Göğceli’den Yaşar Kemal’e Yaşar Kemal’den Çukurova’ya
Yazılar

Göğceli’den Yaşar Kemal’e Yaşar Kemal’den Çukurova’ya

Metin Turan

Yaşamayı ev içinden sızan bereket, el içinden çoğalan mübarek mahsul gibi düşündüğümüzde, her estetik işin bir güzel insan aklına yasladığını görürüz. Bu kültürel iklimle de ilintilidir. Soğuğun merhameti ile acımasızlığı coğrafyaya göre farklılık gösteriyorsa adlar ve adlandırmalar da öyledir. Kimi için yüce dağ adı tapınılası kutsallıkta bir mekan, kimi içinse korku salıcı bir imgedir.

 

İnsanların adları da tıpkı yaptıkları işler gibi kültürel kimliğinin simgelerindendir. Ad, soyad, doğum yeri, doğum tarihi birer simge. “Simgelerin, imgelerin önemini sakın azımsamayın. Yaşadığımız XX. Yüzyılın sonunda imgeler, simgeler, top tüfek, endüstri kuruluşları, enerji kaynakları vb. kadar etkilemekte insanları” (Dino, 2000:195).

 

Göğceli, Yaşar Kemal’in soyadı. Gökçedam, 1920’de doğduğu, çığlık olarak beslendiği, ses olarak çoğaldığı köyün adıdır.

Daha senden gayrı âşık mı yoktur

Nedir bu telaşın ey deli gönül

Hele düşün devr-i Adem’den beri

Neler gelmiş geçmiş say deli gönül

diye seslenen adını, sanını bir dağdan alan, meslektaşı, ozan yoldaşı Deliktaşlı Ruhsati, yahut, daha hayatının baharındayken ecel tuzağına düşürülen:

Serim sevdalanıp aşka düşeli

Möhnet kesesinden bir pare gönül

Sever bir gül gibi mahbubesini

Düşer bülbül gibi bizare gönül

 

dizelerinin sahibi Kağızmanlı Hıfzı da öyle değil mi? Yani coğrafya, yani mekan bir sanatçının özellikle de Anadolu sanatçısının kimliğinin olmazlarındandır.

 

Ad, soyad: Tüm bunların bir bileşimi vardır. Yaşar Kemal’in dünya yazarlığını belirleyen ‘yerlilik’, ‘yurtseverlik’, ‘evrensellik’ kimliğinin derinliği buralardan kaynaklanır. Tıpkı Homeros’tan, Yunus Emre’den, Fakeye Teyran, Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Carventes, Stendal,  Abdele Zeyneke’den beslendiği gibi, soyadını aldığı Gökçedam köyü tipik bir Türkmen yerleşimidir. Yaşar Kemal için Çukurova’nın kültürel eşiğine buradan girilir.

 

Çukurova ile Yaşar Kemal ilişkisine, çok yönlü bakmak gerekiyor. Birincisi Yaşar Kemal’in Çukurovası, ikincisi ise Çukurova’nın Yaşar Kemal’i. Meramımı anlatmayı başarırsam, demek istediğim şu:

 

Biri somut, somuttan da somut sözün sözden öte olduğu bir ad. Yaşar Kemal. Dehşetli acı, dehşetli güzel ağıtların toplayıcısı, destanların anlatıcısı, türkülerin derleyicisi… “Ağacı, otu, çiçeği, böceği, kurdu, kuşu, ırmağı, pınarı, yılanı, çıyanı, serçesi, kartalı, ceylanı, camuzu, çakalı, çocuğu, avradı, tutmas,ı yanaşması, elçisi, parababası, körtopalı, çiftçi başısı, ırgatı, işçisi yaratıcısı ile büyük değişimlerin içinde bulunan Çukurova’nın avaz avaz”ı (Dino, 2000:196).

 

Onun Çukurova’ya, dolayısıyla folklora ilişkin öncü çabalarını anımsamak gerekiyor. Abidin Dino’nun deyimiyle folklora yönelmesi, özbeöz malını kurtarmak çabasıdır. “Kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşup ne kurtarırsa kardır kuralınca, önce ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova’nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini “avlaması” sebepsiz midir? Bu Çukurova’nın özbeöz malını kurtarmak, zenginliğini anlamak gayreti, sorumluluğudur…” (Dino, 2000:197) Toros eteklerinden, Gavurdağı’ndan, ormanlardan, bataklıklardan, pirinç tarlalarından, nadaslardan, felhanlardan hayata hal katması, Anavarzalı, hemşerisi ilk botanikçi, ilk şifacı, ilk hekim farmagoknozinin babası Dioskorides yahut bir diğer hemşerisi ölümü öldürmek sırrının ardına düşen Lokman Hekim gibi, onun sözlerin hayat bulması derdine düşmesi, bundandır. O bakımdan Yaşar Kemal Çukurova’dır.

 

Onun hem kendi kuşağından hem de ardılı yazar, çizer, sosyolog, halkbilimci ve hatta siyasetçilerden bir büyük farkı fardır: Erken dönemde Çukurova’daki hızlı değişimin, köklü kırılmaların farkına varmasıdır. Bu farkına varma, içinden tanıklık yanı sıra, “beğeni gücünün sözcüklerin ötesine varıyor” olmasıdır.

 

Binboğalar Efsanesi özelinde, Haydar Usta’nın macerasıyla bir büyük Çukurova macerası, bir büyük Türkmen macerasını anlatır. Yüksel Pazarkaya ile yaptığı bir söyleşide, o maceraya ilişkin şöyle der: “… Bütün bu sosyal, politik durumlar, değişmeler içinde beni Haydar Usta’nın kişisel macerası ve psikolojisi ilgilendiriyor. (…)

 

İkincisi Halil’in durumu, Ceren’in durumu ve bütün değişmekte olan ve köküne korkunç yapışmış ve oradan çıkmayan; o Türkmen’in köküne, geleneklerine, içindeki büyük şiire yapışmış, insani değere, güce yapışmış ve oradan bir türlü ayrılmayan, onurlu bir insan soyu vermeye çalıştım. Bu bir. Haydar Usta’nın kişiliğinde vermeye çalıştım bunu. İkincisi, eşyanın göreceliği diye bir şey var. Ta Gogol’den De Sica’ya kadar.

 

O şaheser Kaput’ta Gogol, bir kaputa sahip olan zavallı küçük memurun ne hallere düştüğünü anlatır. Oysaki, bir başka insan için bir kaput hiçbir şeydir. De Sica, Bisiklet Hırsızları’nda gene aynı biçimde eşyanın göreceliğini vurgular. O adamın işine yarıyor bisiklet. Ondan daha değerli bir şey yoktur. Halbuki, başka biri için, aynı dünyada, aynı şehirde, aynı anda yaşayan bir başak adan için bir uçak vız gelir tırıs gider. Yani öylesine bir dünya” (Pazarkaya, 2017: 14).

 

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi’nde, başka bir koşul içinde, kendi deyimiyle daha geniş boyutta bir eşya nedir, bir zaman neydi o eşya, yani kılıç, onu anlatıyor.

 

Yaslandığı tarihi kültürel kalıtı da övünçle açıklıyor:

 

“Bunun arkasında Köroğlu var, Köroğlu’nun zenginliği var, bunun arkasında benim yaşamımın zenginliği var. Yörükler gelip etrafa dolanırlarken, konacak yer bulamazlarken, ben Çukurova’da traktör sürüyordum. Geceleri sabahlara kadar yüzlerce traktör böyle yıldız yıldız… O macerayı bir kere yüreğimde yaşadım.

 

O yörükleri, onların macerasını canımdan, yani kanımdan biliyorum. O yörüklerin büyük kültürünü biliyorum. Dadaloğlu’nu biliyorum, Pir Sultan’ı biliyorum, koca Türkmen Yunus Emre’yi biliyorum, korkunç bir kültürü biliyorum. Kilimlerini biliyorum, evlerini biliyorum, insancıl davranışlarını biliyorum.  Birbirlerine karşı nasıl dostluk, sevgi, yardımlaşma gösterdiklerini biliyorum. Bütün bunları biliyorum, bir bu var.

 

İkincisi, benim kişiliğim: Bir elim kendi toprağımda, kendi türkümde, kendi destanımda ama Anadolu’nun büyük geçmişinde de benim elimin bir tarafı var. Yani Homeros’ta da bir elim var, esik Yunan’da da bir elim var.

 

Çünkü Anadolu bir düğüm.” (Pazarkaya, 2017:15).

Göçebe, bozkır hayatı içerisindeki insanların doğadaki olayları gözlemleme yetenekleri ile Mezopotamya, Anadolu, Trakya coğrafyasının bereketli ikliminin insanlarının doğadan duyup öğrendiklerini birleştirmesiyle inanılmaz güzellikte ritüeller ortaya çıkmıştır. İşte bunlardan birisini Müslüman inancındaki toplulukların Hıdırellez, Hristiyan inancındaki toplulukların ise Aziz George Günü olarak adlandırdıkları baharı karşılama törenleri oluşturmaktadır.

 

Yaşar Kemal’in yapıtlarında doğa olaylarından beslenen halk inanmalarının zengin bir çeşitliliği görülür. Ateş kültü, dağ kültü gibi halkbilim ve antropoloji bilimiyle uğraşanların kapsamlı çalışmalarıyla ilginç sonuçlara ulaşacakları bu aktarımların yanında özellikle Hıdırellez uygulamaları önemli yer tutar. Yaşar Kemal olayı aktarmaz. Olayı yaşar ve kahramanlarına da yaşatır.

 

Yüzünü doğaya ve insana dönmüş Yaşar Kemal, gerçek bir sesin, yani o çocuk insanın telaşındakilerin algılayabilecekleri kuş sesinin ardına düşer.  Ardına düştüğü kirlenmemiş, paslanmamış bir sestir. Kanın Sesi’nde çocukla dünyayı masal ve mit üzerinden anlatır.  Mustafa erginleşme serüveni içerisinde masallara sığınır. Konur Ertop’un bir söyleşide altını çizdiği üzere, “(…) Bu masallar yalnız onun [Mustafa’nın] kendi dünyasına değil, adeta köyün bütününe yerleşmiş olan bir olgu biçiminde karşımıza çıkıyor. Hepsi masallar yaratıyorlar, masallar üretiyorlar ve masallara sığınıyorlar” (Ertop, 1991:16).

 

Kanın Sesi’nde Mustafa’nın Kuşlar Padişahı’nın ülkesine, arkadaşlarıyla beraber Düldül Dağı’nın arkasına gitme düşleri vardır. Karıncanın Su İçtiği yapıtında ise toprak, kuş ve çocuk başka bir çoğalmadır. Derinlik ve coşkudan soyunmuş çıplak bir hayatın acısı karşısında, teknolojik baskılardan, endüstrileşmenin getirdiği coşku yoksunluğundan uzakta, bir şifa arayışıdır:

 

“Bütün Çukurova’yı, bataklıkları dolaştı, çok kuş gördü, çok kuş sesi dinledi. Dağlara çıktı, yörük çadırlarında geceledi. Çok kimseye, sesi duyulup da kendi gözükmeyen kuşun sesini duyup duymadıklarını sordu. Hiç kimse böyle bir kuşu görmemiş, böyle bir sesi duymamıştı ya, kadim zamanlarda böyle bir kuşun sesini duyanlar varmış. Bu kuşun sesini hekimler hekimi Lokman Hekim de duymuş. Lokman Hekim kuşun sesini duyunca ermiş mertebesine erişmiş. Artık dağda bayırda, ovada, çölde, her nerede dolaşırsa dolaşsın bütün çiçekler, otlar, çalılar, ağaçlar dile gelip hangi hastalığın devası olduklarını ona söylüyorlarmış. Lokman Hekim de otları, çiçekleri, yaprakları topluyor, köy köy, çadır çadır, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşarak şifa dağıtıyormuş.

 

Lokman Hekim böylece şifa dağıtarak doksan yaşını geçmiş. Bir gün Toroslardaki Pos ormanında dolaşırken o kuşun sesini duyup bir hoş olmuş, bu sesi bunca yıl sonra gene duyduğuma göre bana yeni bir giz daha açılıyor, demiş. Pos ormanını dolaşarak günlerce düşünmüş, sesin gizinin ne olduğunu anlamış. Pos ormanı bir sedir ormanıymış. Her bir ağacı kalem gibi, uzun, göğe ağarmış. Yaşlı ağaçlarının gövdesini üç adam el ele verse çeviremezmiş. Ağaçların yaşı belli değilmiş. Ben, demiş Lokman, ölümün ilacını bu ormanda bulacağım. Başlamış aramaya. Bir gece seher yeli eser, tanyerleri ışırken kulağına uzaklardan gelir gibi duyulur duyulmaz bir ses gelmiş. Ses, kuşun sesine benziyormuş. Kulak kesilip dinlemiş: Ben ölümün ilacıyım, ölümün ilacıyım, ölümün, ölümün ilacıyım, diyormuş ses. Ses, aşağıdaki bin yıllık ulu ağacın altında kaynayan pınarın başındayım, diyormuş. Gün doğmadan beni oradan al! Ses kesilmiş, Lokman ağacın altına koşmuş, yeşil bir ot, dimdik, ışık saçıyor, pınarın dibini, bütün yöreyi, uzunca bakınca gözleri kör edecek kadar, ışığa boğuyormuş” (Kemal, 2012:344).

 

“Bir parça toprak, bir parça, bir parça”. Binbogalar Efsanesi’nde Temir Ağa’nın oğluna kılıç sunmaya giden Haydar Usta’nın dileğidir bu. Kılıç, yaşama kültüründen koparılmış Türkmen obasının tamamen ölüp gitmeye karşı hayatta kalma macerasını yansıtır. Bu bir anlamda yeni bir hayat yerine, yeni bir ölüm tarzıdır. “Biz bu kılıcı bin yıl, on bin yıl dövdük. On bin yıl on bin kişi, yüz bin kişi, ocaklar, kuşaklar boyunca dövdük. On bin yıl daha döveceğiz” (Kemal, 2022:186). Kılıcı bir on bin yıl daha dövme macerası, yeni dünya karşısında yenik düşer. Toplumun psikolojik ve fiziksel esenliğini örselemekle kalmaz, aynı zamanda insanların hem birbirleriyle hem de hemhal oldukları toprakla, ağaçla, kuşla, börtü böcekle olan davranışlarını da etkiler. Kıyıcılık bu tükenme yarışından kaynaklanır. O tükenmekte direnmek, tıpkı tüketerek, daha çok tüketerek koşmak telaşı, aynı zamanda bir ölüm hazırlığıdır.

 

Doğa, Yaşar Kemal’de, hiçbir zaman, insan soyunun yaşamak için mücadele ettiği unsur olmamıştır. Geçmişi aydınlatma derdi yerine insanın macerasına odaklanır. Bu macerada da doğayı tahrip etme yoktur. Romanlarının derinliği insanın psikolojik macerasını anlatmak olduğu için onunla kuşatılmış evrenin sadeliğini de bütünlük içerisinde tamamlayarak görmemizi sağlar.

 

Hayata dair duygularımızın bozulduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bu gerçekliği fark ettirir Yaşar Kemal. Örneğin Binboğalar Efsanesi’nde bir kişiyi değil, Türkmen topluluğunu konuşturur: “Türkmen’in anlı şanlı günlerinde türküler, ağıtlar, destanlar vardı. Toylar, düğünler, gelenekler vardı. Ulu semahlar, mengiler vardı. Üç gün üç gece süren cemler vardı. Aşıklar, kavalcılar, destancılar vardı. Her evde masal söyleyen, ağıt yakan bir yaşlı Türkmen anası vardı. Kilim, halı dokuyanlar, keçe dövenler, kılıç yapanlar, pirler, ocaklar vardı. Kök boya yapanlar, gümüş, eğer, palan yapanlar… Ünü İrandan Turana, ünü Urumdan Şama ulaşmış ustalar vardı. Beyler vardı ki, ulu şanlı kartallara benzer. Bir ovaya inince velilerin, paşaların karşı çıktığını…

 

Azala azala, tükene tükene gelmiş bitivermişti her şey. Söz daha önce bitmişti. Türkü, oyun, destan ağıt, Nasrettin Hoca, Koca Yunus, semah, cem daha önce bitmişti. Kırk yıldır can çekişiyordu tekmil Türkmen mağrıptan maşrıka kadar. Her şey daha önce bitmişti” (Kemal, 2022: 196).

 

Onun doğayla bağı, sevgi üzerinedir. Almaktan çok vermek, tüketmekten çok üretmek, saklamaktan çok paylaşmak vardır. Nasıl yapar Türkmen kocası toprağı ekerken ya da fırınından çıkardığı yeni bir ekmeği paylaşırken: “Bu kurda kuşa, bu konuya komşuya, bu da bize”. Tüketirken en son kendini düşünen, üretirken o üretimin kolektifini oluşturan insanın halidir Çukurova. O bakımdan da topraktaki verimlilik, var oluş tözü, çocuktaki masumiyet ve kuştaki sonsuz özgürlük duygusu onun yazınsallığını anlamak için anahtar olurlar. Çocuksuluk bir yetkinleşme aşamasıdır; Hıdırellezde yaşamak için ölümle tanışmak, yeniden canlanmak gibi. Çukurova yeniden canlanmanın, o anlık ölüm halinden silkinip kurtulmanın adıdır.

 

Edebiyat dediğimiz bir uzun yürüyüştür. Yazı yaban bir yürüyüş. Mahlasını köyünden alan İğdecikli Veli’nin

“Akdeniz yakası, Aydın elleri

Kuşlar gider bizim Dede Sultan’a

Cemal’in görünce yürüdü dağlar

Taşlar gider bizim Dede Sultan’a”

 

Yaşar Kemal, tanık oldu, tanıttı. Bellek coğrafyamızın en belirgin adacıkları onun sesi ve sözcükleriyle doludur. Bu memleketin tarihinde simge olmuş zaman dilimini kimlik hanesine not düşerek, 2015’in 28 Şubat günü dört buçuk yaşından beri kapalı tuttuğu sağ gözünün kardeşini de yumarak erenlerin katına buyurlandı.

 

O, tıpkı Erenlerin Horasan’dan kalkıp Anadolu’ya akmaları, hemşerisi Karacaoğlan’nın oba oba dolaşması, Binboğalı Yörüklerin bir avuç  toprak için yürümeleri gibi,  Çukurova’dır. Eksik mi söyledim, evet Çukurova Yaşar Kemal’dir!

 

Dino, Abidin (2000). Kültür, Sanat ve Politika Üstüne Yazılar, Adam Yayınları, İstanbul.

Ertop, Konur (1991). Yaşar Kemal Romanında “Kimsecik” Üçlüsü ve “Kanın Sesi”, Varlık, Sayı:1010, İstanbul.

Öz, Erdal (1977). “Arkadaşımız Erdal Öz’in Yaşar Kemal’le Uzun Bir Söyleşisi”, Türkiye Yazıları Dergisi, Issue:6, September, ss.12-16.

Pazarkaya,Yüksel (2017). Sana Son Umudumu Söyleyeceğim, Yaşar Kemal Konuşuyor, Sözcükler Yayınevi, İstanbul.

Kemal, Yaşar (1961). Taş Çatlasa, Ataç Kitabevi: İstanbul.

Kemal, Yaşar (1975). Yusufçuk Yusuf, Cem Yayınevi: İstanbul.

Kemal, Yaşar (1994). Kanın Sesi Kimsecik 3, Görsel Yayınlar, İstanbul.

Kemal, Yaşar (2012). Karıncanın Su İçtiği,  YKY:İstanbul

Kemal, Yaşar (2022). Binboğalar Efsanesi, 32. Basım, YKY: İstanbul.

 

 

Görseller //yasarkemalvakfi.org/ sitesinden alınmıştır.