Şiirimizde eski ve yeni tartışması Tanzimat yıllarına dek uzanır. Görüşlerini yazıya döken ilk şair ve fikir adamlarından birisi Ziya Paşa’dır. Eski ve yeni edebiyat karşıtlığına halk şiiri ile divan şiirini örnek gösterir. Temel ölçütlerinden birisi dildeki sadeliktir. Halk şiirinin açık, yalın ve anlaşılır olmasına karşılık divan şiirindeki ağdalı söyleyiş okuyucu için önemli bir tercih nedeni olacaktır. Halkın zevkine uygun, anlayabileceği bir dilde yazılmış olan halk şiiri Ziya Paşa’nın övgüsüne mazhar olur. Divan şiirini, Arapça, Farsça karışımı melez bir ürün olarak görür. Nefi, Nabi yerine Âşık Ömer, Âşık Kerem, Âşık Garip, Gevheri gibi halk şairlerini yüceltir. Ziya Paşa’ya göre, “Bizim tabii şiir ve inşamız, taşra halkı ile İstanbul ahalisinin avamı beyninde hala durmaktadır.”
“Şiir ve İnşa” adlı makalesinde halk şiiri ile divan şiirini karşılaştıran Ziya Paşa aslında Tanzimat döneminde ortaya çıkan bir düşüncenin etkisi altındadır. O dönem ulusallaşma hareketinin bir sonucu olarak edebiyatta dilin ve içeriğin ön plana çıktığı bir süreç yaşanır. Ziya Paşa’nın sorusu şudur: “ Acaba bizim bağlı olduğumuz milletin bir dili ve şiiri var mıdır?” Yanıtı olumsuz olacaktır. Gerekçelerini şöyle sıralar : “Feridun’un Münşeat’ı Veysi ve Nergisi’nin eserleri ve başka beğenilmiş nesirler ele alınsa içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz. Şiir ve nesrin bu hale girmesi bu devrin yapması değildir. Acemler İslamiyet’i kabulden sonra şeriat ilmini öğrenmek için Arap dilini öğrenmeye düştükleri sırada kendi dillerinin şiir ve nesrinde dahi onu taklit ettikleri gibi biz de Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun ilk zamanlarında İran bilginlerini getirmeye muhtaç olduğumuzdan onların eğitimi üzere kendi dilimizi bırakıp Acem şivesini taklit yanlışlığına düşmüşüzdür ki Osmanlı ülkesi bilginlerinin bu konudaki savsaklama ve kusuru bağışlanmaz bir yanlıştır. Çünkü insanoğlu arasında düşünce alışverişinin vasıtası dildir. Bir milletin dili yazılmış kurallar altında olmayıp ta her eline kalem alan kimsenin keyfine uyar ve tabii halinden çıkarsa o millet arasında karşılıklı iş vasıtası bozulmuş demek olur.” (Sadeleştirilmiş metin).
Eski-Yeni tartışmasının düğüm noktasını, yazılanların anlaşılırlığı ve halka ulaşa bilirliği oluşturmaktadır. Bu konuda örnek alınacak edebiyat ise halk şiiridir. “ Bizim şiirimiz, hani şairlerin vezinsiz diye beğenmedikleri halk şarkıları ve taşrada çöğür (saz) şairleri arasında deyiş, üçleme ve kayabaşı denen nazımlarıdır. Ve bizim tabii nesrimiz, Kaamus çevirmeninin ( Mütercim Asım Efendi’nin) ve sonradan Muhbir gazetesinin kullandığı yazı şivesidir. Gerçi, bu nazım ve bu yazı istenen derecede sanatlı ve gösterişli değilse de Osmanlı halkı ilerlediği sırada bunlara rağbet edilmediğinden, oldukları halde kalmışlar, gelişememişlerdir. Hele bir kere rağbet o yöne dönsün az vakit içinde ne şairler, ne yazarlar yetişir ki akıllara şaşkınlık verir.”
Ziya Paşa’nın başlattığı dilde sadeleştirme ve halk şiirini öne çıkarma girişimi pek etkili olmaz. Kısa bir süre sonra bizzat savunucusu tarafından bir kenara bırakılır. Bu makaleden yedi yıl sonra yazdığı Harabat Mukaddimesi, tam tersine divan şiiri ve türlerine övgülerle doludur. Bu görüşler yaklaşık yarım asır sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet yaratma girişimi ile resmi olarak canlandırılacaktır.
Eski-Yeni tartışması tanzimatın ikinci döneminde farklı bir bağlamda yeniden canlanır. Bu kez gündemdeki isim Recaizade Ekrem olur. Halk ya da divan şiiri tartışması bir kenara bırakılıp batılı tarzda edebiyat savunulur. Yenilikçi Recaizade karşısında Muallim Naci eski edebiyattan yana tavır alır. Dönemin dergileri bu görüşlere saf tutarlar. Servet-i Fünun, yeni edebiyatçıların sesi haline gelir. Bu tartışmalar romanlara bile konu olur. H. Z. Uşaklıgil, Mai ve Siyah romanında eski ve yeni edebiyatçı tiplerini çizer.
Eski-Yeni tartışması Cumhuriyet döneminde de hararetli biçimlerde sürer. Sürekli bir kamplaşma yaşanacaktır. Bir yandan milli edebiyatçılar diğer yanda batıcılar diye, her dönem değişik adlandırmalarla anılan karşı cepheler oluşur. 1930’lardaki Nazım Hikmet’in ‘Putları Yıkıyoruz’ kampanyası bunun örneklerinden birisidir. Batı formlarını benimsemiş yeni bir ulusal edebiyat yaratma peşinde olanlar dil ve içerik olarak eskimiş şiir ve şairlere karşı savaş açarlar. Aynı dönem serbest nazım, özgür koşuk tartışmaları; 1940’lardaki Orhan Veli ve arkadaşlarının çıkışı eski karşısındaki yeninin, modern olanın konulma girişimi olarak anılmalıdır. Daha sonraki yıllarda “Türk şiirinin klasikleri nelerdir, kimlerdir?” sorusu ve yanıt arayışları da aynı tartışmanın farklı bağlamlarda sürdürülmesidir.
Ziya Paşa’nın başlattığı ama devamını getiremediği, halk şiiri savunusu cumhuriyet tarihi boyunca hep benimsenen ve savunulan ama dönem dönem etkisini yitiren bir görüş olmuştur. Milli Edebiyat döneminde halk şiiri formu benimsenir. Hece ve aruz tartışmaları yaşanır. 1960’ların ortasından itibaren halk şiiri içerik bakımından örnek alınacak şiir olarak benimsenir. Özellikle sol eğilimli şairler, adına devrim yapacakları halkın, şiir geleneğine de önem verirler. Burada devrimci bir öz bulurlar. Bu yeni bir buluş sayılmaz. Daha 13. Yüzyıldan beri Anadolu’da halk ve saray edebiyatı iki farklı sosyal sınıfın sesi olarak yükseltilmiştir. Sırtını saraya yaslayıp geçimini halkın sırtından sürdüren eğitimli askere, idari ve ulema kesime zevkine ve kültürüne uygun bir saray edebiyatı oluşturmayı da ihmal etmez. Örneğin Mevlevilik, rafine bir saray zevkine hitap eden müzik ve edebiyat yaratır. Ziya Paşa’nın eleştirdiği Divan edebiyatının kökenlerini buraya indirebiliriz. Halk edebiyatı ise yönetici kesimin dışında ezilen geniş halk tabakasının sesi olarak varlığını sürdürür. Hacı Bektaş ve Yunus Emre ile başlayan halk edebiyatı aşıklık, ozanlık geleneğiyle halkın dili olarak ve halkın içerisinde yaşar, yaşatılır.
Günümüze geldiğimizde ise tartışma bütünüyle, Türk şiirine geleneksel bir gövde oluşturmak, bunun dallarını sıralamak diye anlaşılmak isteniyor. Dayatılan ve yanıtlanmak istenen soru, “Türk şiir geleneğini hangi şairler oluşturmaktadır?”. Soru başından itibaren ideolojik yanıt vermeye koşullanmış bir biçimde sorulmaktadır. Yanıt ister halk şiiri olsun isterse divan şiiri olsun ideolojiktir. Sıra şair sıralamaya geldiğinde ise yine ideolojik-politik bir tutum söz konusu olmaktadır. Sorun bütünüyle ilerici-gerici, ümmetçi-milletçi, ulusalcı ya da batıcı karşıtlıklarına hapsediliyor. Geleneği halk ya da divan şiirine bağlamak tek yanlı ve yetersiz bir yöntemdir. Dünya şiirine, evrensel düzeyde olup bitenlere kapalı kalmak anlamına gelecektir. Sorunu, Ziya Paşa’nın ortaya koyduğu ikilemin dışında ele almak gerekir. Bu ikilem edebiyat tarihimizde resmi bir onay gördüğü için doğrulu pek sorgulanmamıştır. Cumhuriyetin kurucu kadroları, varlık koşullarını güçlendirmek için Osmanlıya karşı geliştirdikleri savaşta kültürel cephe olarak divan şiiri karşısında halk şiiri gerisine mevzilenmişlerdir. Bu aynı zamanda onların popülist (halkçı) politikalarının bir gereği olarak ta böyledir. Türk şiirinin geleceğini de belirleyecek olan güzergâhı yalnızca halk şiirine bağlama iddiası, ne yazık ki sol tandanslı birçok şair ve aydınlara nüfus edecektir. Bu konuda şair Ahmet Telli’nin şu saptaması da oldukça önemli görünüyor. “Şu nokta dikkat çekici: Edebiyatta gelenek olgusunu iki damara bağlamak, öteden beri sürüp gelmektedir. Divan ve Halk edebiyatı damarlarıdır bunlar. Yanlış bir saptayım değil bu. Ama eksik. Çünkü Divan ve Halk edebiyatı toplumun içe ve inanışa dönük dönemlerinin oluşturduğu edebiyatlardır. Diğer yandan sözgelimi, Fuat Köprülü, edebiyat dönemlerini sınıflarken daima dış etkenlerden çıkış yapmıştır. İslamiyet de, Tanzimat da dış dinamiklerdir. Modern dönemleri de “Batı Tesiri” olarak düşünen Fuat Köprülü’nün edebiyat tarihine ilişkin bu sınıflandırması başlı başına bir inceleme konusudur. Kanımca yöntem yanlıştır. Edebiyatın değişim ve gelişimine dilin, toplumun dış dinamikleri bağlamında sınıflandıran Fuat Köprülü’nün yöntemi, resmi edebiyat tarihinin tartışmasız kabullendiği yöntem olmuştur. Böyle olunca, “gelenek” denildiğinde Divan ve Halk edebiyatının anlaşılması ve bunlarla sınıflandırılması eksiktir. Nedeni şu: Zaman bu edebiyatların yanına, kapsamına, içeriğine gelenek olarak, modernist yönelimlerin bütün alanlarına açılım sağlamış; sözgelimi, deneysel örnekler bu gelenek olmasa günyüzüne çıkamayabilirdi. Önemli olan sayageldiğim mirasların bir bileşkesini sağlayabilmektir.” ( Hayal kültür, sanat, edebiyat dergisi, 2010, sayı:34, Ankara).
Şiir ve gelenek üzerine yürütülen tartışmaların tarafları genellikle geçen yüzyıldan devralınan ideolojik-politik yargılardan bağımsız fikirler üretemiyorlar. Birçok alanda olduğu gibi edebiyat alanında da çarpışan iki görüş hâkim. Yobazlık ve bağnazlık olarak ifade ettiğim bu görüşler toplamı şiiri ya gelenek düşüncesine ya da mevcut durum övgüsüne mahkûm kılıyor. Geçen yüzyılda dayatılan resmi politik ve kültürel uygulamalar aynı ağacın dalı diyebileceğimiz iki akım yarattı. Laik ve demokratik bir yöntem olmamasına karşın, inkâr ve imhacı uygulamalarını bu iki söyleme eklediği aydınlanmacı ve modernist slogan ve propaganda malzemeleri ile evrensel değerlere yönelmiş, demokrasi ve özgürlük bilincine canlandırmayı hedefleyen, tek millet, tek din dayatmasına karşı duran her kesim düşman ilan edilerek inkâr veya imhaya tabi tutulduğu söylenebilir. Baskıcı cumhuriyet rejiminin demokrasiden anladığı tek şey, farklı olanı baskı altında tutmak olmuştur. Derin, resmi devlet katlarında hazırlanan raporlarla uzak ve yakın tehlikeler sıralanıp bunlarla savaş yöntemleri belirlenmiştir. Türklük dışındaki hiçbir etnik köken, Sünnilik dışındaki hiçbir mezhep tanınmaz, lafzi olarak bile tahammül edilemez. Sol düşünce ise en ağır biçimde cezalandırılır. Devletin Laiklik iddiasına rağmen, din devlet eliyle titizlikle yürütülür. Şiir alanında ise içerde milli şairler yaratılmaya çalışılır. Demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi değerleri işleyen, dünya şiirini takip eden o kıratta şiirler yazan şairler akıl almaz baskı ve işkencelere maruz kalırlar. Örtülü ödenekten desteklenen kimi isimler, şair diye parlatılırlar. İşte bu isimler günümüzde geleneksel Türk şiirinin dorukları diye gösterilmektedir.
Günümüz şiiri, ulusalcı, ırkçı söylemle dinci, muhafazakâr bir söylem arasına sıkışmış durumdadır. Gelenek denildiğinde ise bu söylemler geriye doğru izlenerek aynı renk boncuklarının yan yana dizildiği bir tespih elde edilmek isteniyor.