1.Kitaplarınızı yazarken sizi en çok zorlayan öykü hangisiydi ve neden?
Farklı sebeplerle zorlayan öyküler olsa da, Serçe, Akılsız Sokrates ve Artık Büyüdüm’ün yerleri ayrıdır.
Serçe’de evlatlık bir çocuğun annesini bulma öyküsü anlatılıyordu. Kafamda kurduklarımı okura anlatabilmek için bilinçakışı, bilinçüstü, bilinçaltı, hayal, rüya, iç monolog, iç diyalog, sayıklama, sanrı… çeşitli metotları aynı metnin içinde kullandım. Donmuş bir göl üzerinde yürür gibi adımlarımı dikkatli atmaya çalıştım, sağlam olmayan bir yerden düşersem bir daha toparlayamayacağımı bildiğimden dönüp dönüp üzerinden geçtim.
Akılsız Sokrates çok asiydi, kahraman olarak yazarını dinlemeyen, sürekli alıp başını gitmeye çalışan bir karakteri vardı. Onunla ne yapacağımı bilemez halde senelerce cebelleştim. En sonunda biraz ben ona boyun eğdim, birazcık o beni kabullendi, ortak bir kitapta buluşabildik. Akılsız Sokrates’i başta roman olarak düşünmüştüm. Epeyce de yazdıktan sonra bir noktada benimle konuşmayı bıraktı. Novella’ya çevirmeye çalıştım ama orada da suskunluğunu sürdürdü. En sonunda metnin içindeki kimi kısımları kaldırıp attım, kiminden farklı öyküler çıkarttım, kalanını da Akılsız Sokrates ve Tek Taş olarak ikiye bölerek kitabın farklı yerlerine bağımsız biçimde yerleştirdim.
Artık Büyüdüm, bir ses olarak geldi ve neredeyse hiç yazmadığım biçimde aynı gün karalamasını tamamladım. Ama çocuğun cinsel istismarı gibi oldukça ağır bir konuyu işlediğinden hayatın çıplak gerçekliğinden kopartarak edebiyatın tül perdesinin gerisinden göstermeye çalıştım. Gene de metnin üzerinden her geçtiğimde sarsılmaktan kaçamadım.
2.Öykülerinizde sessizliğin, anlatılmayanın ya da boşlukların yeri nedir? Okura bıraktığınız kısım için neler söylemek istersiniz?
Edebiyat, sinemadan farklı olarak her şeyi hazır sunmaz, okurun iş birliğine ve hayal gücüne ihtiyaç duyar. Aslında bu nefis bir şeydir. Bir sinema filminden çıkan herkes ana karakteri aynı biçimde tanımlarken aynı romanı okuyanların kafalarında kahraman farklı biçimlerde konumlanabilir. Başlarda daha geveze bir yazardım. Okura düşünecek daha az şey bırakıyordum. Ama zamanla -belki de yaşlandıkça- öykünün sahibi olmadığımı benden çıktıktan sonra okurun olduğunu öğrendim. Geveze biçimde anlatmak yerine kimi yerlerde susmanın ve hissettirmenin daha anlamlı olduğunu fark ettim. Hatta kimi metinlerimde okurun boşlukları benim kafamda kurguladığımdan daha güzel biçimde tamamladığına şahit oldum. Kimi öyküler bittiği halde kahramanları yaşamaya devam eder ve evhamlı bir baba gibi yollarını çizmeye çalışmaktansa özgür bırakmak gerekir. Herkesin metindeki boşlukları doldurmaya hakkı vardır, yazarın, kahramanın ve de okurun.
3.Kitaplarınızın bir yazar olarak size öğrettiği en önemli şey nedir?
Yaşanan onca acının, dramın, sıkıntının ve de neşenin, kahkahanın yanında yazmak hiçbir şeydir. Ama başkalarının üzüntülerine ve mutluluklarına aldırmadan yaşayan milyonlar varken okumak ve yazmak (tabii ki sanatın diğer dalları da) her şeye rağmen insan kalabilmek demektir. Kitaplar başkasına dokunabilmenin en güzel yolu bence, bu yolda okurluğu yazarlıktan ayıramam.
4.Yazma ritüeliniz metninizi ne şekilde etkiliyor?
Sessizlik dışında pek bir ritüelim olduğunu söyleyemeyeceğim. Kalabalık ortamlarda yazamam arkada çalan fon müziği bile kafamı dağıttığından istemem. Evde masamın üzerinde günün -genellikle- erken saatlerinde yazarım. Bunun metnime bir etkisi olduğunu zannetmiyorum ama faal olarak avukatlık yaptığım için ancak işimden artırabildiğim zamanlarda yazabiliyorum. Bu yüzden yazmak istediklerimin pek azını hayata geçirebiliyorum.