramıza uzatan Kaan Kara, kahramanlarının gölgeleriyle hayatlarımızın ve sokaklarımızın köşelerine fener tutuyor. Bize bizden, içimizden hikâyeler anlatıyor. Homeros’tan, Dede Korkut’tan süregelen bir gelenek, Pele’nin Öldüğü Yaz’la meclisinde bir neferini daha ağırlıyor.” (Tanıtım bülteninden)

 

 

 

1.Kitabınızı yazarken sizi en çok zorlayan öykü hangisiydi ve neden?

Aslında her öykünün ortaya çıkış süreci sancılı ve zorlu oldu. Hadi masanın başına geçeyim de bir öykü yazayım, düşüncesinden ziyade yaşadıklarım, gördüklerim, düş gücüm ve gözlemlediklerimle biriktirdiğim cümlelerin beni masanın başına geçmem için ikna ettiğini söylemek daha doğru olur. Bu yüzden her bir öykü zaman nehrinden yavaş yavaş ilerleyerek kurmacanın dalgalarıyla sahili aşındırdığı denize boşaldı.

 

Yine de soruya illa ki bir cevap vermem gerekirse; “Yağmur Sıcağı” ve “Pele’nin Öldüğü Yaz” öykülerim, derim. Hazır olan bir dosyaya editörüm Erdal Gürsoy’un “sen Çukurova’nın insanısın, kitapta Çukurova’nın geleneklerini, dilini ve ruhunu anlatan iki öykü olmalı, yoksa bu kitap sofradan okuru tam doymadan kaldıracak, bence biz okura ziyafet çektirebiliriz,” demesi üzerine şekillendi. Çünkü bu iki öykü de daha önce hiç denemediğim; “çalakalem” tekniğiyle ortaya çıktı. Normalde son cümleyi kafamda kurmadan masa başına oturmazken bu iki öyküde ilk cümleyi kafamda yazar yazmaz masaya oturdum. Direksiyon bende değil de hikâyedeydi artık. Benim için çok farklı, şaşırtıcı ve öğretici bir deneyim olmuştu bu teknik.

 

2.Öykülerinizde sessizliğin, anlatılmayanın ya da boşlukların yeri nedir? Bazı yerleri okura bırakma durumu sizin için geçerli mi?

Karakterlerin iç dünyası, kederleri, sessizliği ve mizahı öykülerimde olmazsa olmaz, ifadesini gönül rahatlığıyla kullanabilirim ama öyküde bazı noktalarda işi okura bırakma ya da boşluk doldurmaya davet etme gibi anlatım biçimi sanırım bana göre değil. Kendini rahat hissettiği bir ortamda hikâye anlatmayı seven heyecanlı bir lafazan gibi zihnimde ne varsa anlatmayı tercih ediyorum. Sır tutamayan, çaçaron bir teyze gibi iştahlı olmak bana daha doğal geliyor. Bu yüzden okurdan bir şeyler gizleme durumu şimdilik bana uzak. İlginç bir öyküyü yazıp karakterin tüm derdini ve neşesini anlatayım, okur da gerçeği tüm ayrıntısıyla bilip ona göre empati yapsın, üzülsün ve sevinsin istiyorum sanırım.

 

3.Kitabınızın bir yazar olarak size öğrettiği en önemli şey nedir?

Sanırım sorumluluk… Bu sorumluluk sosyal hayattaki yükümlülüklerden ziyade artık yazar olmanın vermiş olduğu farklı bir sorumluluk hissi… Yıllarca izlenen filmler, okunan kitaplar ve yakana yapışıp seni darlayan hayal gücün sayesinde yahu ben de ilginç hikâyeler anlatabilirim aslında, diye kaleme, kâğıda sarılıp boyundan büyük işe kalkışmanın zorluğu, kendini ifade etme gayreti ve ortaya çıkan metnin okur tarafından kabul görüp görmediğiyle yüzleşme hâli… Zahmetli ve riskli bir uğraş aslında.

 

Beş yıllık bir sürecin çabasıyla ortaya çıkan “Pele’nin Öldüğü Yaz” kitabımın Notre Dame de Sion Mansiyon Ödülü’nü alması bana memnuniyetten daha çok yeni bir sorumluluk yükledi aslında. Demek ki doğru yoldayım, insanlar hikâyelerini okuyup karakterlerini sevdi, şimdi daha başka öyküler yazmalıyım ve daha iyisini yapmak zorundayım, hissi… Okunmak, beğenilmek ve başkaları tarafından, hadi başka hikâyeler anlat, bekliyoruz sözlerini işitmek benim için mutluluk verici.

 

 

 

4.Yazma ritüeliniz metninizi ne şekilde etkiliyor?

Yazarlığı bir meslek olarak görmediğim için yazma eyleminin mesaisinin de olmadığını düşünüyorum. Ritüelden ziyade deneyimle alakalı bir durum bence yazarlık. Ivan Gonçarov’a, “Oblomov’u on günde yazdığınız doğru mu?” diye sorduklarında, “Evet, doğru ama on sene kafamın içinde taşıdım,” cevabını vermiştir. Aslında yazmak işin en kolay yanı. Mesele ne yazacağını kurgulamakta. Düşsel seyahat sıkı bir çaba, açık bir zihin ve serseri bir ruh gerektiriyor. Bir öyküyü yazarken arkadaşlardan gelen telefonla ya da halı saha maçı davetiyle masadan kalkabilirim. Masadan kalkmam öyküden koptuğum anlamına gelmiyor. Mesele hayatın akışında olup her anı yaşamak ve yazılacak öykü için malzeme toplamakla alakalı. Yazarlık biraz da hamallık… Düş hamallığı… Okur da heybeden dökülen öyküleri toplamakla meşgul oluyor hâliyle. Kitap bittiğinde yazarın da okurun da belinde ağrı oluşmamışsa hatta en yakın arkadaşa o kitap anlatılıyorsa bu iş tamam, demektir.

 

 

5.Bir öykü karakterinizle bir gün geçirme şansınız olsaydı, bu hangi karakter olurdu ve o gün neler yapmak isterdiniz?

“Unutulmuş Hakikatler” isimli öykümde Alper’e evden gitmemesini, babası Saffet Amca’yla ilgilenmesini, onu bırakmamasını, söylerdim. Çünkü sevmek gerekti. İnsan sevgisizlikten hastalanabilir, ölebilir ve sevgiyle hayata tutunabilirdi.

 

 

6.Hangi öykünüz ipleri kendi eline aldı ve sizin planınızdan saparak bambaşka bir yere evrildi?

“Benden Başka Herkes” isimli öyküm diyebilirim. Nevzat ve Emin’le sisli bir yolda yolculuk etmek gibiydi. Onlar konuştu, ben de aklımda kalanları yazdım sanki. Öyküdeki finali başlarken hiç hayal etmemiştim. Karakterlerle öyle anlaşmamıştık. Şimdi düşününce onların haklı çıktığını söyleyebilirim.

 

 

7.Okurlarınızdan biri kitabınızı kapattıktan sonra yalnızca bir cümle ile sizi hatırlayacak olsa, o cümle ne olsun isterdiniz?

“Yalınayaklı Adam” öykümde geçen; “Hayat, derisinde değil de kalbinde açmıştı tüm yaraları. Dışarıdan görenin midesi bulanmasın diye.”

 

8.Sizin için yazmak neyin eksikliğini gideriyor ya da hangi boşluğu dolduruyor?

Hayat boşluklarla, kusurlarla ve eksiklerle dolu… Berbat bir dünyada yaşamanın şahitliğini yapmalı yazar ya da sanatçı. Hiçbir hikâye mutluluktan oluşmaz. Ortada bir hoşnutsuzluk, bir acı vardır. Çocuklar ölüyorsa, hayvanlar zulüm görüyorsa, kadınlar acı çekiyorsa, ağaçlar kül oluyorsa oluşan bu büyük boşluğu birilerinin anlatması gerekir. Sanat da sanatçı da metin de yazar da uçurumun varlığını insanlara anlatmaya çalışmalı. Bu yüzden yazmak benim için her şeyden önce politik bir tepkidir.

 

9.Yazarken kendinize mi daha çok yaklaşıyorsunuz yoksa kendinizden uzaklaşıp bambaşka birine mi dönüşüyorsunuz?

Sanırım bu değişken bir durum. Hatta bir bedende bin deliyle yaşamak gibi. Bazen kendinmiş gibi yazıyorsun bazen de hiç hazzetmediğin bir insanın ruhuna bürünüyorsun. Gördüğün biri, duyduğun, tanımak istediğin, görsen kavgaya tutuşacağın biri, tanıdığına bin pişman olduğun biri ve yüzlercesi… Hepsiyle iyi anlaşan ve onlarla sıkı pazarlık yapmayı bilen, yeri geldiğinde de onlarla kavgaya tutuşmaktan çekinmeyen yazarların karakterleri akıllarda kalıyor sanırım. Yakın olmak ya da uzaklaşmaktan ziyade mesafeyi korumak doğru olan sanırım. Mesafe seni korur. Karakterlerinden bile.

 

 

10.Hiç yazdığınız bir cümleyi okuyup, “Bunu gerçekten ben mi yazdım,” dediğiniz oldu mu? Kendinizden bir alıntı yapın ya da bir cümlenizin altını çizin desem o hangisi olurdu?

Bunu ben mi yazdım, diye şaşırdığım bir cümle olmadı ama yazdığıma memnun olduğum bir paragrafı “Sahte Tevfik ve Sahici Yalnızlığı” öykümden örnekleyebilirim:

 

“Önce acıların, sonra da insanlığın yaratıldığını düşünürüm. İlk çağlarda acılara daha dayanıklıydı insanlar. Çünkü acıları kadar büyüktü kalpleri de. Sonra gitgide küçüldü insanların kalbi. Yüzyıllardır da devam ediyor bu küçülme. Bu yüzden kimsenin kalbine yer edemiyor kutsal sevgi. Hâliyle, acılar da büyük geliyor yorgun bedenlere ve aciz kalplere. Birkaç beden büyük ve fazlasıyla bol… Bu yüzdendir şimdiki neslin mutsuzluğu… Bu yüzdendir uzun süren ağıtlar… Bu yüzdendir yerden zor kaldırılan tabutlar… Bakın cenazelere, insan kaynıyor. Toprağın üzerinde oğul veren acıların paylaşılmasıdır bu durum. Bu şekilde baş etmeye çalışıyoruz ölümün keskin soğukluğuyla. Biliyoruz artık pek çok şeyi. Zamana şahitlik etmenin sahtekârlık olduğunu çoktan öğrendik. Nefesimizi sabrımıza pazarlayıp usul usul bakıyoruz boşluğa. Hakikatin keskinliğinden nefret ederek eksiliyoruz. Çaresizlikten yaşıyoruz. Başka şansımız olmadığı için veriyoruz aldığımız her soluğu. Hayattan çok hayale bel bağlıyoruz. Yaşamdan çok yalanları hesap ediyoruz. Ölümden çok ölenin ağırlığıyla ilgileniyoruz. Yine de hak vermek lazım; yalanlarla yaşayan insanların söylediği tek doğru sözdür belki de, başınız sağ olsun, çok üzgünüz, acınız acımızdır…”