Eksik Paragraf: Taçlı Yazıcıoğlu’nun Kurgu Evreni
Söyleşi

Eksik Paragraf: Taçlı Yazıcıoğlu’nun Kurgu Evreni

İlay Bilgili

Yazarların metinleriyle, kitaplarıyla ilişkisini merak ettiğim Eksik Paragraf başlıklı bu röportaj serisinde bu haftaki konuğum sevgili Taçlı Yazıcıoğlu.

 

Taçlı Yazıcıoğlu’nu 2019 yılında İletişim Yayınları etiketiyle okurla buluşan ilk romanı Hep Sondan Başlar ve 2024 yılında Doğan Kitap etiketiyle raflarda yerini alan ikinci romanı İncirlik Yazı ile ağırlıyorum.

 

“Belki sonra olanlar olmasa geçip gidecek, unutulacaktı bu olay.

Sadece Alin’in mızırdanmaları kalacaktı ya da babamın ona soğuk davranmaları. Mumçiçeği olamamış, ne kadar verimli olursa olsun Çukurova toprağına ekildiğinde bitememiş, kendini iyi bir öğretmen olmaya ve bizi yetiştirmeye, kendince bir hayat yaratmaya adayan annemin yine araya girmeleri, sonra tıpkı babam gibi kendi kabuğuna çekilmeleri…

Onlar sadece iki kırılgan sümüklüböcekti, değişir görünseler de hep aynı kalan evlerinde.

Yel olup kavuran, dalga olup çarpan Adana’nın sıcağında, 1995 yılında genç bir avukatın müvekkiliyle buluşmasıyla başlar hikâye. İncirlik Üssü’nün gölgesinde, dönüşen şehrin 1966’sına savruluruz sonra, bitmiş gitmiş bir acı olaya şahit yazar bizi Taçlı Yazıcıoğlu.

1983 Haziran’ına geldiğimizde kahramanımız Belgi alır sözü, on bir yaşının saflığı, zekâsı ve heveskâr gözlem gücüyle. Annesi, babası ve ablası Alin ile yaşadıkları Eser Apartmanı’na taşınan bir Amerikalının ve o siyah Converse’li gencin bütün yaşamlarını baştan sona değiştireceğinin henüz ne kendisi ne de diğerleri farkındadır.

Taçlı Yazıcıoğlu ikinci romanıyla, yıldız sarmaşığı gecelerde, incir gölgelerinde, dam serinliklerinde saklanan kederli sırları, bilinmeyen ya da görmezden gelinen Adana’yı cesur bir naiflikle, hiç yazılmadığı gibi yazıyor. Bambaşka bir Adana romanı armağan ediyor edebiyatımıza.” İncirlik Yazı, tanıtım bülteninden.

1.Kitabınızda/Kitaplarınızda sessizliğin, anlatılmayanın ya da boşlukların yeri nedir? Okura bıraktığınız kısım için neler söylemek istersiniz?

Romanlarımda tam ne anlatmak istediğime dair kurduğum bir cümle yok sanırım ama o anlama gelen şeyler söylemiştir mutlaka kahramanlarım. Metnin ana fikri denilen konu öğrenciliğimizin –ve belki de edebiyatın–  en sorunlu sorusudur ve herkes yazarın vermek istediği mesajı birebir alamayabilir. Almak zorunda da değildir. Edebiyat bir özgürlük alanıdır. Çocukluğumdan beri benim için hikâye okumak bir sınava girmekten çok dünya değiştirmektir. Tamamen sessizliğin sesiyle bir hikâyeyi yazmak mümkün tabii. Boşluk ve sessizlik kullandığı müddetçe daha zor anlaşılır okunanlar, evet ama bunun seçimi ne zaman yapılır, oranı nasıl anlaşılır, sanırım bilmiyorum.

 

Kurmaya çalıştığım dünyalarda şöyle bir tercihim var sanırım: Okurla, onun merakıyla, oyun oynamak. Onu bilgisiyle ve sabrıyla bir sınava tabi tutmadan oynanan bir oyun olsa gerek bu; yazma eylemimi canlı kılan, bazen durdurup düşündüren, arada sırada önceki sayfalara döndürüp baktıran. Bir tercih derken bunun içselleşmiş bir tarz olduğunu ve hikâye anlatırken doğal seyrinde gittiğini söyleyebilirim; tekrar elden geçirirken metni zaman kaybettiren ama akışı daim kılan.

 

2.Romanlarınızdaki karakterleri yaratırken nasıl bir yöntem izliyorsunuz?

Her iki romanımda da hikâyeden önce kahramanlar aklıma geldiğine göre ben önce onları hayal ediyorum. Bunu yaparken de ilk kurdukları cümleyle beraber onlarla düşünmeye başlıyorum. Bir süre sonra onlarla aramda bir diyalog başlıyor. Bundan dolayı sanırım Hep Sondan Başlar’daki Suat her ne kadar bir hayli kötücül bir insan olsa da, onunla empati kurabilen, hatta onu sevenler oldu. Bunun yanıtı ilk sorunuzla da örtüşüyor sanırım. Bir seçim yaparak, notlar alarak, planlı programlı mı yazmak, yoksa her sabah bir önceki gün yazdıklarına şaşırmak mı? İkincisi daha eğlenceli ve bendeki oyun oynama duygusuyla birlikte gittiğinden doğal bir seçim. Yanıta döneyim: Bu yaratım esnasında bir yöntem izlemiyorum. Kahraman aklıma geldiği andan itibaren merakla, “Bakalım bu belleğimin hangi labirentine dalacak?” diyerek kendisini izliyorum.

 

3.Bazı yazarlar karakterlerini tam anlamıyla kontrol edemediklerini, onların bir noktadan sonra kendi yollarını çizdiğini söylüyor. Sizce bir yazar karakterlerine ne ölçüde yön vermeli?

Bunu okumadan bir önceki soruyla yanıtını vermeye başlamışım sanırım. Ben karakterlerini kontrol etmeyi sevmeyen yazarlardan biri sayılabilirim. Bu ilk romanımda daha belirgin bir tarzdı. Bir sabah uyandım ve Zerrin’i yazmaya başladım. Böyle bir karakter yaratabileceğim aklıma bile gelmezdi, nereye istiyorsa oraya gitti, hatta La Scala’ya gidip Leyla Gencer’le bile tanıştı. Bu İncirlik Yazı’nda biraz farklı gelişti. Benzer şekilde ilerleseydim karakterlerim romanı didaktik yapabilirdi, çünkü onları yazarken o kadar çok araştırma yapmıştım ki hepsi birer bilgi küpü haline gelmişti! Bunu tercih etmedim.

 

Her ne kadar bilgi-yoğun romanlar revaçta olsa da ilk sorunuzdaki verdiğim yanıtın bir benzerini buna verebilir eğer kahramanım bir ders vermeye başlamışsa onu susturduğumu itiraf edebilirim. Ona, “sen tarih hocası değil bir roman kahramanısın” deme kudretim var. Bunu da kullanıyorum. İncirlik Yazı’nda bir cinayet var ve romanın o kısmına gelene kadar cinayeti kimin işlediğini ben de bilmiyordum. O bölüme geldiğimde bulacağıma emindim. Ne var ki, o kısma geldiğimde hâlâ bulamamıştım. Bunu beni umutsuzluğa itti. Birkaç gün hiçbir şey yazamadım. Bu epeyce zor geçen bir zamandı. Sonra o sabah kalkıp bilgisayarın karşısına geçtiğimde birkaç dakika içinde faili buldum ama aylardır bunu düşünüyordum. İlk romanda da benzer, sonradan tüm hikâyeyi değiştiren bir karakter var. Sanırım ben de her okur gibi sürprizleri seviyorum. Yazdıklarımın ilk okuru olduğumdan bunu yaşamak beni yazmaya ve romana bağlıyor.

 

4.Bir roman yazarken en çok hangi duygu ya da düşünce sizi zorlar? Tıkanma anları yaşadığınızda nasıl bir yöntemle tekrar akışı yakalarsınız?

Dilediğini, dilediği gibi yazma özgürlüğüne kavuşabilmek, kendi hikâyelerimi anlatabilmek için iyi giden bir akademik kariyeri, büyük bir emeği bir kenara itmiş biri olarak hiçbir şey beni mecburiyet kadar zorlamaz. Dergilere denemeler de yazıyorum. Bu onlar için de geçerli. Bir yazı uzuyorsa, yazmayı istemiyorum demektir. Bırakırım. Dilediğimi yazma özgürlüğüne kavuşabilmek için çok şeyden feragat ettim, hiçbir şeye değişmem.

 

Tıkanma anları sanırım herkeste olur. Tıkanmaları daha çok başlarda yaşadığımı düşünüyorum. Başlayabilmek zordur, sonrası daha kolay gider. İlk yazdıklarımı tekrar elden geçiririm ama bir romanı ortalama üç yılda yazabildiğim düşünülürse, zaten kurduğum her bir cümlem en az yüz kez değişmiştir zaten. Yavaş yazıyorum, kurgu üzerinde oynamak yazmanın eğlenceli kısmı ama dilin matematiğini ve müziğini yerleştirmek bir hayli emek istiyor.

5.Okurların sizin karakterlerinize duyduğu bağın ya da tepkilerin sizi şaşırttığı oldu mu? Beklenmedik bir şekilde yankı uyandıran bir karakteriniz var mı?

Çok olur, ikinci sorunuzda söz ettiğim Suat’a duyulan sempati bunlardan biri. “Ben Suatçıyım” ya da “ben Timurcuyum” diyen okurlarla karşılaşınca çok şaşırmıştım çünkü ben bir taraf tutulsun diye düşünerek anlatmamıştım hikâyeyi. Ayrıca her kahraman bir parçam olduğundan taraf tutmam pek mümkün değildi.

 

6.Yazarken kendinizle ilgili yeni şeyler keşfettiğiniz oluyor mu? Kitabınız/Kitaplarınız size ne öğretti?

Yaklaşık on yıldır sürekli roman yazdığım düşünülürse (hâlâ üzerinde çalıştığım kurgu-dışı bir kitap daha yazdım bu sürede) başta romanlarım tüm yazdıklarım o zamanlar neler düşündüğümün de bir yansıması. Hatırlamak ve unutmak kafamı en çok kurcalayan konular oldu uzun bir süre.

 

Hep Sondan Başlar’ı yazarken otobiyografi ve nostalji üzerine çok okuduğumu ve düşündüğümü o sıralar yazdığım yazılardan anlayabiliriz. İncirlik Yazı’ndaysa hiç beklemediğim kadar çok araştırma yapmak zorunda kaldım ve edebiyatta didaktizmden hoşlanmayan bir okur olarak bunları metne koyamamak beni çok zorladı. Senelerce ders vermiş bir sosyal bilimcinin edebiyatçı kimliğine bürünmesi zordu. Sanırım bunu dergi yazılarım sayesinde becerebildim, bilgi onlarda ama hikâye romanlarda. Bu tür bir öğrenme süreciyle yazmışım hepsini. Tüm bunlar yaşama ve insanlara bakışımı biraz değiştirdi tabii. Zaten eskiden de etnografik araştırmalar yapan “empatik” bir alanda çalışıyordum, bunu gündelik yaşama da uygulamaya başlamış olabilirim. Beni hâlâ en zorlayan şey kamusal alandaki romancı kimliğim. Romanlarımdan söz ederken zorlanıyorum. Benim için bir sosyal bilimci olarak konuşmak çok daha kolay, ayrıca bu sonsuz bir öğrencilik demek.

 

7.Okurlarınızdan biri kitabınızı kapattıktan sonra yalnızca bir cümle ile sizi hatırlayacak olsa, o cümle ne olsun isterdiniz?

“Bu romanı bir kez daha okumalıyım.”

 

8.Sizin için yazmak neyin eksikliğini gideriyor ya da hangi boşluğu dolduruyor?

Yazmak yaşamımın çok önemli bir parçası. Bu yirmi yıldır böyle. Başkalarının hikâyesini dinleyip İngilizce makale yazıyordum öncesinde. On yıldır sadece Türkçe yazıyorum. Biliyorsunuz, yazarlık bir anlamda yalnızlığı seçmektir, romanların tek yazarı olur. Bilgisayarın karşısında olmadığım zaman bile aklım romandadır, dikkatim hep yazdıklarımdadır. Sorunuza yanıt verecek olursam, roman yazmadığım zamanlardaki boşluğu nasıl dolduruyorum, bu benim için daha önemli.

 

Yalnız bu soru edebiyatın bilgi kaynağı olmasını ya da iyileştirici gücü denen konuları soruyorsa, bu ekollerden uzağım. Edebiyatın araçsallaşması artık demode olmaya başlamış neoliberal bir kavram, yine de anlamaya çalışıyorum. Yazarak birçok şeyi daha iyi anlarız, o başka.

 

9.Yazarken daha çok kendinize mi yaklaşıyorsunuz yoksa kendinizden uzaklaşıp bambaşka birine mi dönüşüyorsunuz?

Kendimden uzaklaşırım, kahramanlarımı dinlemek, onların birbirleriyle muhabbetini izlemek çok güvenli ve eğlenceli ortam. Kendimden uzaklaştığım müddetçe daha yaratıcı olurum ayrıca.

 

10.Hiç yazdığınız bir cümleyi okuyup, “Bunu gerçekten ben mi yazdım,” dediğiniz oldu mu? Kendinizden bir alıntı yapın ya da bir cümlenizin altını çizin desem o hangisi olurdu?

Bu o kadar sık olur ki, artık şaşırmayı bıraktım. Her bir cümlem varlıklarını bilmediğim nöronların kavuşup birbirleriyle dans etmeleriyle ortaya çıkıyor. Bu da yazmayı eğlenceli kılıyor. Tek bir cümlemim altını çizmek zor. Yazarken bu kadar popüler olacağını tahmin etmediğim ama son zamanlarda okurlardan sıkça işittiğim on bir yaşındaki Belgi’nin sözleriyle yanıt vermeyi deneyeceğim:

 

Hiçbir tane zaman silgisi yoktu ki!