Çeviren: Mojdeh Olfat
Kaçak Yazarlar
- 12 Eylül 2024
Çeviren: Mojdeh Olfat
Dün gece, her zaman olduğu gibi perdeyi kapatmak üzereydi. “Kapatma, bırak açık kalsın. Sabah kar yağabilir, görmek isterim” dedim. Sessiz kaldı, itiraz etmedi. Hiçbir tartışma yaşanmadı. “Burası sergi mi?” demedi. Komşunun balkonundan odamızın görünebileceğini düşünerek perdeyi kapatmadı. Sadece sessizce durdu, tek kelime etmeden arkasını dönüp gitti.
Ve şimdi kar yağıyor. Yastığımı top gibi başımın altına kıvırıp, karın beyaz örtüsüne dalarak izliyorum.
Aşağıdan sesleniyor: “Ekmek aldım…çay da hazır…istersen gel.”
“İstersen” dedi. Bu “istemiyorsan gelme!” demektir aslında.
Otuz yıllık erken kalkma alışkanlığı, en azından ekmek almaya yaradı. Ardından tekrar bağırıyor: “Bu elektrik faturasını nereye koydun yine?”
“Orda işte!”
“Orda ne demek tam olarak?”
“Her zamanki yerinde demek. Buzdolabının kapısına baksana.”
Artık kelimelerimiz bundan ibaret. Eski günler de belki daha önemli bir şey söylemiyorduk ama, malum, dört kişilik bir ailenin kelimeleri çok farklıdır.
Kapının kapanma sesi duyuluyor. Önce bankaya, sonra parka gider. Öğlen oldu mu eve döner. Sabit program!
Banyo borusundan akan su, evin sessizliğini delip geçiyor. Üst kattaki adam her sabah olduğu gibi yine duş alıyor. Karısının ve kızının ayak sesleri yankılanıyor, bir o yana bir bu yana gidiyorlar.
-Anne! Başörtümü ütülemedin mi?
Ayda’nın başörtüsü her zaman eşyalarının altında kaybolurdu. Her gün onu ütülemek zorunda kalırdım.
-Mehta! Sandviçine marul koyayım mı?
-Hayır anne. Sadece domates koy.
-Anne, ben marul isterim ama.
-Sima, gel bi bak bakalım, sakalım düzgün duruyor mu?
-Ne hakla benim kalem kutumu aldın? Hırsız!
Her biri kendine özgü telaşlarının içinde, evin sabahlarını bu cümlelerle doldururdu.
-Bıraaak… Anne bir şey söylesene şu Mehta’ya…
-Baba…bak şu Ayda’ya…
-Kesin artık bu yaygarayı!.. Servise geç kalırsanız ben bırakmam sizi okula, ona göre!…Sima, nerde kaldın ya?
-Anne, saçımı at kuyruğu yapmadın hâlâ…
-İyi, çok iyi sakalın Aliciğim. Merak etme.
Mehta’nın saçını at kuyruğu yapıyorum. Ayda’nın başörtüsünü ütülüyorum. İkisi de masada oturmuş bekliyor. İki elimle aynı anda iki çay bardağındaki kaşıkları karıştırıyorum, çünkü böyle yapmazsam biri mutlaka dudaklarını büzüp “Anne, onu benden daha çok seviyorsun,” diyor.
Selofana sarılı sandviçleri, mendilleri ve tek kullanımlık ketçapları kilitli poşetlere yerleştiriyorum. Güne başlarken her şeyin tam ve doğru olmasına özen göstermek, evin rutininde bir zorunluluk haline gelmiş artık.
Üçü de gider. Geriye sadece ben kalırım. Hayır, bir de Ali’nin keskin parfüm kokusu kalır, masadaki ekmek kırıntıları, yerdeki reçel damlaları, açık ya da yarı açık çekmeceler, dağınık yataklar, yerlere saçılmış çoraplar…Hepsi benimle kalır. Sanki Hansel ve Gretel gibi, geri dönüş yolunu bulabilmek için tokalarını yere bırakmışlar.
Komşu adam, kızıyla birlikte merdivenlerden aşağı iner. Kız, yüksek sesle annesine veda eder. Evdeki sessizlik, bir an için bu sesle bozulur, ardından yeniden derin bir sessizlik çöker.
Ev düzenli ve öğle yemeğimiz hazır. Merdivenlerden yükselen çığlıkları duyuyorum.
-Zili ben çalacağım!
-Hayır, ben!
-Sen dün çaldın, bugün benim sıram. Çekil!
Yarışmanın galibi benim, çünkü onlar kapıya ulaşmadan önce açarım kapıyı.
Öğle yemeğinde, balık desenli bardak yüzünden yine tartışma başlıyor.
-Balık benim. Versene…horoz senin!
-Hayır, önce ben aldım. Anne…
Balıklı ve horozlu bardakları alıp en üst dolaba koyuyorum. Figürsüz iki bardakla masaya dönüyorum. Ama balık-horoz kavgası hâlâ devam ediyor. Sonunda dayanamayarak, “susun artık, yeter!” bağırıyorum.
Hâlâ yatakta uzanmış, karın usulca yağışını izliyorum. Ne kadar geç kalkarsam, günüm o kadar kısalıyor ve gece de o kadar erken çöküyor.
İçimde bir şeyler yapma isteği var, ama kimse benden makarna ya da kuru üzümlü kek yapmamı istemiyor.
Sonunda yataktan kalkıp aşağıya iniyorum. Tüm çekmeceler kapalı, yerlerde toplanacak hiçbir şey yok. Yıkanacak ya da ütülenecek kıyafet bile kalmamış. Yapacak hiçbir şeyim yok. Yatakta uyumak yerine, kanepeye oturuyorum. Ali anahtarıyla kapıyı açıp içeri giriyor. Elinde sadece bir gazete var. Ondan da kimse bir şey istememiş demek ki. Ne dondurma ne çikolata ne de keçeli kalem… Kanepeye oturuyor, gözlüğünü takıyor ve gazeteyi okumaya başlıyor. Sakalı ne kadar dağınık.
Yapacak ve söyleyecek hiçbir şeyimiz kalmadı. Veli toplantısına davet edilmedik, artık çocukların karnelerini almak için okula gitmemize gerek yok. Kızlarımız badminton raketi istemediler. Hiçbirinin boğazı ağrımıyor, ateşleri yok. Hayatımızdaki tek önemli mesele elektrik faturasıydı, o da çok şükür sabahın köründe hallettik.
Kendi kendime düşünüyorum, bugün bizi arama sırası hangisinde? Bizi kendi aralarında paylaşmışlar. Çift günlerde sıra Meta’da, tek günlerde ise Ayda’da. Bugün pazar olduğu için sıra…hayır, hayır! Geçen sefer Ayda, “Anne, Allah aşkına, bari izin ver weekendde bi nefes alayım. Bekleme aramamı.” demişti.
Bugün weekend, onların hafta sonu…
Komşunun pişirdiği balığın mis gibi kokusu evin her yerine sinmiş. Birazdan kızı gelir eve, neşeli sesleri merdivenlerden yankılanır. Biz ise, sessizliğimizle baş başa kalırız.