‘’Yaşıyor olmak yaşamakla bağdaşmaz bazen’’
Edip Cansever
‘’Yaşıyor olmak yaşamakla bağdaşmaz bazen’’
Edip Cansever
Dünya Ağrısı romanı adını bilmediğimiz bir taşra kentinde, yaşamayı bir ağrı gibi taşıyan Mürşit karakterinin odağında geçer. Yazar adını bilmesek de taşranın her yerde aynı olduğu gerçeğini anımsatır bize. Mürşit İstanbul’da felsefe okurken babasının hastalığı nedeniyle şehre geri dönmek zorunda kalır. Bir daha İstanbul’a geri dönemez. Gidemedikçe içine kapanır, bir kağıt parçası gibi büzülüp buruşur ve günden güne ruhu sararıp çürümeye başlar. Mutluluk çabaları sonuçsuz kalır. Ailesinin tavsiyesiyle bir evlilik yapar, babasından kalma oteli devralır. Taşralı olmak için elinden geleni yapar ama beceremez. Ruhu oraya ait değildir, kaçmak için uğraşıp mücadele ettiği yere dönmek hem bir başarısızlık hem de içinden çıkılmaz bir ruhsal tecride dönüşür. Neticede arkada bırakılmak istenen, başka hayatların başka dünyaların olabileceği umuduyla beklemenin adıdır taşra. Sonsuz bir bekleyiş içerisinde adeta ne beklediğini de bilmeden günlerini tamamlamaktadır. Giderek daha az dahil olur gündelik yaşama. Madenci dışında konuştuğu dili anlayacak kimse yoktur etrafında. Roman boyunca madenci karakterinin ismini öğrenemeyiz. Madenci tıpkı yaptığı iş gibi Mürşit’in ruh dünyasına kişisel hafızasına doğru adeta bir kazı gerçekleştirir. Mürşit gibi genç yaşında taşrada çalışmak zorunda olması iki adamı birbirine yakınlaştırmıştır. İkisi de her akşam oturup sohbet ettikçe hafızalarındaki iyi kötü her şeyden azat olmuş hisseder kendilerini.
Dünya Ağrısı adını Almanca ‘’Weltschmerz’’ kavramından alıyor. Sözlükte ‘’Yaşamaktan usanç getirme; Pesimizm, bedbinlik, melal’’ anlamlarına gelirken edebiyatta yaşama hastalığı anlamında kullanılıyor. Bir tür yabancılaşma hali diyebileceğimiz bu durum, kişinin idealize ettiği bir yaşamla gerçek dünyanın uyuşmaması sonucu açığa çıkan ruhsal bir ağırlık yahut depresyon durumu olarak adlandırılıyor. Mürşit’in de depresif halini dayanılmaz hale getiren geçmişten gelen bir tanıdığın rüyalarda yeniden canlanması oluyor.
Bu yüzdendir ki romanın ilk sahnesi Mürşit’in her gece gördüğü kabuslardan biriyle açılıyor. Rüyasında geçmişte tanıdığı Cumhur isimli arkadaşı boynuzlu bir şeytan şeklinde ağzından salyalar akıtarak, uzun pütürlü dilini Mürşit’in yüzüne yapıştırıp metalik sesiyle soruyor: ‘’Unuttun mu?’’. Buradan da anlayacağımız üzere roman aslında bir hafıza meselesi üzerinden şekilleniyor. Mürşit’in belleğinden çıkıp gelmeye çalışan bu korkunç hayalet toplumsal olandan bağımsız değil. Bunu yazarın karakterlere verdiği isimlerin anlamlarından çıkarabilmek mümkün. Cumhur da kelime anlamı olarak, topluluk, halk anlamlarına gelmektedir keza Ayfer Tunç da bir söyleşisinde, “Cumhur biziz, sen, ben, o yani toplumun bizatihi kendisidir,” der.
Toplumu bir arada tutan şeyin ortak bir tarihi geçmiş olduğu düşünülürse Mürşit’in kabuslarının da kişisel olmadığını roman boyunca ince ince hissederiz. Ne var ki asıl meseleyi çözmek için metnin sonunu beklemek gerekecektir. Yazarın bunu bilinçli yaptığını düşünmek olası. Çünkü hem karakterin zamanın yavaş aktığı bir coğrafyada yaşıyor oluşu hem de hafızanın şekillenmek için zamana ihtiyaç duyuşu yazarı böyle bir sürece yöneltmiş olabilir.
Jan Assmann, Kültürel Bellek kitabında; ‘’Bellek, biyolojik olarak devredilemediği için kuşaklar boyunca kültürel olarak canlı tutulması gerekir,’’ der. Bu canlı tutulma hali siyasal erkin denetiminde gerçekleştiğinden çoğu kez medya, tarih kitapları, resmi törenler, anıtlar ya da yıl dönümleri üzerinden oluşturulur. Mürşit’in bir sabah gazeteyi açtığında 1071’den beri bizim olan topraklarda yaşanmış sayısız katliamlardan birinin yıldönümüne dair bir haber görmesi de toplumsal belleğin medya yoluyla egemenler tarafından nasıl şekillendirildiğinin açık ve alışılmış bir örneğidir. Yine Madenci ve Mürşit konuşurken Madencinin ‘’Maraş’ın yıldönümüymüş bugün, internette gezinirken rastladım,’’ sözleri üzerinden iki adamın ülkenin hafızasındaki bu karanlık geçmişe dair kendi kişisel belleklerini yokladıklarını görürüz. Katliama dair ölü bir çocuk fotoğrafı ara ara basında ya da okul yıllarında üniversite kantinindeki anma eylemlerine hazırlanırken tekrar karşısına çıkmıştır Madencinin.
Yazar Ayfer Tunç, atmosfer oluşturmakta usta bir kalem. Romandaki olay ve mekan olguları da metne hakim havaya uygun olarak oluşturulmuştur demekte bir sakınca göremeyiz. Mevsim kıştır. Şehrin görüntüsel geçmişinin silindiğine rastlarız sık sık. Merkezi bir meydanda asırlık ağaçlar kesilmiş yol güzergahları altın madeninin ulaşımı için değiştirilmiştir. Geçmişte ailelerin gittiği Muharrem Gazinosu artık çay bahçesi olarak varlığını sürdürmektedir. Zaman arkasında bir harabe bırakarak geçmiştir. Bunu Mürşit’in babadan kalma otelinde de görürüz. Otel eski ihtişamını kaybetmiş, lobisi ise kahvehaneye dönüşmüştür. Gerçi bu durumun asıl sebebi Mürşit’in kendi yaşamına olan kayıtsızlığı olsa da şehrin yaşadığı mekânsal hafıza kaybı ile otelin otel olmaktan çıkması pek de farklı değildir. O, dedesi sonra da babası gibi işletmeci değildir. Oğlu Özgür’ün tıpkı dedesine benzemesi, oteli çekip çevirip tekrar saygın müşterilerin girip çıktığı bir ticarethaneye dönüştürmeye çalışmasını hayretle izler. Buradaki baba ve torun Özgür karakterleri taşranın o halinden hep memnun, kısa yoldan köşeyi dönmek isteyen, en küçük olayı bile fırsata çevirip sadece kendi menfaatini düşünen insanını temsil eder. Şehirde yaşayan insanların hemen hepsinde bu köylü kurnazlığını görmek mümkündür. Şehirdeki madende çok fazla altın bulunduğu efsanesi kulaktan kulağa yayılırken tüm halk altın sayesinde çok para kazanacaklarına neredeyse emin olmuştur. Öyle ki insanlar altın sayesinde yakında ödeyeceklerini düşünüp habire birbirlerinden borç almaktadırlar. Altının çıkmadığı çıksa bile kimseye böylesine bir faydası olmayacağını anlatamaz Madenci halka. Yani genç mühendis sadece Mürşit’in zihnindeki dehlizlere kazı yapıp gerçeği çıkarmaz; aynı zamanda taşranın gerçekten kopuk halkını sarsmak için de yerleşir kurgunun sınırlarına. Ne yazık ki sorgulamaktan aciz yığınlar tarafından dikkate de alınmaz.
Mürşit ile Madenci sohbetinde iki tarafın da sırları tam anlamıyla açığa çıkamaz sayfalar boyunca. O acı içeriden çıkmayı başaramaz bir türlü. Kolay da değildir onu gün ışığına çıkarabilmek. Mürşit her şeyin başlangıcını on iki yaşında ailesiyle katıldığı bir tanıdık düğünün de şahit olduklarına bağlar. Damat düğünün ortasında kendini öldürmek isteyince düğün dağılır ve eve gelinir. Genç adam başkasına aşıktır ama ailesi aşık olduğu kızı alevi olduğu için istememiştir. Mürşit, babasının aşık olacak başka kız bulamamış mı lafını algılamaya çalışırken aslında toplumsal kötülük denilen şeyin tohumlarının çocuk zihnine nasıl atıldığını yıllar sonra fark edecektir.
Mürşit karakterinin yıllar sonra fark ettiği ve bundan çokça acı çektiği, madenciye anlatabilmenin kıyılarına gelip geri döndüğü olay da bu yaşlarında vuku bulur. Mürşit mahalleden arkadaşı Cumhur’la şehrin kıyısında bulunan Yaban Mahallesi’nde bir linç olayına karışır. Bir anda ortaya çıkan gergin kalabalık mahalledeki hamalın oğluna tecavüz edildiği dedikodusuyla giderek kalabalıklaşır. Cumhur Mürşit’i zorlar ve katılması için teşvik eder. Elindeki taşın daha büyük olanını almasını ister. Olay son bulduğunda ise karakoldan kendisini almaya gelen öfkeli babasına zehirlenmiş çocuk aklıyla ‘’Ama adam Aleviymiş!’’ diyen Mürşit okuyucuya Rakel Dink’in yıllar önce söylediği; bir bebekten katil yaratan karanlığın somut halini gözümüzün önüne yerleştirir.
Elias Canetti Kitle ve İktidar kitabında, kitle denen insan yığınını bir araya getiren şeyin bir tür korku olduğunu söyler. Eşit olmadığının gayet farkında olan insan toplulukları kitle içinde kısa bir süreliğine güçlü ve eşit olduğunu düşünür. Bir öteki yaratmak kendi günahlarından azat olacakları yanılgısına dönüşür. Kitle kördür. Görene de düşman olur haliyle. Lanetini bulaştırdığı kişinin peşini asırlar boyunca bırakmaz. Romanın son kısmında Yaban Mahallesinin nasıl lanetli bir yere dönüştürüldüğünü de görürüz. Oysa oraya cehennemi taşıyan dışarıdan gelen öfkeli kalabalık olmuştur.
Resmi tarihin nesilleri nasıl yeniden şekillendirdiğini artık hepimiz biliyoruz. Bu topraklarda yüzyıllardır egemenler istediklerini durmadan hatırlatıp istemediklerini ise unutturmak için elinden geleni yaptı yapmaya devam ediyor. Yaşayan her şeye düşman olmaktan geri kalmamak bunu da yaparken toplumdaki bireyleri birbirinin polisi olacak şekilde kullanmak alışıldık taktiklerden biri maalesef. Edebiyat ne işe yarar sorusu burada tekrar hatırlanmalı belki de. İnsan olmanın gereği son nefesine kadar duygusal olarak eğitimi sürdürebilmek. Kurmaca metinler bunu bizim için kolay hale getiriyor. Unutturmanın coğrafyasında edebiyata bir büyük sorumluluk daha düşüyor kanımca. O da toplumsal yüzleşmeye yanaşmayanların yeni acılara zemin yaratanların yükünü hafifletmesine izin vermemek.