Geçerliği Olmayan Şeyler Yığını
Öykü

Geçerliği Olmayan Şeyler Yığını

Usame Yördem

Alarm çalsaydı uyanırdım ve uyanır uyanmaz kalkar yüzümü yıkardım. Birkaç defa, üst üste, avuç avuç su çarpardım yüzüme. Dışarıdaki hayat, benden çok bağımsızmışçasına ama aslında benimle çok bağlantılıymışçasına akar dururdu. Ellerimi durulardım ben de. Hiçbir şey yapmamaktansa herhangi bir şey yapmak istercesine havlupanda duran mavi yüz havlusuyla kurulanırdım ve kendini havlupana asan kadının haberi gelirdi aklıma; bu, sırtıma bir ürperti yayardı ve çocuk odasında ve çocukların oturduğu ve annenin banyoya girdiği ve bir daha da çıkmadığı haberin manşetinden iterdim kendimi, ki düşeyim. Olur olmadık yerlerde belirginleşmiş olan ölüme göz dağı vermişim gibi kara, kuru, kalın ve boğumlu ellerimi, herhangi bir yerde bırakmayı düşünürdüm, olur işmiş gibi.

Banyonun kapısının önünde duran küçük halıya basıp hole çıkarken odalardan holevuran sigara kokusu, yeni yıkadığım yüzüme yapışır, burun köklerimden içeriye doğru girerdi. O anda, bilmem kaçıncı defa daha sigarayı bırakacağıma dair yeminler eder, kendime ayaküstü sözler verir, sigarayı bırakmam halinde sağlığımın düzeleceği konusunda uzun ve içten bir nutuk çekerdim. Holde, ufak masanın üzerindeki şiir kitabını açardım ve rastgele birkaç sayfa okurdum. Bazı cümlelerin sahiden de beni çok etkilediğini sanırdım. Beynimden vurulmuşa dönmüşçesine saplanıp kalırdım bir mehil. Kitaptan çıkardığım anlamlarla evin, bir bataklıktan farkı olmadığını, insanın ise kaçtıkça bu bataklığa hep daha çok battığını, eve saplanıp kaldığını anlardım. Olması gerekenlerden çok, olmasını istediklerimi düşünmenin daha iyi olacağını tekrar ederdim içimden. Tıpkı yaşam gibi evi de sevmediğimi sanırdım bir an.

 

​Odaya geçip şarjda duran telefonu alırdım elime, Cem’i arardım. Kısa bir çalıştan sonra sinirle ve hışımla açardı telefonu Cem:

 

“Ne var?”

 

“Ne olacak, gitmiyor muyuz?”

 

Sesimdeki o “ne olacak” tınısı, onu bir miktar yumuşatırdı ya da bana öyle gelirdi. Ve Cem ile iki yıl boyunca aramızda filizlenen arkadaşlığın, yani bir türlü dostluğa dönüşmeyen bu şeyin, birbirine zarar veren iki kişiden ibaret bir ilişkiye döndüğünü, her zaman yaptığım gibi yine düşünür ve her zamanki gibi yine inkâr ederdim. Aramızdaki şeyin, Cem’in bana kötü davranmasından ve benim bu kötülükten beslenmemden ibaret olduğunu idrak etmenin bana külfet olduğunu, buna karşılık bunu kabullenmenin yolunu da bildiğimi ancak bu yoldan durmadan kaçtığımı kendime itiraf edemediğimi tekrar edip dururken hattın öbür ucundan Cem’in sesi gelirdi, kesik, boğuk:

 

“Kirve gidelim de çok uykum var…”

 

Biraz dururdum. Öylesine biraz durmak rekorumu geliştirirdim. Hafiflerdi kızgınlığım, elimdeki telefonun kılıfıyla oynardım ve “E ne yapalım?” derdim sonra. Yenilgiyi kabullenmenin adresi olarak söylerdim bunu: “E, ne, yapalım?”

 

Telefonda, yeni filizlenen bir sessizliği sulamaya başlamak üzereyken aramızdaki sessizliğe bir dakika dahi imkân vermeyen, durmadan bir şeyler anlatma gayesi güttüğünü tekrar tekrar hissettiren, olduğu her ortamda sivrilmek istediğini bas bas bağıran ve bu isteği uğruna bağırtılarıyla çevresindeki herkesi ve her şeyi geriye ittiğini insana hissettiren sesiyle“Bilmiyorum ki…” derdi Cem. İçimden, “Bu çocukta, onunla arkadaşlık kurmama değecek ne var sahiden?” diye geçirirdim ancak bir cevap bulamazdım ve her sorunun bir cevabı olmadığından, bu sorunun da cevapsız oluşunu normal karşılardım. Yine de kabul etmeyi, işime göre çekimlediğimden, içimden “Normal olduğunu düşündüğün bir şeyin normal olduğunu kabul etmek en kolay iş, asıl güç olan normal olduğunu düşünmediğin bir şeyin normal olduğunu kabul etmek. Cem ve benim, yani ikimiz için geçerli olan şey gibi yani.”geçirir, dışımdan “Yolda uyursun Cem…” derdim, onun bütün isteksizliğine rağmen. O da her defasında yaptığı gibi, onu ikna etmemi bekliyormuş da bu yüzden ilk ikna girişimimde hemen ikna olmuş, hatta ve hatta sesindeki paravanı çekmiş, ellerini havaya kaldırmış ve öylece teslim olmuş gibi “Peki kirvem, kalkıyorum…” derdi bana.

 

Telefonu birimizden birinin kapatacağı telefon sonlarından birinin daha içinde olurdukbir anda ve o, önceliğin kendisinde olduğunu düşünerek şak diye kapatırdı suratıma telefonu, hep yaptığı gibi ve bense onun bu yaptığını önemsememiş gibi davranırdım, hep yaptığım gibi.

 

​Telefonu kapattıktan sonra yatak odasına geçerdim. Orada, akşamdan hazırladığım beyaz gömleğimi ve siyah pantolonumu giyerdim, ilkin hangisini giymem gerektiğini önemsemeden. Camı açardım ve dışarıdan içeriye bir esinti dolardı, rüzgârın fısıltısını duyardım, sokaktan geçen topuk seslerini, çocuk bağırtılarını, kadınların gülüşmelerini, iç seslerimi duyardım. Etrafa bakardım, kafamı karşı binaya diktiğimde, o binada kalan ve belli aralıklarla asansör başında denk geldikçe iyi akşamlaştığımız kızlardan birisi, perdeyi aralayıp göğe bakardı ansızın. Göz göze gelelim diye, bir süre hareketsiz bir şekilde onun gözlerineimlerdim gözlerimi, oralı olmazdı o ve kendi perdesini eski haline getirip çekildiğinde camdan, yenilmişliği yeniden katıp yanıma, camı kapatırdım.

 

Hazırlığım bitince son defa ardıma bakıp çıkardım odadan, holden, evden. Çıktığım anda Cem’i arardım tekrar. Meşgule atardı. Ronay’ı arardım ve “Abi,” derdim “Cem yanında mı?”

 

“Burda gardaş, veriim…” derdi Ronay, şiveli sesi ve kırık Türkçesiyle.

 

Cem, “Ne var?” diyerek girerdi konuşmaya. Bu “ne var?” sorusu, çağıldayıp dururdu zihnimde. Gerçekten ne var? Neler var? Cem ile ikimizin arasındaki anlamsız itişte, arkadaşlık sandığım şeyde ne var? Zihnimde bitlenip dururdu bu “ne var?” sorusu, bir yükten kurtulmak istercesine. Soluk soluğa, “Cem, nereden kalkıyor otobüs?” diye sorardım. “Cem”derken, e’nin incelişi ve m’nin uzanışı, garip bir şekilde çağıldardı. Her şeyden bu kadar anlam çıkarmak zorunda değildim oysa…

 

“Espark!” derdi Cem ve kapardı telefonu. Ezik bir şeye dönüşürdüm. Fena halde kendimi benzetmek arzusuna kapılırdım. Öfkeli adımlarla ilerlerdim sokakta. Evin önündeki Büyükdere tramvay durağına giderken, yolda gördüğüm pet şişeleri tekmelerdim. Durağa varınca sabahın erken saatlerinde uyanan başka insanların, sabahın köründe durakta ne işleri olduğunu düşünürdüm. Gürültülü bir korna sesiyle düşüncemi aralayıp yanaşırdı durağatramvay. Vatmanın kadın olduğunu görür şaşardım, niye, neye şaşırıyorsam… Cem olsaydı ona da gösterirdim parmak ucumla. Adana’dan bahsederdi sonra bana o, gülüşürdük.

 

Tramvay durduğunda, binerdim ve yol boyu durak isimlerini okurdum. Travmalar ve tramvaylar sözcüklerinin birbirlerine ne çok benzediklerini yeni keşfetmişimcesine keyiflenir, peş peşe sıralardım o sözcükleri.

 

Durağa varınca inerdim tramvaydan ve çok uzaktan Cem’e benzeyen birisini görürdüm ve el ederdim ona, karşılık vermezdi. Duraktan Espark’a doğru yürümeye başlarken ellerimi, birine yanlışlıkla selam vermiş olmanın mahcubiyetiyle cebime koyar ve bir türkü mırıldanırdım, öylesine.

 

Duracağım yere geldiğimde, el ettiğim kişinin Cem olduğunu fark ederdim ancak bozuntuya vermezdim ancak yine de keyfimi kaçırırdı bu fark ediş ve fark edişler, hep keyif kaçıran şeylermiş gibi düşünürdüm, herkesin ortasına bir “günaydın!” dileği bırakırken. Bazıları üstüne alınır, karşılık verirdi, Cem susardı, buna bozulurdum ve tam da o sırada, Cem’in sırtındaki bağlamasını görür, içimin ısınışını hissederdim.

 

Yanımıza üç beş kişi gelirdi sıra sıra ve Cem, tok sesiyle hepsine tek tek “Günaydın …” derdi gülerek, dış kapının en dış mandalı olurdum ben. Ayaküstü kısacık bir muhabbet dönerdi ve sonradan gelenlerden sarışın bir kız, “Sivastopol diye bir yer varmış, bilen var mı aranızda?” diye sorardı. Bu soruya karşılık atlardı hemen Cem ve “O ne öyle ya, topal Sivas gibi…” derdi. Gülüşmeler olurdu, kahkahalar, anırırcasına bağırışlar hatta, bense gülmemek için kendimi tutardım, sinirden dişlerim gıcırdardı ve herkesin basıp geçtiği bir paspas olurdum.

 

Ortamın odağı Cem’ken, bir şaka yapıp da ortamdaki ilginin bir kısmını kendime çekmeyi düşünürdüm. Arka planda bıraktığım bu sekmeyi, otobüse doluştuğumuz anda “Sivas, top ol!” tarzında saçma sapan bir kelime şakasına dönüştürüp alırdım ön plana. Kendi şakama gülerdim, öylesine.ve bu şakayı Cem’e yapmak, onu da güldürmek ve gerekirse şakanın bana ait olduğunu belirtmesi koşuluyla bu şakayı kızlara da yapabileceğini ona söylemek, ona bu şakayı yapması için izin vermek isterdim. Cem’e bakınırdım, uzakta bir yerde, deminki Sivastopol muhabbetini başlatan kızın yanındaki koltukta görürdüm onu, öfkelenmezdim hiç, ince bir kıskanma dolardı sadece içime: Niçin benim yanıma oturmamıştı?

 

Cem ile olan arkadaşlığımızın, olası bir romantik ilişkiden daha az değer görmesi giderdi galiba zoruma. Hasıraltı edilmiş, önemsiz bir şey olurdum, tadım kaçardı. Yine de kafamı, otobüsün camına yaslar ve rüzgâr, cama vurup durdukça Cem’in kahkaha atan sesini duyardım. Kendinden emin gülüşü beni sinir ederdi etmesine ya, o anda daha önce Cem’i bu denli gülerken görmemiş olmanın ayıbı daha çok kuşatırdı bedenimi ve onu bu denli güldürememiş olmanın sorumlusu benmişim gibi gelirdi. Suçluluk duygusuna yenilir, yol boyunca Sivas’ı düşünürdüm. Bir metafor olarak değil, bir şehir olarak. Oraya daha önce hiç gitmediğimi ve oraya dair ne kadar az şey bildiğimi fark ederdim, yeriymiş gibi. Sivas’ın, yaşananlarla hiçbir ilgisi yokken de bir ilgisi olsun isterdim, olmazdı ama. Bunun yerine Madımak gelirdi önce aklıma, sonra Cem. Bu kadar.

 

Birkaç saatin sonunda, otobüs, Ankara tren garına varmaya başladığında, halay çeken öğrencileri, emeklileri, işçileri görürdüm camdan. Otobüsün küçücük camına vuran bağırtılar, heyecanlandırırdı beni ve ellerimi çırpmak, zılgıt atmak isterdim ben de.

 

Tren garına niçin otobüsle gelmiş olduğumuzu düşünmeden inerdim otobüsten. İndiğimde, Cem’in, insan kalabalığının içinde bir yerlerde gezindiğini, olur olmaz anlarda yaptığı gibi sakallarını sıvazladığını görür, birazdan konuyu tek meziyeti olan bağlamaya getireceğini düşünür, bağlama çalacağını beklerdim.

 

Köşede duran ve üstüne kocaman harflerle “ANKARA SİMİTÇİSİ” yazılmış simitçi arabası girerdi kadrajıma, Cem’e baktığım sıra. Simitçinin uçları sararmış, dipleri beyazlamış bıyığına bakardım. Bir ara simitçiyle göz göze gelirdik ve göz göze geldiğimizde aynı bıyığın altından gülerdi bana. Elim, istemsizce yüzüme giderdi benim de. Yeni belirmeye başlayan, gürleşmeyen ve bakıldığı anda insana “Ulan bu daha çocukmuş, baksana köseye!” dedirten on dokuz yıllık suratımı kaşırdım. Yer yer ufak tüyleri elimde hissetmenin erkeksiliğinihissedince Cem’in kabaran tüy yumağı sakalları düşerdi aklıma ve kendimi kötü hissederdimikimizi karşılaştırınca.

 

Gözlerimi çekerdim, simitçinin bıyıklarından ve etrafta koşturup duran, gülümseyen insanlara bakar, yepisyeni şeyler görürdüm. Neşeli tavırların arasında bir yer edinmeye çabalarken birkaç kişiyle tanışırdım. Tanışma dediğim, öylesine birkaç merhabalaşma, birkaç baş sallama filan olurdu: yabancı bir samimiyetle yani. Cem kadar atik, girişken olmadığımı, yeni tanıştığım insanlarla muhabbeti ilerletemediğimde anlardım ve o anlayış anında büyük bir patlama sesi yankılanırdı: güm!

 

Bir çınlayış sesi dolardı kulağıma: çın!

Ardından gümbürdeyen bir gürültü daha: bam!

Bir bomba.

Bir patlama.

Bir dağılma sesi. Susamlar havada uçuşurdu.

İnsanlar bağırıp inlerdi: ah!

Etrafta dağılan kollar, bacaklar. Aklımda, kıl kadar ince bir sırât.

 

Korku dolu gözlerle koşardım, nereye koşacağımı bilmeden. “Allah’ım, ya ölürsem?” derdim. Ölümden değil, öylesine ölmekten, bir anda ölmekten korkardım. Bir süre bir şey yapmadan durduktan sonra etrafa öylece koşturuveren birilerine özenir, öylesine bağrışarak ve telaşla koşturuverirdim. Durduğumda parkın karşısındaki büyük bir duvarın dibineçöktüğümde, simitçinin dağılmış arabasını, arabanın birkaç metre ötesinde ışıltılı bir şekilde yazılmış ancak geriye yalnızca “KARA” olarak kalmış yazısını görürdüm çok uzaktan ve her şey bir anda geçsin isterdim. Ama geçmezdi. Onun yerine birkaç polis otosu geçerdi ve polis otolarının çakar lambaları, ambulansların siren sesleri, insanların bağırışları, bir koro halinde göğe yükselir ve o yükseklikten üzerime çakılırdı. Altında ezilirdim seslerin. Altında ezildiğimi sanırdım. Bir şeyin altında ezilmekten daha kötü tek şeyin, bir şeyin altında ezilmek hissi olduğunu anlardım, hemen o an olmasa da daha sonrasında anlardım bunu.

 

Gözlerimi kısıp etrafa bakardım. Saçılmış, dağılmış, parçalanmış uzuvları bir araya getirip onlardan bir insan yapmak gibi saçmalıkları düşünürdüm, yaşadığım şokun etkisinden. Etrafa bakıverdiğimde, garın yanında, ufalıvermiş, daha doğrusu en son bu şekilde kalıverdiğini düşündüğüm bir halde görürdüm Cem’i. Dağılmış olur suratı. Yanında bağlaması. Sarışın kızı arardım onun çevresinde. Göremezdim. Bağlamanın telleri patlak halde. Öylece, uzunca bir süre bakar kalırdım oracıkta. Aklıma tek bir şaka dahi gelmezdi.

 

İşte, tüm bunlar, ciddi ciddi olabilirdi, alarm çalsaydı. Ama alarm çalmadı, uyanamadım ve yol da başlamadı. Uykumu sürdürdüm hep, birazdan Cem arar, çıkar susarız birlikte.

 

“Her şey sanıdır.”

Empiricus