Bir Duruşun Romanı: Taş ve Gölge
- 14 Şubat 2025
11 Şubat 2024 tarihinde 91 yaşında aramızdan ayrılan Füruzan’ı “kaybettik” demenin anlamsız olduğunu düşünüyorum çünkü o çok az sayıda yazarın yapabileceği ölçüde okuruna “dokunmayı” başardı. 1971’de Parasız Yatılı ile okurların hayatına giren Füruzan bir daha o yerini hiç yitirmedi. Kitapta yer alan on iki öyküden, yoksulluk içinde yaşama tutunmaya çalışan kadınların bilincinden ve seslerinde dile gelen horlanmalar ve açlığın kenarında dolaşan hayatlar, yoksulluğun ve yurtsuzluğun neden olduğu toplumsal dışlanmanın aldığı görünümler, okura sarsıcı bir okuma deneyimi sunmayı başarmıştır. Ve Füruzan bu öykülerle birlikte, Mehmet H. Doğan’ın 1972 yılında Yeni Dergi’de yayınlanmış “Füruzan Olayı” yazısında işaret ettiği gibi “birden sevilmiş, tutulmuş, sözü edilen aranan bir hikâyeci olmuştur. Edebiyatımızda azdır böylesi.”
Peki “edebiyatımızda az” olan nedir? Bu “birden sevilmenin” sırrı nedir? Okurlar Füruzan’ın öykü kişilerini Parasız Yatılı’dan başlayarak neden sevmişler, onlara belleklerinde ayrıcalıklı bir yer ayırmışlardır? Neden bir sinema locasında çantasına tıkıştırılan paralar karşılığında kendini Haluk Bey’in duygusuz ellerine teslim eden “Kuşatma”nın Nazan’ı, Raşel’i ve Madam Sara’sı, “Benim Sinemalarım”ın Nesibe’si, Gecenin Öteki Yüzü’ndeki anne-kızı, “Haraç’’ın Horhor’daki bir konakta hayatı çürüyen Servet’i, kendisine güzelleme yazılan Redife’si, narin, delicesine âşık bir genç kızdan acımasız, hoyrat bir burjuva kadınına dönüşen Gül Mevsimidir ‘in Mesaadet’i unutulmaz olur?
Mehmet H. Doğan bu sorulara yanıt vermiyor. Bana kalırsa bu öykülerde anlatılan yoksulluğu, okurlar kendi hayatlarında hiç yaşamamış olsalar da, kendileri yaşamış gibi duyumsamış oldukları için ‘Parasız Yatılı’ öyküsündeki küçük kız, Türk okurun zihninde unutulmazlar arasındaki ayrıcalıklı bir yer edinmiştir kendisine. Bu kız çocuğunun yoksulluktan dolayı deneyimlediği yalnızlığını, kendileri de yaşamış gibi üşümüşler; onunla birlikte sınıfın “arka sırasında” oturup “Kızılay Kolundan yemek” yemiş ve “ulusal bayramlarda şiir okumamanın” yaşattığı itilmişliği, onun tenine sızmış gibi hissetmiş oldukları için sarsılmışlardı. Hiç kuşkum yok ki, bu öyküyü okuyan pek çok kişi yoksulluğun neden olduğu itilmişliği sonlandıracak tek umudun parasız yatılı sınavını kazanmak olduğunun sorumluluğunu bu kızın küçücük omuzlarına bilmeden yükleyen anneyle birlikte Cağaloğlu yokuşunu tırmanıp, onunla birlikte geleceğe dair bolluk hayalleri kurmuştur. Füruzan “birden sevilmişti” çünkü o, gerçek, samimi insanın içine işleyen ayrıntılarla can verdiği gerçek olmayan kişilerle gerçek varlıklarmış gibi okurların duygudaşlık ilişkisi kurmalarını sağlayabilmiştir.
John Dewey 1930’lu yıllarda “[Yazar ve şairler] somut bir durum yaratıp, bu durum üzerinden duygusal bir tepki uyandırmayı başarırlar. Belli bir duygunun, entelektüel ve simgesel düzlemde betimlemesi yerine, sanatçı ‘duyguyu yeşertecek eylemi’ yapar” (1934: 70) diyordu.
İşte, Füruzan başkasının zihninde olan bitenin duygusunu okurun zihninde “yeşertecek eylemi”, yapabilen ender yazarlardan biri olabildiği için Türk yazınında “olay” olmuştur. Parasız Yatılı ile başlayan ve ardı ardına üç yıl içinde yayınlanan Kuşatma ve Benim Sinemalarım ile hız kesmeden süren verimiyle Ece Ayhan’ın deyimiyle “hikâyeye saygınlık kazandırmıştır”. Her birinde kadınlar ve yoksulluk etrafında kurgulanan somut durumların ve deneyim anlarının kurgulandığı bu öyküler, tıpkı hayatta olduğu gibi çeşitli öznelik konumları işgal eden öykü kişilerinin arasındaki çelişkileri, güç ve güce itiraz ilişkilerini görmeyi mümkün kılmıştır.
Füruzan’ın ince bir oya gibi işlediği bu ilişkiler, cinsiyet ve yoksulluğu, gündelik hayatı oluşturan karmaşık bir sistemin ayrışmaz ögeleri halinde sunmanın başlıca aracı olur. Güçlünün ve güçsüzün, sömüren ve sömürülenin bir yün yumağı gibi birbirine dolandığı bu öyküler, kadın bedenlerine eklemlenen yoksulluğun yarattığı mağduriyetlere açılan bir pencere olur. Bu pencere, toplumsal cinsiyet rolleri ve toplumun kesişme noktasında neşet bulan insan bilincinin mahremiyetinin kuytularına taşır okuru. “
“Yoksulluk, horlanmak değil miydi?” diye soran “Edirne’nin Köprüleri” öyküsündeki kız çocuğu gibi, kız çocuklarının çoğalarak hemen her öyküde karşımıza çıkması, yoksulluğun en çok toplumsal dışlanmaya neden olan yüzünü görmemizi sağlar. Toplumsal dışlanma, insanın yurtsuz bırakılmasıdır.
“İskele Parkları” ve “Parasız Yatılı” öyküleri yine küçük bir kız çocuğu ve annesi üzerinden bizi yoksulluğun yarattığı mağduriyetin toplumsal ve kültürel dinamikleri içinde konumlandırır.
Yoksulluk sevgisizliği de çoğaltır. Yoksulluğun getirdiği kaygı, severek evlenilen adamın yüzünü unutturur. Yoksulluk yabancılaştırır. İskele Parkları” öyküsündeki kadın, yanında oturan çocuktan yabancı bir nesne gibi söz eder. “Çocuğu hiç yıkamadım, ne kadar zayıf! Sıska denir böylesine” der. İyelik bildiren –m ekine ne olmuştur? Nereye kaybolmuştur? Yoksulluk yüzünden çocuğun yabancı bir nesneye, bir yüke dönüşmesi, daha sonra Gecenin Öteki Yüzünde de karşımıza çıkar.
“Parasız Yatılı” öyküsündeki anne-kız sanki “İskele Parkları” öyküsündeki anne-kızın birkaç yıl sonrasına taşır okuru. İşsizlikten ve parasızlıktan yılmış anne iş bulmuş ve hayatlarına hemşirelikten kazanılan paranın girmesiyle, düş kurmak olanaklı hale gelmiştir. Aç kalma korkunun yokluğunda sevgi geri gelir. Tekrar annesinin kızı olur. İyelik bildiren –m eki gelir, dilin simgesel zemininde kendine yeniden yer bulur. Sorular “değil mi benim kızım” diye sorulmaya başlar. Okulu pek iyiyle bitirince, yapılacak şey bellidir Dışlanma bitecek toplumun bir parçası olunacaktır. Kabul günleri olacak, anne gelen misafirlere, yıllardır yapmayı unuttuğu, anasonlu galetalardan yapacaktır.
Yoksulluktan kurtulmanın bir yolu eğitim ise, diğer yolu bedenini bir erkeğe sunmaktır. “Yaz Geldi” öyküsündeki küçük kızın, bulunduğu yerden görülen “yukarı mahalleye” gitme arzusunun, nasıl gerçekleşebileceğini, hademelik yapan halanın sesinden öğreniriz. “Bak yukarıyı bilmezsin sen,. Ben bir gün çıkacağım oraya. Halam ‘çıkacan tabii’ diyor. ‘Ama daha var. Daha birkaç yıl var. Hele büyü, büyü de kalma buralarda’ diyor. Halam ‘hayatını rezil etme kızım’ diyor. ‘Bir namus derdine’ diyor. Bunları söyleyen hala, Parasız Yatılı öyküsünde “Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler” diyen hademe kadın mıdır acaba?.
Bu öyküde “aşağısı” ve “yukarısı” diye tanımlanan yerler “Kuşatma” öyküsünde bir ada kavuşur ve okurun zihninde “Kasımpaşa” ve “Beyoğlu” olarak somutluk kazanır. “Yaz Geldi” öyküsündeki küçük kızın, bulunduğu yer olan aşağısı genişler, Anadolu’dan kopup gelen Yozgatlı işçiler, Kapalıçarşı’dan alınan parça başı işlere düğme dikerek para kazanmaya çalışan dul kalmış kadınlar ve kız çocuklarıyla kalabalıklaşır, yoksulluğun coğrafyası olur. Bu anlamda, Füruzan’ın kurguladığı “aşağısı”, gündelik yaşamı çevreleyen ve insan ilişkilerini biçimlendiren yoksulluk etrafında gelişen sosyal ve kültürel iklime doğru açılan bir geçit sunar.
Sabahları burada yaşayan kız çocukları “yukarıya” akın akın çıkarlar ve orada yuvalanmış zenginlikten kendilerine küçücük bir pay almanın tek yolunu, el yordamıyla, sinema localarında keşfederler. “Kuşatma”nın Nazan’ı kendinden önce Nigar Ablası’nın yaptığı gibi sinema localarında bedenini sunarken, “Benim Sinemalarım” öyküsünün Nesibe’si Pazar günleri plaj kabinlerinde annesine alınan dikiş makinasının taksitlerini ödeyecek parayı bulmanın yollarını arar. “Yaz Geldi” öyküsündeki küçük kız kaç yaşında “yukarı” çıkmanın hayalini kurar bilmiyoruz ama Nazan on dört, Nesibe ise on altı yaşındadır. Bu kızların birbirinden ayrı hayat hikâyeleri, sanki yoksulluk tarafından tahkim edilen “kuşatmaya” direnemeyip “düşen” kızların tarihçesi olarak Füruzan tarafından yazılır. Bu metinler arası bağlar- yoksa öyküler arası mı demeli- yoksulluğun sosyal ve ekonomik dinamikleri içinde tutsak düşmüş insanların çıkışsızlığını bir süreç olarak değerlendirmenin kapılarını aralar. Yukarıya çıkılır çıkılmasına ama yukarısı körpe bedenleri yutar. Nesibe dar, ışıksız sokak aralarında kaybolup gidecektir.
Okur, kendisine sunulan bu ortak yazgı tasarımından yola çıkarak, bu gencecik çocuk-kadınların öznelliğinde kristalleşen davranış ve duyumsama özelliklerinin bireysel olduğu kadar toplumsal olabileceğini keşfeder.
Atkısı, kadın olmanın halleri; çözgüsü, yoksulluğun bin bir yüzünden oluşan bir kilim dokuyan Füruzan öyküleri, okurunu anlamların tüketicisi olmaktan üreticisi olmaya taşıyan Barthes’ın deyimiyle yazarlaştırıcı metinler (writerly texts) olarak sadece Türk edebiyatında değil, dünya edebiyatında da seçkin yerini çoktan edinmiştir. O hep bizimle olacak.
Kaynakça
Dewey, John. Art as Experience. New York: Pedigree. [1934] 2005.
Doğan, Mehmet H. “Füruzan Olayı”. Füruzan Diye Bir Öykü. (haz.) Faruk Süyün içinde, s. 77-81. İst: Yapı Kredi Yayınları. 2009.
Yağcıoğlu, Semiramis “Füruzan’ın Parasız Yatılı Öyküleri Ve Yoksulluğun Fenomenolojisi” Kitap-lık, Mart-Nisan 2021, Sayı: 214, s. 12-26.