Enver Topaloğlu, Yaşadığı Çağa Blues Çalıyor
Şiir Üzerine

Enver Topaloğlu, Yaşadığı Çağa Blues Çalıyor

Engin Fırat

İnsan, kaotik uzama fırlatılan ve terk edilen; ıslak ve çırılçıplak yalnızlığına doğan ve sonra başka’yla, oluşla özünü işleyen; tercih ettiklerini yaşayan tercih etmediklerinde aklı kalan; hatırlayan ve unutan; çatışan ve uzlaşan bir varlık. Tam bir travma hâli. İnsan doğduğu ya da düştüğü o ân, kronometre çalışmaya başlar. Sonra bir bakmışsınız arka fonda Sam Myers çalarken kendinizi çağınızla ve ben’inizle yüzleşirken bulursunuz. Tıpkı Enver Topaloğlu’nun Yaşadığım Çağa Blues’da yaptığı gibi. Yaşadığım Çağa Blues, “bunca yaşadın da hangi soruyu sordun dünyaya”; “ahla bitenleri hatırlamıyorsan eyle başlayanlar çabuk unutulur”; “deniz de sana bakıyor sen denize bakınca”; “şair yalnızlığından tanıdım seni dedi ne diyeyim” adlı dört bölümden oluşan tam bir yüzleşmeler kitabı.

 

Şair birinci bölümde, “bunca yaşadın da hangi soruyu sordun dünyaya” dizesiyle okuru karşılıyor. Bu, hem kendisini hem de alımlayıcısını ilgilendiren bir soru. Şüphenin ve düşünmenin işareti. Sokrates, “sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez”; René Descartes ise “düşünüyorum, öyleyse varım” der. Nitekim gerek bireysel gerekse kolektif tarihselliği içinde biyo-psiko-sosyo ve ontolojik yapıya sahip olan insan, kendisine ve çağına soru sorandır.

 

Yine şair, birinci bölüme giriş niteliği taşıyan “bugün yüzüne konuşuyorum ki / yarın karşında / kaçacak yer aramasın gözüm” dizeleriyle de okura not düşüyor. Bu, serzenişleri, endişeleri, kaygıları, kayıpları içeren bir konuşma hâli. Okurun arkasından değil de yüzüne yüzüne yapılmak istenen bir diyalog çağrısı.

 

Merak en temel dürtüsüdür insanın ve dünya içinde bir varlık olan insan bilme çabası içinde olandır. Bu, en kadim meselesidir insanın. İnsan varlığı (sein), dünyasallık ve zamansallık içinde burada veya orada kendisini açan ve örtendir (Martin Heidegger).  Dolayısıyla çağı/nı adlandırma, tanımlama çabasına girer insan. Zira yaşadığımız çağa sürekli bir şeyler bırakır ya da ondan bir şeyler alırız. Yani çağı eksiltiriz ya da çoğaltırız. Nitekim yükümüz cevahir. Enver Topaloğlu da Yaşadığım Çağa Blues’da çağı sorunsallaştırır. Pekâlâ, içinde yaşadığımız çağ, nasıl bir çağ?

 

hangi yüzyıl bu anlayabiliyorsan anla / silahların çocuklara oyuncak olduğu / / her şeyin mi ekseni kayar anlatabiliyorsan anlat / bugünün bir adı olmalı / lanetli korolarda şarkı söylüyor kutsallar ve / dil dilin soykırımcısı / / yüzleşerek aşamadığın acıları / öperek sağaltacak ağzı yok zamanın / / herkesin taş attığı kuyuyu madem hâlâ / şiirle doldurup yeryüzüne taşırmak amacın / sordun mu ne diyor hayat” (bugünün bir adı olmalı, s.17-18).

 

bir sırt çantası / bir sırt çantası değil yalnızca / omzuna astığında / tarih kültür coğrafya / yas tasa ne varsa / yüklenmiş oluyorsun sırtına / / yoldaki adın yolcudur / başka sıfatlara tanımlara kulak asma / / boya üstüne boya ve cila / ama çağ fırtınalı / durduğu yerde durmuyor hiçbir şey” ( sırt çantası, s.26).

 

çağ bir düşünme tarzı – antik çağ ortaçağ rönesans aydınlanma / son çağın kaosu da öyle – ağdan kopmamak için büyük izdiham / siste kalma hali – işte hiçbir şey doğrulanamıyor / hiçbir şey yanlışlanamıyor – post truth / büzüşüyoruz eriyen peynirler gibi / hakikat sonrası gerçek dünya yapay zeka / sanal ortam salıncağında – arada arafta / kâbusların yarıştığı olimpiyatta / seyirci miyiz arenada mı belirsiz o da” (yaşadığımız çağa blues, s.63).

 

Kitap adını üçüncü bölümdeki “yaşadığım çağa blues” şiirinden alıyor. Yavaş ve hüzünlü bir caz tarzı olan Blues, kökleri Afrika’ya dayanan bir Afro-Amerikan müziği. Blues, yine Afrika kültüründe yas törenlerinde acıyı simgeleyen çivit rengiyle mistik bir çağrışım uyandırır. Afrikalı kölelerin çalışırken söyledikleri hüzün, umut, özgürlük ve acı dolu şarkılardan doğan Blues, köleliğin kaldırılmasıyla önce Amerika’ya sonra da tüm dünyaya yayılır. Kolonyalizme maruz kalmış ötekinin müziği olan Bules ve onun taşıdığı içkinlik düzlemi post truth çağda da gayet işlevsel. Nitekim Blues metaforu, Enver Topaloğlu’nın Yaşadığım Çağa Blues adlı çalışmasında da bir çeşit şemsiye metafor örneği.

Şair, içinde bastıramadığı müzik ile blues arasında bir analoji kuruyor. Yani hüznü, kaygıyı, acıyı, kayıpları ve yası blues müzikle dışa vuruyor. Yaşadığı çağ blues çalıyor; blues yaşadığı çağı söylüyor. Zira yaşadığı zaman, çağ, çivit rengi. Bu, yaratım edimi ve sürecindeki şair içinse özgürlük arzusunun bir biçimi. J. P. Sartre’nin ifade ettiği gibi “yazarın sorumluluğu kendi zamanına ait olmasındandır.” Çünkü sanatçının özgürlüğü yaşadığı dünyaya ve zamana karşı sorumlu olmasını içerir.

 

şair / tüm yalnızlığına karşın / dünyada iyiyi / ve güzeli / yalnız bırakmayan kişi / / Şiir olmasa hayat / çirkindir” (iyi güzel ve çirkin, s.21-24).

dallarına iplikler bağladığımız / bir cadı ağacıdır şiir / kızıl küpeli kokinalardan / yılbaşı ağaçlarından ötede / hangi şiiri okusam içimde bir boşluk büyüyor” (öteye adım, s.53).

bıçak yarasının adı var faça / dil yarasının da adı var şiir” (hayat işte, s.56).

sicilimi ben yazmadım kayıtlara bakmayın / baksanız da ne çıkar / gizli saklım yok / savaş karşıtıyım” (bulut çobanı 4, s.43).

çoraklaştırmak için kartaca topraklarına tuz dökmüş romalılar / / bu defa sanki hedef bütün dünya / bu defa sanki amaç taş olsun / bu defa bütün zamanlardakinden daha büyük kriz / sanki sil tuşunu arıyor hayatın klavyesinde / gözü dönmüş kahredici parmaklar” (yaşadığımız çağa blues, s.62).

klarnetin sustuğu yerde / içini çeke çeke / ölüyor akdeniz / karanlıkta önemini yitiriyor zaman / ağıt / yas / ve ortadoğu başlıyor” (klarnet, s.80).

kaç bin kişi kayıp / bir halk toplanmış / kuyulara soruyor / orda kimse var mı” (kayıp aranıyor, s.32).

Enver Topaloğlu, Yaşadığım Çağa Blues’un üçüncü bölümünde de yine hakikat sonrası bu hız çağında her şeye karşın vicdanlara sesleniyor.  Çünkü insan olmak biraz da öteki’nde olmak değil mi? Yaşadığı çağa ve öteki’ne tanıklık eden şair, yer yer tekrara düşse de özellikle Ortadoğu’da yaşanan savaşlar sonrası bazen sığınmacı bazen mülteci bazen göçmen bazen sürgün olanların bitimsiz göç yollarında biten yaşamlarını, trajedilerini gözler önüne seriyor. Bu, dünyanın ve zamanın içinden; dünyaya ve zamana katılmış öznenin çıkışsızlığı. Şairin de ifade ettiği gibi hangi şiiri okusa nafile; içindeki boşluk büyümeye devam ediyor. Zira şair gibi şiir de eksik.

 

sandal iskeletinin yanında / yan yatmış bir başka sandal / / bavul artığının yanında dağılmış bir başka valiz / / oradaki savaşın / buradaki kumsala bıraktığı mesaj” (ege, s.66).

lodosçu diye / bilinir caminin önünde sergi açar / lodosçunun ne zamandır tezgâhında / adalar denizinde kırılan / düş yolcularının dizili çığlığı var” (tezgâh, s.67).

denizin ortası / evsizler / yurtsuzlar mezarlığı / aklımdan çıkaramıyorum” (denizin ortası, s.69).

dalgaların kıyıya bıraktığı emaneti / anı olarak almaya cesaretim yok” (yadigâr, s.71).

 

İnsanı dünya oyununa fırlatan tanrı terk edendir. Dünya oyununa düşen, yersiz yurtsuz ve yalnız kalan insan ise yeni tanrılar yaratıp (para, meta, üst anlatılar) tapandır. Dolayısıyla yaşadığımız çağda gerçekleşen suçların, katliamların bir tarafı insansa bir tarafı da tanrı. “cellat celladı tanır / ey tanrı / kanlar içinde / yere düşen kahkahanın katili kim” (katil, s.31) dizelerinde olduğu gibi. Şair, tanrıyla konuşuyor ve onu yaşananlardan ötürü suçluyor. Çünkü ondan düşen cellatları en iyi tanıyan yine tanrıdır. Yani tanrıya yönelen saldırılar dışarıdan gelmiyor aksine onun varlığından taşıyor.

 

– burası ekmeğimizin buğday tarlasıydı / burası zeytinimizin zeytinliği / / – burasını kömür için kazdılar / burası siyanürlü altın ocağı / burası termik santral / şuradaki nükleer / / burası karım ve çocuklarımla beraber / dönüp geri bıraktığımız son bükü yolun” (grafiti, s.45) dizelerinde olduğu gibi tanrıdan parçacıklar taşıyan insan, kendisini tükettiği gibi doğayı da tüketiyor. Yine de her şeye rağmen iyi insanların yüzü suyu hürmetine doğa ve insan/lık direniyor. “yanlış yapan dili düzelttim / / katili gizlemeliyim / iş kazası yok / iş cinayeti dedim” (düzeltme, s.83); “şehrin / betondan dudakları var / / bir ilkbahar sabahı / iki dudağı arasında / beton blokların / yoluma / kır papatyası çıktı / / günaydın dedim / başını çevirdi / / galiba beni de / dağ dere / yağmur su orman / çayır çimen çalan / yağmacı hırsız sandı” (kır papatyası, s.84). Distopik, dijital neokapitalist çağ; deneyimin ve belleğin bizâtihi kendisini öldürüyor. Bu, bilinci parçalayan en önemli semptom. Bu çözülüş, insan varlığını her şeyi yok eden bir otomata dönüştürmüş durumda. Zira, “metropol / ne kadar mutsuzluk varsa / sıvıyor hayata” (metropol, s.85).

 

Enver Topaloğlu, Yaşadığım Çağa Blues’u “yine de yüreğimi burkan sözcüklerin çoğu ağzımda kaldı” (son dize, s.91) dizesiyle bitiriyor. Şairin boğazında takılı kalan ve gitmeyen daha çok sözü var. Yani yaşamı ve anlamı önceleyen şairin sırt çantasında modern varoluşun suçlu ve masum sözcükleri yan yana çarpışmaya devam ediyor. Şiir evreni içinde yaratılan bu şiddet dalgası, gerek bireysel gerekse toplumsal olana ilişkin acının ve endişenin soğuk gerçekliğiyle alımlayıcıyı baş başa bırakma çabası. Nitekim insana ve insanlığa ilişkin çağrıcı olan şair, düşünce, bilgi ve eyleme alanında arada, arafta, olmanın gerilimini görüyor ve gösteriyor. Yani Enver Topaloğlu, yaşadığı çağa blues çalıyor.

 

Enver Topaloğlu, Yaşadığım Çağa Blues, İzmir: Pikaresk Yay., 2024, 91 sayfa.