Yazarların metinleriyle, kitaplarıyla ilişkisini merak ettiğim Eksik Paragraf başlıklı bu röportaj serisinde bu haftaki konuğum sevgili Pınar İlkiz.
Pınar İlkiz’i 2024 yılında İletişim Yayınları etiketiyle yayımlanan Soğan Doğradığın Çıplak Eller isimli ilk öykü kitabı ile ağırlıyorum.
“O, evden çıkınca, “Açıyorum radyoyu, alıyorum kahvemi,” demek isterdim ama o lüks kimde var çok merak ediyorum. Ben arkasını toplamaya yatak odasından başlıyorum. Her ev kadını gibi yerlerden bir şeyler toplamak isterdim ama yok, benim bey cahil görünümlü bir gerçeküstücü. Gün geliyor çoraplarını şifonyerin üstünden topluyorum, gün geliyor kravatını duşakabinin tepesinden indiriyorum. Anlayacağınız benim işim yere dökülenlerle değil, havaya saçılanlarla…”
Kocalarından bezmiş kadınlar, sevgililerinin gelgitlerinden illallah etmiş âşıklar, geçmişin hayaletleriyle yaşayan karanlık adamlar, ezberleri yıkmak isteyen yazarlar, ıskartaya çıkarılan eski yıldızlar, elinde terliğiyle her daim hazır olda bekleyen anneler, akraba kuşatması altındaki gençler…
Pınar İlkiz, Soğan Doğradığın Çıplak Eller’de, hayatın farklı evrelerindeki insanların biraz tanıdık biraz tuhaf dünyalarına konuk ediyor bizi. Karşılıklı bir sohbet havasında, kimi zaman hüzünle kimi zaman da kahkahalar eşliğinde anlatıyor hikâyelerini. (Tanıtım bülteninden)
1.Kitabınızı yazarken sizi en çok zorlayan öykü hangisiydi ve neden?
“Hortum” beni en çok zorlayan öyküydü. Kafamdaki ile kâğıda dökülen bir türlü uyuşmadı. Sonra öykü çok doldu, hatta taştı. Öykünün içinden başka bir öykü taştı desem yeridir. Ama o kısmı çok sevdiğimden çıkarmak istemedim ve öykü savruldu. En sonunda dosyayı okuyan arkadaşım Neslihan Cangöz’e güvendim ve “Ev üstüne ev olmaz” diyerek bir kısmını çıkardım. Bu sefer de öykünün okuyucuyu yakasından tutup silkelediği yer değişti ve çok daha iyi oldu.
2.Öykülerinizde sessizliğin, anlatılmayanın ya da boşlukların yeri nedir? Okura bıraktığınız kısım için neler söylemek istersiniz?
Umarım o boşluklar onlara uçsuz bucaksız çayırlar gibi görünüyordur ve koşabildikleri kadar koşup kendi dünyalarını arkalarında bırakırlar. Umarım o yemyeşil çayırlar başka dünyalara, başka yollara dalmalarına olanak verir.
3.Kitabınızın bir yazar olarak size öğrettiği en önemli şey nedir?
Dünyanın en muğlak kelimesinin “iyi” olduğunu öğretti. Bununla beraber bir öykünün “iyi” olması için çabalarken neyin peşinden koştuğumu yeniden gözden geçirmemi sağladı. Kitap yayınlandıktan sonra okuyucu deneyimlerinin paylaşıldığı çeşitli sitelerde yapılan alıntılar, imza günlerine gelip iki kelam eden insanlar başka bir bakış açısı sundu bana. “Bu öyküde bunu mu demek istediniz” tarzı bir bakış açısı değil, daha çok kendi öykülerimi nasıl ele almam, onlara nasıl (şefkatle) bakmam gerektiğine dair bir bakış açısı.
4.Yazma ritüeliniz metninizi ne şekilde etkiliyor?
Unutarak kendini test ediyor. Bir öykü önce kafamda dönüyor, birkaç cümleyi not alıyorum. Daha çok öykünün köşe taşları olabilecek yerleri not alıyorum diyebilirim. Öykünün köşe taşlarının dışında bazen bir his, bir cümle takılıyor kafama ama onu not almamaya özen gösteriyorum, eğer iki-üç gün sonra zihnimdeki yerini koruyorsa o zaman not alıyorum. Sonra öykü kafamda dönmeye devam ediyor, boşlukları dolduruyorum ama bütün boşluklar tam olarak dolana kadar da yazmaya oturamıyorum.
5.Bir öykü karakterinizle bir gün geçirme şansınız olsaydı, bu hangi karakter olurdu ve o gün neler yapmak isterdiniz?
“Kedili kadın” öyküsündeki kadınla önce köfteciye gitmek isterdim, ardından da şöyle deniz kıyısında bir yerde demli birer çay içmek isterdim. Eminim kediler bizi rahat bırakmazdı. Karakterden “kadın” diye bahsediyorum çünkü bazı öykülerde karakterlerin adı yok, herhangi bir ismin ağırlığı altında ezilmeden herhangi biri olabileceklerine inanıyorum.