İnsan, kaotik uzama fırlatılan ve terk edilen; ıslak ve çırılçıplak yalnızlığına doğan ve sonra başka’yla, oluşla özünü işleyen; tercih ettiklerini yaşayan tercih etmediklerinde aklı kalan; hatırlayan ve unutan; çatışan ve uzlaşan bir varlık. Tam bir travma hâli. İnsan doğduğu ya da düştüğü o ân, kronometre çalışmaya başlar. Sonra bir bakmışsınız arka fonda Sam Myers çalarken kendinizi çağınızla ve ben’inizle yüzleşirken bulursunuz. Tıpkı Enver Topaloğlu’nun Yaşadığım Çağa Blues’da yaptığı gibi. Yaşadığım Çağa Blues, “bunca yaşadın da hangi soruyu sordun dünyaya”; “ahla bitenleri hatırlamıyorsan eyle başlayanlar çabuk unutulur”; “deniz de sana bakıyor sen denize bakınca”; “şair yalnızlığından tanıdım seni dedi ne diyeyim” adlı dört bölümden oluşan tam bir yüzleşmeler kitabı.
Şair birinci bölümde, “bunca yaşadın da hangi soruyu sordun dünyaya” dizesiyle okuru karşılıyor. Bu, hem kendisini hem de alımlayıcısını ilgilendiren bir soru. Şüphenin ve düşünmenin işareti. Sokrates, “sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez”; René Descartes ise “düşünüyorum, öyleyse varım” der. Nitekim gerek bireysel gerekse kolektif tarihselliği içinde biyo-psiko-sosyo ve ontolojik yapıya sahip olan insan, kendisine ve çağına soru sorandır.
Yine şair, birinci bölüme giriş niteliği taşıyan “bugün yüzüne konuşuyorum ki / yarın karşında / kaçacak yer aramasın gözüm” dizeleriyle de okura not düşüyor. Bu, serzenişleri, endişeleri, kaygıları, kayıpları içeren bir konuşma hâli. Okurun arkasından değil de yüzüne yüzüne yapılmak istenen bir diyalog çağrısı.
Merak en temel dürtüsüdür insanın ve dünya içinde bir varlık olan insan bilme çabası içinde olandır. Bu, en kadim meselesidir insanın. İnsan varlığı (sein), dünyasallık ve zamansallık içinde burada veya orada kendisini açan ve örtendir (Martin Heidegger). Dolayısıyla çağı/nı adlandırma, tanımlama çabasına girer insan. Zira yaşadığımız çağa sürekli bir şeyler bırakır ya da ondan bir şeyler alırız. Yani çağı eksiltiriz ya da çoğaltırız. Nitekim yükümüz cevahir. Enver Topaloğlu da Yaşadığım Çağa Blues’da çağı sorunsallaştırır. Pekâlâ, içinde yaşadığımız çağ, nasıl bir çağ?
“hangi yüzyıl bu anlayabiliyorsan anla / silahların çocuklara oyuncak olduğu / / her şeyin mi ekseni kayar anlatabiliyorsan anlat / bugünün bir adı olmalı / lanetli korolarda şarkı söylüyor kutsallar ve / dil dilin soykırımcısı / / yüzleşerek aşamadığın acıları / öperek sağaltacak ağzı yok zamanın / / herkesin taş attığı kuyuyu madem hâlâ / şiirle doldurup yeryüzüne taşırmak amacın / sordun mu ne diyor hayat” (bugünün bir adı olmalı, s.17-18).
“bir sırt çantası / bir sırt çantası değil yalnızca / omzuna astığında / tarih kültür coğrafya / yas tasa ne varsa / yüklenmiş oluyorsun sırtına / / yoldaki adın yolcudur / başka sıfatlara tanımlara kulak asma / / boya üstüne boya ve cila / ama çağ fırtınalı / durduğu yerde durmuyor hiçbir şey” ( sırt çantası, s.26).
“çağ bir düşünme tarzı – antik çağ ortaçağ rönesans aydınlanma / son çağın kaosu da öyle – ağdan kopmamak için büyük izdiham / siste kalma hali – işte hiçbir şey doğrulanamıyor / hiçbir şey yanlışlanamıyor – post truth / büzüşüyoruz eriyen peynirler gibi / hakikat sonrası gerçek dünya yapay zeka / sanal ortam salıncağında – arada arafta / kâbusların yarıştığı olimpiyatta / seyirci miyiz arenada mı belirsiz o da” (yaşadığımız çağa blues, s.63).
Kitap adını üçüncü bölümdeki “yaşadığım çağa blues” şiirinden alıyor. Yavaş ve hüzünlü bir caz tarzı olan Blues, kökleri Afrika’ya dayanan bir Afro-Amerikan müziği. Blues, yine Afrika kültüründe yas törenlerinde acıyı simgeleyen çivit rengiyle mistik bir çağrışım uyandırır. Afrikalı kölelerin çalışırken söyledikleri hüzün, umut, özgürlük ve acı dolu şarkılardan doğan Blues, köleliğin kaldırılmasıyla önce Amerika’ya sonra da tüm dünyaya yayılır. Kolonyalizme maruz kalmış ötekinin müziği olan Bules ve onun taşıdığı içkinlik düzlemi post truth çağda da gayet işlevsel. Nitekim Blues metaforu, Enver Topaloğlu’nın Yaşadığım Çağa Blues adlı çalışmasında da bir çeşit şemsiye metafor örneği.