Beyaz transit önümde duruyor. Kayan kapı aynı yerde yine takılıyor, mekanik gidiş gelişleri bekliyorum. Kapı açılınca her zamanki yerime oturuyorum. Elimdeki ince hırkaya ihtiyacım olmayacağını bilsem de bu sağlamcılık hiç bırakmıyor yakamı. Mahmut Hoca’yı uzaktan görüyorum. Aynı yağlanmış, lacivert takım elbiseyi giymiş. Bordo kravatını da iyice sıkmış olmalı. Karısı hamile. Üçüncüye. Transit duruyor. Kapı takılıp açılıyor. Aynı yerde. Aksaklıkları öyle kanıksamışız ki şaşırıyorum bir an. Mahmut Hoca önümdeki koltuğa oturuyor. Esmer desem yetmiyor, kapkara bir adam. Burnu, yuvarlacık. Küçük, orantılı, kara suratının noktasındaki dudakları mora çalan ama tanımadığım bir renk. Gözleri ışıl ışıl…
“Günaydın,” diyor.
Kara, eskimiş, kurumuş yüzünde bembeyaz dişleri parlıyor. Hiç bu kadar beyaz dişler görmediğimi fark ediyorum. Aslında hiç böyle bir ten, yüz, böyle bir insan da görmedim ki ben. Minibüsün içini Mahmut Hoca’nın tütün kolonyası sarıyor. Kan yürümüş gözlerinin akı, sarımtırak. Bu adam ölmüş sanki, diye düşünüyorum. Minibüs köye doğru ilerlerken koku içimi deşiyor. Araba tutuyor iyice. Başımı yağlı cama değirmemeye çalışarak, radyoda çalan o ilk kez duyduğum türküyü dinliyorum.
Okula varıyoruz. Toprak çatırdıyor. Hava, elimdeki ince hırkaya dolanıp bir yılan gibi boğup atıyor hırkayı. Çocuklar öbek öbek yürümeye başlamış. Beyaz makine aralarından yalpalayarak ilerliyor okula doğru. Her defasında bizi ilk kez görüyormuş gibi bakıyorlar minibüse, gülerek, bağırıp gülüşerek. Anlaşılmaz uğultuları minibüsün ardındaki tozda yitip gidiyor. Buraya gelene kadar tanıdığım, gördüğüm çocuklarla bu çocukların da hiçbir benzer yanı yok. Ilık bir sevgi duyuyorum onlara karşı. Onları, öğrendiğim bir damarla, bir yeni duyguyla seviyorum. Çukurlara giren transit beni sağa sola salladıkça içimdeki düşünceler havalanıp darmadağın oluyorlar kafamda. Buradan gitmeme az kaldı. Burası benim için bittiğinde, ben burası için bittiğimde yeni ve bizim hiç öğrenemeyeceğimiz bir sürü çocuk doğacak burada. Okul servisi geçerken arabaya ağızlarını kocaman yayarak bakacaklar. Bir burukluk hissediyorum.
Çocuklar sıraya giriyor. Derme çatma okul kıyafetleri, lastik ayakkabıları, örgüsü incelmiş, eskimiş süveterleri ile bir lunapark cümbüşü içindeler. İstiklal Marşı’nı okuyoruz. Bayrağı dalgalandırıyoruz. Dört bir yanı cennet vatan! Okulum burası. Ağaç yok, su yok. Turuncu toprağın sarıp sarmaladığı, koynunda soluklandırdığı, eciş bücüş evlerden oluşan kuru, uzak, yalnız bir köy burası. Bayrağı var.
İlk dersim boş. Sigara odasına çıkıyorum. Halil abinin demlediği kaçak çayın kokusu koridora dağılmış. Adamın sapsarı dişlerinden tiksinmiyorum nedense. Bilakis bıyıklarının altında hep gülümseyen bir mağara var. Korkutmayan, ürkütmeyen bir mağara… Burada sıkça nefes alabileceğin sığınaklara ihtiyaç duyarsın. İşte Halil abi bir nefes gibi gülümsüyor yine.
“Su var mı Halil abi,” diyorum. “Getirmeyi unutmuşum yine.”
“Tınne.”
Gülümsüyorum. Bu dili anlamak, az az konuşmak bana yaşadığımı hissettiriyor. Keşke birbirimizi daha iyi anlayabilecek kadar bilsek şu dilleri, diye sabırsız bir öfke duyuyorum. Öğrendiğim birkaç cümleyle caka satıyorum.
“Keyifler hoşe?”
“Hoşe hoca.”
“Bir çay ver o zaman,” diyorum. Koşup getiriyor. Eski makam odasından boşa çıkmış kırık bir koltuğa oturuyorum. Güneş birazdan tüm balkonu yalayacak, hâlâ sığınabildiğim gölgede gözlerimi köyde gezdiriyorum. Köyün hikâyesinin başı, şimdisi ve sonsuzluğu uğulduyor zihnimde.
Köyüme karşı bir sigara yakıyorum. Halil abi acı tütün sarıyor. “Bundan iç hoca.”
“Yok, kokuyor o.” Gülüşüyoruz. Halil abinin ekşi kokusu, tütünün, kaçak çayın kokusuna karışıyor. Mahmut Hoca geliyor sonra, bir sigara da o yakıyor. Dün kaçak çayı demlerken içine azıcık Türk çayı atmışım, ona söyleniyor gülümseyerek.
“İçemeyiz biz.”
“Yahu hocam, azıcık attım. Nereden anladınız?”
Beyaz dişleri parıldıyor suratında yine. Keyfi yerinde. Dili çözülüyor. Durup dururken üniversiteden, Çanakkale’de okuduğundan bahsediyor. Ara ara yüzü ciddileşiyor, bir bıkkınlıkla sigaranın dumanını çekiyor ciğerlerine. Mor dudaklarıyla çayını tek seferde yarım ediyor. Dört yıl yaşamış orada, aslında dönmek istememiş, şahane yermiş. Beş abisi varmış, bir de dükkân. Dükkânda durmak gerekirmiş, ayıpmış. Abileri burada çalışırken o nasıl orada yaşasınmış. Çanakkale’nin soğuk suları çağlıyor bakışlarında. Yemyeşil dağlarıyla, serin, iyot kokulu, cam gibi deniziyle, atılan simitleri havada yakalayan martıların etrafında süzüldüğü feribotlarıyla, başka dünyalardan gelip denizin kenarına kurulmuş tahta atıyla kocaman bir şehir Mahmut Hoca’ya gözlerini dikip bakıyor o an. Adam, gözlerini kaçırıyor. Acıyorum bir an ona. Kökleri canımı acıtıyor. Kuru burası, çorak. Burası yok bile. Benim gitmeme az kaldı. Koskoca adam nasıl gidemez istediği yere, aklım almıyor. Okuldan sonra Balıklıgöl’deki kumaş dükkânına gittiğinden, akşama kadar orada olduğundan bahsediyor. “Hocam, vallahi bravo, nasıl dayanıyorsunuz,” diyorum. Çaylar tazeleniyor. Müphem bir hatayla bu dağ köyüne atanmasam, hayatımda asla yan yana gelemeyeceğim bu iki adamla içlerimizi döküyoruz balkonda. “Ben deniz görmemişem valla, hoca,” diyor Halil abi. Cevap vermiyorum. Ne diyeceğim ki zaten? Şöyle Altınova’ya götürsem seni, mis gibi demli çay içsek ışıl ışıl suyun kenarında… Geceleri, gündüzleri biriktirir üzerinde, en son kıyıya gelir; taşı, kumu, deniz kabuklarını iştahla yalarken köpüklü, kırılgan, yorgun bir ses çıkarır dalga. İlmek ilmek anlatır sana duymak istediğini, güneş ufukta kırılır batarken, yansıması suda titreşir. Hele balık kokusu, midye, ağ kokusu… Hepsini susuyorum. Köy, renksiz evleriyle sıcağa meydan okuyor. Bir huzur var içimde, bir his. Bir keşif, bir diyet, bir rahatlama. Böğüren ineklerin alıştığım sesleri geliyor uzaktan. Evlerin yanına yığılmış inek bokunun, yassılanmış tezeklerin üzerinde karasinekler uçuyor. Vapurların etrafında kararlı bakışlı martılar.
Burası, neredeyse iki yıldır evim. Zil çalmak üzere… Çocuklar derste. Sohbetim onlara yabancı geliyor, hissediyorum. Ben de onların daha önce görmediği biriyim. Boyalı, sarı saçlarım, allıkla kızarttığım yanaklarım, topuklu çizmelerim… Sigaram, balkonda sohbetim, kadınlığım, hoca hanımlığım… Hepimiz öğreniyoruz, anlıyorum. “Eşinizle nasıl tanıştınız,” diye soruyorum Mahmut Hoca’ya. Bir sürü şey anlatıyor. Arap’mış kadın. Araplar çok başlık parası istermiş, zor denkleştirmiş parayı. Başlık parası mı varmış hâlâ, şaşkınlıkla, açlıkla dinliyorum. Kaç yıl çalışıp ödemiş. Karısı Arapça, kendisi Kürtçe konuşuyormuş ama anlaşıyorlarmış. Gözümün önünde gözleri kara sürmeli, leylak rengi puşisiyle bir Arap güzeli canlanıyor. Mahmut Hoca’ya bak sen, diyorum içimden. Şanslı da kadın… Geçen gün gittiğim kadın doğum doktorunun odasının kenarında kocalarının göz hapsindeki kadınlar geliyor aklıma. Üniversite mezunu, müdür kocası var en azından.
“Adı ne.” Dalmış gitmiş yine uzaklara.
“Eşinizin adı.”.
İyi bir adam, şehir görmüş. Bana karşı da oldukça kibar. Önce gülümsüyor, sonra, “Şemse,” diyor. Şaşırıyorum. “Şemse. Ne güzelmiş.”
“Güneş,” demek diyor, “Arapça.” Güneş demekmiş, şanslı kadın Şemse. Teneffüs zili sohbeti bir ok gibi delip geçiyor. Büyü bozuluyor. Dökülen saçılan hızlıca toplanıyor. Halil abi boşları tek elinde sıralıyor. Bahçeyi bir anda çocukların koşuşturma, gülüşme sesleri sarıyor. Öğretmenler odasına geçiyorum. Gün, fıstık ağaçlarının üzerinden akıp gidiyor köyümde… Paydosu ettiğimizde, Halil abiye uzaktan el ediyorum. Tozlu yoldan dönüyoruz yine. Herkes sabah oturduğu yere oturmuş. Kafamı Ümran Hoca’nın omzuna yaslıyorum. Hiç konuşmuyoruz. Mahmut Hoca inerken, “Akşama geç kalmayın arkadaşlar,” diyor. Tek elini kaldırıp uğurluyor bizi. Bir iki saat sonra yine görüşeceğiz, isteksizlik duyuyorum. Yorgunum, biraz uyuyabilseydim gitmeden, diye geçiriyorum içimden. Vakit yok. Ümran hocaya, “Altı buçuk gibi köşede olurum,” diyorum. Başıyla onaylıyor. O da iniyor.
En son ben iniyorum. Uzaklaşan transiti izliyorum bir süre. Evin içinde, kaç saattir kapalı kalmanın verdiği boğucu bir koku. Dört oda, bir salon… Çekyatımın olduğu en küçük odada yaşıyorum. Lacivert perdeler kapalı. Oda mavi. Evin geri kalanı en az bu köy, bu şehir kadar yabancı, uzak bana. Evin diğer tarafını tanımıyorum, o tarafın dilini hiç bilmiyorum. Ümran hocanın telefonuyla irkiliyorum, az daha erken geleceğini söyleyip kapatıyor. Hızlıca bir duş alıp çıkıyorum. Köşede beklerken geliyor araba, arkaya geçip başımı dayadığım camdan ilk günkü heyecanımla ciğercileri, tatlıcıları, başlarında mor puşileri, ayaklarında şalvarlarıyla evlerine yetişmek için koşturan adamları izliyorum. Çoğunun elindeki sıcak lavaşların üzerinde közlenmiş patlıcan ve biber var. İçim eziliyor, acıktığımı fark ediyorum. Kadınların uzun saçaklı, sırma işlemeli, parlak desenli elbiseleri yüzümde bir gülümseme oluyor. Boş sokağa park ettiğimiz arabadan ılık akşama bırakıyoruz kendimizi hep birlikte.
Kapıyı, sabahki neşeyle Mahmut Hoca açıyor. Arkasındaki Şemse olmalı. Sessiz. Hoş geldiniz, bile demiyor. Dallı güllü elbisesini süzüyorum ayaküstü. Mahmut Hoca, “Hoş gelmişsiniz,” diyor. Beş kişiyiz. Ümran Hoca elindeki tatlıyı Şemse’ye uzatıyor. Mahmut Hoca kadına kafasıyla işaret veriyor, kadın tatlıyla birlikte gözden kayboluyor. Yemek yiyeceğimiz odaya götürüyor Mahmut Hoca bizi. Yere serilmiş uzun ince sofranın üzerinde tepsiler dolusu et yemeği, bakır tabaklarda çiğ köfteler, bazılarında yumurtalı çiğ köfte, içli köfteler, bolca lebeni ve nar ekşili ezmeli salatalar var. Marulların üzerindeki su damlacıkları ışıldıyor. İçim mutluluk doluyor bir an yemeklerin karşısında… Öğretmenlerin hemen hepsi yere çökmüş, bizim için özenle hazırlanmış minderlere kurulmuşlar bile… “Herkes geldiğine göre,” diyor Mahmut Hoca, “Afiyet olsun, çiğ köfteyi ben yaptım, ” diyerek gülümsüyor, dişleri bembeyaz. Adamın hemen yanındaki minderde oturuyorum, elimi kaşığıma uzattığımda duruyorum birden. “Şemse gelmedi daha,” diyorum Mahmut Hoca’ya, “O da gelsin öyle başlayalım.” Güneş demek Şemse… Kafasını bile çevirmeden cevaplıyor beni, “Yok hoca hanım, ne işi var onun burada sizin gibi öğretmenlerin arasında. İçerde yer o.” Koca bir marul parçasının arasına sardığı çiğ köftesinden aldığı koca lokma yanağında bir yumru. Yüzümdeki şaşkınlığı gören kimse yok, Şemse’yi benden başka soran yok, kokular içimi delerken tekrar eğiliyorum adamın kulağına, “Olur mu öyle şey hocam, kadın neler hazırlamış, yorulmuş zaten bizim için,” diyorum usulca. Mahmut Hoca, sararmış gözleriyle bakıyor bana, hep gülümseyerek konuşuyor, “Yok hoca hanım, o yer içerde. Herkesin yeri belli,” diyor, lebeniden buzlu bir kaşık alıyor. Ses tonunda, bakışlarında, gülümseyişinde bana artık daha fazla uzatmamamı söyleyen bir tat var. Kadın olmanın bambaşka bir rengi gördüğüm. Şemse için değil, benim için. Ben de yokum burada, yediğimden bir tat alamadan ağzıma birkaç lokma atıyorum. Yemek bittiğinde Şemse herkese kocaman bir tepside kaçak çay getiriyor, Mahmut Hoca, bize dönüp “Çayı salonda içelim,” diyor. Şemse elinde tepsiyle kalakalıyor. Üstünü başını düzelten öğretmenler yavaş yavaş salona geçerken, ben elime tabağımı, birkaç da boş bardak almaya eğildiğimde adamdan azarı yiyorum. Şakayla karışık emrediyor bana müdürüm, “Bırak hoca hanım yahu, gel çayını iç. Sen yorulma.” Ben gülmüyorum, elimdekileri de bırakmıyorum. “Ben bunları mutfağa bırakıp geleyim hocam çay içmeye,” deyip geçiyorum adamın yanından. Şemse’yi görmek istiyorum, yüzünü, sürmesini, yorgun ellerini görmek istiyorum. Kendi kendime bulduğum mutfakta Şemse yok. Kirlileri, tatlıların yanına bırakıyorum, salona doğru geçerken ışığı yanmayan bir odanın hafif aralık kapısından yerde oturmuş bir gölge görüyorum. İçeriyi daha iyi görebilmek için kapıyı elimle aralayınca koridordan gelen parlak ışık Şemse’nin yüzünü aydınlatıyor. Sımsıcak gülümsüyor bana, sonra utanarak başını eğiyor. Sanki ağzını açsa içinden kuşlar havalanacak gibi bir dinginlik var ifadesinde… “Ne yapıyorsun sen burada,” deyiveriyorum kadına, elindeki nara bakarken… Yanındaki plastik leğende belki sekiz belki on nar var. Şemse, önündeki bakır tepsiye ayıkladıklarını usul usul koyuyor. Kadının arkasında saten işlemeli yorganlar üst üste dizili, odanın köşesindeki minderde iki bebesi tahta arabalarla oynuyorlar. Mahmut Hoca’nın kapıda dikilen kara silueti kesiyor şaşkınlığımı, “Nar ayıklıyor misafirlere hoca hanım.” Sonra Kürtçe bir şeyler söylüyor kadına, o da narince cevaplıyor. “Sen gel hoca hanım, çayın soğudu.” Ağzımı bile açmadan bakıyorum siyah suratına, gözlerimin içinde bilenen bir hayvan var, salyasını akıtarak bakıyor zalim gölgeye… “Siz gidin hocam, geliyorum.” Işığın önünde duran adam gittiğinde hakkımız olan aydınlık yüzlerimize vuruyor. Yanına çöküyorum, dörde böldüğü narlardan alıp onunla beraber ayıklamaya başlıyorum. Bir şeyler söylüyor, dediklerini anlamıyorum.
Evim dört oda, bir salon… Evin geri kalanını bilmiyorum, diğer tarafın dilini bilmiyorum. Şemse’nin ne dediğini bilmiyorum; konuştuklarını, cümlelerini, kelimelerini anlamıyorum. Bu odada, hemen o anda, narların tanelerinden, Şemse’nin gümüş işlemeli başörtüsünden ve nasırlı yorgun ellerinden, beyaz ve dirençli teninden, burnundaki hızmasından ve ince kemikli ayak bileklerinden; benim ojelerimden ve boynumdaki kolyeden, boyalı saçımdan, kısa eteğimden, okumuş öğretmen olmuşluğumdan sadece ikimizin anlayacağı bir dil doğuruyoruz. Nara benzer, bereketli bir dil; kırmızısı bileklerimizden akıyor…